29 Kasım 2018 Perşembe

Ruh mu bulundu?

Oysa yaratıcı Allah, ruhun bir giz olduğunu, çözülemeyeceğini ve insanlara çok az bilgi verildiğini buyurarak, ‘o kitap’ yazılan kaderin hiçbir irade tarafından değiştirilemeyeceğine hükmetmemiş miydi?

Embriyolarda AIDS'e yol açan HIV virüsünün önüne geçmek ve bulaşmasını engellemek maksadıyla genetik oynama yaptıklarını ifade eden Çinli bir bilim adamı, bu ay içinde meydana gelen ilk ikiz bebeğin genetiklerini değiştirme mucizesinde bulunduklarını belirtti ve 18 yıl boyunca takip edileceklerini ifade etti.
Eğer iddiaları teori bazlı deneysel aldatmaya yönelik alışılagelmiş bir motivasyon değil ise; ruhun bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü biyolojik bir genetik, ruhla orantılıdır. Dolayısıyla ruh bulunmadan herhangi bir müdahale söz konusu değildir.  Diğer bir ifadeyle hastalıklardan kalıcı bir şekilde kurtularak sağlık egemen olacak ve ölüme son verilip ölümsüzlüğün hâkim olunmasıyla Allah’ın tahtına son verilecek.  

Ancak aklı karıştıran ise, söz konusu Çinli bilim adamına getirilen etiksel suçlamalar! Neden insan genetiği üzerine yapılan deneyler yasak kılınabilsin, delilik olarak görülebilsin,  şoke edici bulunabilinsin, etik ve norm ihlal edilebilmiş olunsun? Amaç insan yararına olabilecek her türlü bilgiyi açığa çıkarmak ise, üstü örtülmeye çalışılan nedir ve Çinli bilim adamının deneyleri danışıklı dövüş bir manipülasyon mudur?     
Bir insanın genetiği değiştirilebilinir mi; genetik biyolojik bedende midir; yoksa ruhta mıdır?

Eğitsel ve iradesel oluşumların dışında gelişen bilgi ve hareketlerle biçimlenen dünyanın bu yönlendirmeye bağlı düzeneğe göre şekillenmesi pozitif bilimi çıkmaza sokmuş ve yıkılan teorilerini güçlendirebilmek için, fizyolojik bir içgüdü tanımına mecbur bırakmıştır. Her darda kalıp sorunlara çözüm getiremediklerinde, tıpkı politikacılar gibi kuramsal yeni vaat, deney, terim ve kavramlar geliştirip aldatmaya çalışsalar da, yaşamın kendisi olan ruh ve kader gerçeğini örtbas edememişlerdir. Buna rağmen teorilerindeki çelişkileri aşabilmek adına ruhu ve duyguları, akıl ve mantıktan bağımsız ele alarak, içgüdü denen hayali bir gen formasyonu türetmek zorunda kaldıkları malumdur. .

İçgüdüyle ilgili olarak C.Darwin ve Konrad Lorenz’in görüşleri şöyledir. Darwin, “İçgüdünün, adım adım, zihinsel organlardaki değişikliklerle ve doğal seçimle bilinçsizce kazanıldığını” söylerken; Lorenz, konuya genetik açıdan yaklaşmış ve içgüdülerin kalıtsal olarak var olduğunu ifade etmiştir. Lorenz, “İçgüdü, gen formasyonu ile insandan insana aktarılır ve doğum anından itibaren hissedilir” demiştir. Bütün bu bilgilerin ışığında, içgüdünün DNA’ nın hangi kısmından transfer olduğu bilinememektedir. Soyut bir varlığın analizi mümkün olamadığı için, şu ana kadar işin içinden hiçbir bilim adamı çıkamamış ve her zaman olduğu gibi dayanaksız savlarıyla baş başa kalmışlardır. Bilimin, bu noktaları açıklığa kavuşturabilecek ruhsuz fizyolojik bir keşfi gerçekleştirememesi, tüm teorilerin altüst olmasına neden olmuştur.

Genetik biliminin kurucusu ve babası sayılan ünlü bilim adamı Mendel, kendi adını taşıyan Mendel kanunları olarak bilinen 3 genetik kanunu ortaya atmış ve kalıtımın prensipleri kuramıyla tarihe geçmiştir. Mendel’in kalıtım prensipleri, evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan en önemli bilimsel dayanaklardan biri olsa da, ruhsal ve kadersel gerçekle örtülmemiş ve pratikte hiçbir çözüm üretememiştir. Ancak Mendel, tesadüflerin dünyayı oluşturamayacağına, her şeyi olduğu gibi, dünyayı da Allah’ın yarattığına inanan bir din adamıydı.

Öncesinden hiç bilinmeyen, eşi ve emsali olmayan, hiçbir deneyi bulunmayan,  rehbersi işaretine rastlanılmamış icat ya da keşiflerin rasyonalist, pozitivist ve genetikçi anlayışları nasıl yıktığını hiç düşündünüz mü? Ruhsal düzeneğin Allah tarafından nasıl yönlendirildiğine apaçık kanıt olan gelişmeler, bilimsel hezeyanlara gerekli yanıttır.

Örneğin doğan bebeğin genetiğini değiştirmekle övünen Çinli bilim adamı, çalışmalarını her türlü donanıma ve imkânlara sahip tam teşekküllü laboratuarlarda yaptığı halde, etkili olup olmadığı konusunda 18 yıllık gözlemlemesel bir beklemeye ihtiyaç duyarken; Helen uygarlığının ünlü bilim adamlarından Archimedes, yıkandığı mermer yalağın içinde suyun kaldırma kuvvetini “buldum buldum” diye bağırarak keşfedebilmiştir.

Düşünülebiliniyor mu; bir taraftan her türlü donanıma sahip modern bir bilim adamı; diğer taraftan ilkellikte dibe vurmuş ve her türlü bilgiden ve gereçten yoksun bir bilim adamı!  Hangisi;  sözde beyin hücrelerini çalıştırarak iddiada bulunmakla yetinen çağdaş bir Çinli mi; yoksa asırlar önce kalmış ilkel ama keşif gerçekleştirmiş bir Yunanlı mı bilim adamıdır ve yönlendiren kimdir?

Ancak bilimsel çağdaşlığıyla böbürlenen insanoğlu, her işinde olduğu gibi belirsizlik ve olasılıkları inanılmaz bir hoyratlıkla istismar ederek, Kuantum mekaniği ile genetik bilim adına uydurdukları kuramlarla düşlerini evrensel boyutta renklendirmiş, tıpkı kumarbazların olasılık kurallarıyla oynadıkları oyun misali hayallerine bilimsellik kazandırmışlardır.

Sanal bir âlemde yaşıyor olmalılar ki, yalnızca büyük sayılar için geçerli olan ve büyük sayılar söz konusu olduğunda rast gelelik ya da gelişigüzellik gibi görünen birçok şeyin aklın kavrayabildiği ve iradenin hükmedebildiği bir düzenin kurulabileceğini düşünebilmektedirler. Bu görüşün gizlemeye çalıştığı fevkalâde önemli mega hile ise, güncel bireysel olayların kaderin hükmüyle ilgili apaçık kanıtlar taşıması, toplumsal ve doğasal olayların ise geniş zamanlara yayılmasından ötürü tahminlerle geçiştirilebilme aldatıcılığının toplumsal mutabakatla bilime dayatılma fenomenleridir.

Başını Londra Psikiyatri Enstitüsü’nden Robert Plomin’in çektiği bir grup araştırmacı, zekâdan sorumlu geni bulabilmek üzere yoğun araştırmaya girdiler. İşe, zeki çocuklardan başladılar. Plomin’e göre, “akıllı gen’’in adresi zeki çocuklardı. Zeki çocukları seçmek için şu yöntemi kullandılar: Çeşitli yaşlardaki öğrencileri üniversite giriş sınavından geçirdiler. Sınavdan yüksek puan alanların DNA’larını incelediler. Ve bu çalışmanın sonunda peşinde oldukları genin izini tespit etmeye çalıştılar. Ancak “Akıllı gen” taşıdığı iddia edilen zeki çocukların daha sonra geri zekâlı, geri zekâlılarında akıllı bir dönüşüme uğramış olabilmelerini hiçbir koşulda açıklayamadılar. Zeki ve dahi insanların davranış bozukluklarından dolayı delilikle yaftalanmalarının ardından elde ettikleri inanılmaz başarı ve keşifleri hâlâ gizemini sürdürmektedir.

Ruha erişemediklerinden araştırmalarını biyolojik zorunluluktan ötürü sürekli organizma ve hücreler üzerine yoğunlaştırılarak mecburen ruh gerçeğinden kaçan bilim adamları, daha baştan başarısızlığa mahkûm olmuş ve deneycilikten öteye gidememişlerdir.

Yaratıcı Allah, yarattığı insanın sistemini öyle kurmuş ki, genetiğin özünü, ona işlerlik kazandıran ruhta saklamıştı.

Gen ve hücrelerin çözümsüzlüğü karşısında söylenebilecek tek bir söz bulunamamış; deneylerle kuramsallaştırılan üstün genetik iddiası hipotezler bilimselleştirilmiştir. Çünkü genetik bilimi de tıpkı ruh bilimi gibi safsatadır. Çünkü ruhun yapısı, fiziksel ve biyolojik analizi imkânsız kılmaktadır. 

Bilinmelidir ki, ne ruhun ne de kaderin bir geni vardır! Velev ki, bedenin olmuş olması da ancak mezara kadardır.

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.“ İsra 85 


“O’nun dilemesi hariç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.” Bakara 255

27 Kasım 2018 Salı

Savaşı seviyorum!

Çünkü savaş demek barıştır, haktır; adalettir; imandır; nefsi yenmektir; ahiret sevdalığıdır; kurtuluştur; mükâfattır, cennettir; sabırdır; ibadettir; kulluktur; yaşamaktır; kötülüğe galebe çalmaktır; şeytanı dışlamaktır; faniliğe aldanmamaktır; dingilleşmektir; hileyi bozmaktır; küfrü tarumar etmektir; dünyayı ahiret karşılığı satmaktır.

Müslümanlıkla şereflenmenin yegâne şiarı cihattır. Cihatta barış ve adaletin teminatıdır! 

Ya şehit ya da gazi olmayı sev ki, baki hayat ahirete göç ettiğinde fani dünyanın batıllık debdebesine aldanmamış olmanın mutluluğuyla yaşayabil! Velev ki, ölmekten yahut öldürülmekten korkup kaçıyorsan; bil ki, kaçmanın asla faydası olmayacak; dolayısıyla her ne şartta olursa olsun yine öleceksin!

Savaş olmamış olsa ölüm yok mu; açlık, yokluk veya düşkünlük yok mu; ekonomik krizler yaşanmıyor mu; eserler ya da yapılar yıkılıp yok olmuyor mu; analar, babalar ve evlatlar yitmiyor mu; gözyaşları sel olup akmıyor mu; baş, kol, bacak ve gövdeler parçalanmıyor mu; hastaneler dolup taşmıyor mu; nadide bedenler böceklere yem olmuyor mu; canlar çıkmıyor mu; iflaslar gerçekleşmiyor mu; servetler yanmıyor mu; ülkeler batmıyor mu; dert ve sıkıntılar oluşmuyor mu; mutluyken kahrolunmuyor mu; acı ve dehşetlere uğranmıyor mu; vahşetin binbir türlüsü başa gelmiyor mu; mezarlar dolmuyor mu…

Batıllık yani kötülük her daim zayıftır; bu sebeple korku ancak kötülere yakışır. Allah’ın hükmeden tek kuvvet olmasından müminler cesur ve otomatikman güçlüdürler. Asıl zaferin fani dünyada değil baki ahirette olduğuna iman etmiş bir Müslüman’ın dünyadaki geçici keyfiyeti için batıllığa boyun eğebilmesi ya da sindirebilmesi mümkün değildir. 

Cihadı, kendi dinleri ve uygarlıkları için büyük bir şer gören haçlı-siyonist güçler, hedeflerinde muvaffak olabilmek için İslam kimlikli iktidarları öyle satın almışlar ki, hayvanlarda dahi rastlanabilmesi mümkün olmayacak bir başkalaşıma uğratarak batılla uyum haline getirip kendilerine kul yapmışlardır.
  
Allah’ın vahiyle indirdiği İslam’ı değil, Batı’nın dayattığı nefsanî kurallar dâhilindeki bir dini yol edinmelerinden Müslümanlık yerine münafıklık yahut fasıklık öyle yayılıp hâkim olmuş ki, batıla karşı hakkı egemen kılmaya çalışan direnişçi cihad ehlini av haline getirmişlerdir. 
  
Geçmişte haçlı birlikleri sadece kâfir ve müşriklerden oluşup Müslümanlara karşı yapılanırlarken, günümüzde sözde Müslümanlarında haçlı saflarında yer alıp Allah’ın erleriyle savaşabilmeleri, İslam’ın nasıl manipüle edildiğini ortaya koymaktadır.

Kur’an Müslümanlığına sapıklık; cihadı cehalet; İslam dışılık; vahşilik; insanlık aleyhtarlığı; barış karşıtlığı; teröristlik; bozgunculuk; eşkıyalık; kasaplık; cehennemlik; hak ve adalet düşmanlığı olarak angaje eden İslam görünümlü dini ve siyasi çevreler, hadis diye rivayet ettikleri sözleri vahyin önüne geçirmek suretiyle cihat karşıtı öyle hümanist bir Allah ve peygamber algısı oluşturmuşlar ki, Allah’ın indirdiği açık ve seçik ayetler, peygamber efendimize isnat ettikleri hurafelerle dolaylı olarak yok sayılmış, böylece cihadın ve İslami Hareketin şer olduğu fetvası verilerek, sinsice hak ile batıl özdeşleştirerek kötülüğü, haksızlık ve adaletsizlikleri mukim kılmışlardır.

Allah’ın kayıtsız-şartsız iradesi olan İslam’ı öyle hümanistleştirip demokrasileştirerek seküleştirdiler ki, ya onların istediği gibi Müslüman maskeli münafık veya fasık; ya da katli meşru terörist bir düşman olarak yaftalatmışlardır. 

Oysa insan, sahibinin bir insan olmadığını idrak edemediğinden hilkatteki eşine gösterdiği bağlılık, sevgi, tazim, malı ve canıyla duyduğu güvenden dolayı amacı beşeriyet olmuş; ama insanlığa ancak yaratıcısı Allah’a olması gereken tevekkülüyle ulaşılabileceğini kavrayamamıştır.

Bir ayağını batılda tutarak diğer ayağıyla hizmet arayışında bulunan insan öyle tepetaklak olmuş ki, nefsin bedelini ödemeye mahkûm olmuştur.

Batıllıklar ve kötülüklerin elçisi şeytanın yeryüzünde var olması ve musallat oluşu savaş yani cihat için yeterli bir meşruiyet ve tartışılmaz hak bir sebeptir. Ne var ki, şeytanın tebelleş olmasını sözde insanlık yani demokrasi adına razı olan düşünceler, iyiliğin, doğrunun, adaletin ve barışın karşıtıdırlar. 

Eğer insan için değil Allah için yaratılmışsan; Allah’a karşı ya doğrudan ya da dolaylı yüz çevirebilmen mümkün değildir. Bu yüzden kaynağını Kur’an’dan almamış hiçbir beşere, partiye, lidere, millete, düzene, düşünceye ve devlete itibar edilemez; edilmesi küfürdür. 

İslam olmanın yegâne şartı Allah’ın dinini yani hükümlerini yeryüzünde egemen kılmak ise, hak için batılla savaşmamak mümkün değildir. Hiçbir gerekçe batıla, düşünce ve düzenine hükümranlık hakkı tanımaz; arzu ve isteklerine boyun eğmeye geçit vermez; çizdikleri yolun sindirilmesine olurluluk kazandırmaz; nefsi fanilikleri ne kadar şatafatlı, cazibeli, güçlü ve kuvvetli olsa da fayda getirmez!

Yaratıcı Allah, birçok ayetinde batıla karşı savaşı emretmiş ve hoşnut olunmasa da çok büyük bir kazanç olduğunu vahyetmiş ise, insan kimdir ki, hak uğruna yapılan savaşa karşı çıkabilmektedir? Allah adına yapılan bir savaşa yani cihada hümanistlik ve demokrasi gerekçesiyle karşı çıkarlar ama amaçları nefis, devlet, millet, toprak olunca dehşette, haksızlık ve adaletsizlikte sınır tanımazlar.

Savaş her Müslüman için farzdır. Namazdan, oruçtan, zekâttan, hacdan ayrı tutulamaz muhkem bir ibadettir! 
    
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bakara 216

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 74

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır. “ Nisa 76

“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın. “ Tevbe 14

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111


"Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik" diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.” Nur 47

24 Kasım 2018 Cumartesi

Küfrün etkisi silip süpürmektedir…

Allah’ın indirdiği ve Resul’ün sünnetiyle tatbik ettiği hüküm ve davranışların dışındaki her düşünce, fikir ve düzen küfürdür; batıldır ve şeytanidir.

Şeytanın kibre kapılarak Allah’ın hükmünü dinlememesiyle başlayan küfür; ilk insan Hz Âdem ve Hz. Havva’nın yemeleri yasak olan bir ağacın meyvesini tatmaları sonucu yeryüzüne yayılmış; dolayısıyla Allah’ın emrine karşı gelmenin bedelini önce şeytan, sonrada Hz. Âdem ve Havva ödeyerek, her ne şart ve koşulda olunursa olunsun Allah’ın emirlerine karşı gelinmemesi icabı ortaya konmuştur.   

Aslında son derece basit ve anlaşılabilir olan ölümlü yani fani süreçte Müslümanlıkla şereflenmeyi kabul etmiş bir kulun başkaca bir düşünceye, ilkeye ve yola ihtiyacı yoktur; araması, sapması, meyletmesi, şüphesi, güvensizliği, vesvesesi ve şirki apaçık bir küfürdür.

Çünkü bir bilen ve fıtratı yaratan Allah ise, başka biri kimdir ki, söz ve düşünceleri rehber edinilip ardına düşülebilinsin? Allah’ın indirdiği hükümleri yetersiz bulurcasına nefsi arzulara kapılmak suretiyle batıla odaklanmak neyin nesidir? Fıtratı verenin üzerine söz söyleyebilmek; akıl ve bilim adına üste çıkabilmek; bilgilerine güvenebilmek, fayda ya da zarar vereceğini ummak; ilerlemeyi ve kalkınmayı sağlayabilmek; olumsuzluk ve musibetlerden sakınabilmek; yazılanın dışında bir hayat elde edebilmek; güç, başarı ve zafer gibi böbürtülere kulak asmak ne işe yarar?

Aydınlığın veya karanlığın arkasında güç geçmiştir. Ki, geçmiş öyle bir bilgi ve güçtür ki, önündeki karanlığı ya aydınlığa ya da aydınlığı karanlığa çevirir. Ancak geçmişi bilmemek, unutmak, geçiştirmek, savsaklamak, umursamamak, ölçü almamak yarını zifir kılar. Dolayısıyla geçmişle ilgili Kur’an’da bilgiler verilerek uyarı ve nasihatlerde bulunulması geçmişin nasıl geleceğin bir aynası olduğunu ve önemini kanıtlamaktadır.

İnsanoğlunun yaratılmasından itibaren yeryüzünde hükümdarlık süren ne toplumlar, milletler, devletler, krallıklar, sultanlıklar, imparatorluklar gelip geçmiş; zayıflarken nasıl kuvvetlenip kendilerinden çok daha güçlüleri yenip yıkmaları akabinde bir sabun köpüğü misali yok oldukları malumdur.  

Günümüzdeki güçlerinde yazılmış ecelleri geldiğinde aynı akıbete uğrayacaklarına şüphe yoktur. Öyleyse güç, kuvvet, bilgelik, saltanatlık, kalkınmışlık, süperlik, debdebelik, iktidarlık, zenginlik, gösterişçilik, benlik nedir ve faydası kalıcı yani baki midir? Yahut kariyer, özgürlük, bağımsızlık, kahramanlık, mucitlik, bilim, teknoloji, ödül, unvan ve makamın getirisi içinde ölümsüzlük yani bakilik var mıdır?

Geçmiştekilere ne oldu ki, günümüzdekiler veya yarınkiler farklı olabilsin?

İlk insan Hz. Âdem ne ise, dünküde, bugünküde aynı temel ihtiyaçlara sahip değiller midir? Tamamı hastalıklar, şifalar, barınaklar, giyecekler, yiyecekler, rızıklar, görevler, savaşlar, felaketler, tehlikeler, korkular, sevinçler, doğumlar ve ölümlerle boğuşup yüzleşmediler mi?  

Peki, baki kalan yalnızca yaratıcı Allah ise; çağdışı, ilkel veya gericilik olarak aşağılanan geçmişin günümüzdeki farkı sadece kozmik ürünler yani makyaj, dekor, boya, renk, mimarilik ve çeşitlikten başka nedir?

Aslında uykuda hakikati özetlemektedir. Ruh kısa süreli bedenden ayrılıp uykuya dalındığında nerede yattığının yani ister döşek, ister zemin, ister zindan, ister altın bir karyola, ister bir ağacın altında, ister zincirlere bağlanmış, ister ıssız ve tehlikeli bir yerde, ister sarp ve sağlam bir kale içinde korumalar gözetiminde olmak nasıl farksızlık ise, yaşamda, ölümde bir uykudur. Öyleyse yarışılan nedir ve kime ahkâm kesilmektedir?

Lakin görünüş her şey diyen insan, batıllığın heva ve hevesine kapılarak kendini öyle yontmuş ki, Allah’a söz verdiği imanın aksine küfrü de kucaklayarak münafıklaşabilmiştir.

Hz Peygamber Efendimizin ve iman etmiş halkının hayatlarını incelediğimizde; günümüzden çok farklı bir standart sürdükleri ve o dönemin saltanat süren toplumlarda görülmeyen sabır ve şükür içindeki huzur ve güvenlerine; şatafattan uzak hayatlarını; fani olan dünya için değil baki olan ahireti önemsediklerini; dünya nimetleri için değil ölümden sonraki ahirete yatırım yaptıklarını; kalkınmanın ahiretteki karşılığını gözettiklerini; Allah’tan inen hiçbir emri batıl güçlere peşkeş çekmediklerini; keyfiyet içindeki bir yaşamı “bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz dahi ayetlerden vazgeçmeyeceğini” belirterek her türlü rüşvete, şantaja, tehdide ve uzlaşmaya karşı çıktığını görmektesiniz.

Peki, Allah dileseydi elçisine ve zatına iman etmiş insanlara günümüzdekilerden çok daha nimetler, ilerlemeler, bilim ve teknolojiler bahşedemez miydi? Allah (haşa) aciz midir; yalan mı söylemektedir?

Kimileri diyecek ki, o günün şartları ile günümüz farklı; dünya çok değişti; bilim ve teknoloji ilerledi; nükleer silahlar üretildi; uzay çağına girildi; gezegenlere çıkıldı; zekâlar yapaylaştırıldı; robotlar keşfedildi; sağlıkta devrimler yapıldı; kuantum fiziği bulundu; moleküler biyolojiye erişildi; genetik çözüldü; gizemler deşifre edildi; nüfuslar arttı; v,s…

Peki, Allah değişti mi; bilirken bilmez mi oldu; günümüzü kestiremedi mi ki, Kur’an’ı öncesinden indirdi; gaybi yani geleceği bilmiyor muydu; günümüzde başka bir peygamber bulamaz mıydı; insan özde değişti mi; ruh icat edilebildi mi; ölümsüzlüğe son verilebildi mi; hayat sabitlenebildi mi; hastalıklar önlenebildi mi; felaketler, musibetler ve kötülükler gibi birçok olumsuzluklar durdurabildi mi; açlık ve yoksulluk kaldırılabildi mi?

Aslında insanların batıl düzen içinde nasıl yontulduklarına en önemli kanıt; rahmetli babamın müridi olduğu İsmailağa’nın şeyhi Mahmut Hoca’dır. Hiç unutamadığım olay, rahmetli babam ile ne benim ne kardeşlerimin nede rahmetli annemin hiçbir fotoğrafının bulunmaması ve şeyhi Mahmut Hoca’dan aldığı fetva gereği haram olmasından kimliğindeki fotoğrafından başka hiç çektirmediğidir. Ama günümüzde ise Şeyh Mahmut Hoca objektiflere pozlar vermekte; basın ve yayın kuruluşlarında görüntüsünü yaydırmakta; hatta bunlarla yetinmeyip camekânlı bir oda tahsis ederek, insanları kendisine tavaf ettirircesine ritüelde bulundurabilmektedir.

Dünün haramının günümüzde nasıl helal haline getirildiğini en takva olarak bilinen bir şeyhte dahi görebiliyorsak; seküler-laik düzende siyaset yapan bir politikacı neden Kur’an’ı eğip bükerek Allah ve Resulü’nün hükümlerini ve ahireti satmamış olsun ki!

“Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir. Bakara 9

(O münafıklar) mutlaka sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar korkan bir toplumdur. Tevbe 56

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz? “ Enam 32 

“Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahman'ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık).” Zuhruf 33-34

“Nefsani arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır. Al-i İmran 14


(Ey Muhammed!) Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kafir olarak canlarının çıkmasını istiyor. Tevbe 55

21 Kasım 2018 Çarşamba

Zina yapmayan yok!

Ateisti de, deisti de, teisti de, dinlisi de, dinsizi de, ılımlısı da, takvalısı da, solcusu da, sağcısı da, liberali de, muhafazakârı da, mütedeyyini de, açığı da, kapalısı da, erkeği de, kadını da…

Fiziki ilişkiyle yapılan zinada ar gözetilip gizliliğe önem verilirken; gözle yapılan zinada öyle bir özgürlük var ki, bedeni birlikteliği azmettirerek sapkınlığa götüren çok daha felaketsi bir haram vuku bulmaktadır. Çünkü göz zinası, bedeni zinayı teşvik eden gizli bir fuhşlyattır; gizli fuhşiyat da insanı zinaya götüren hayâsızlıkların ve sapkınlıkların bütünüdür.

Göz yani bakış zinası öyle bir kapıdır ki, şehveti tetikleyen tahrik edici güdümünden her türlü sapıklığı da doğuran bir giriştir.

Cinsel doyum arzusuyla bakmak olan göz zinasına sebep olan çevresel tesirin umursanmaması tamamen fıtrata aykırı olup, kadın ve erkeği yaratan Allah’ın yaradılış mutlakıyetini yok saymaktır. Dolayısıyla hiçbir insan, yaratılışlındaki fıtratının dışında herhangi bir iradeyi ortaya koyabilmesi mümkün değildir.

Manevi zina, maddi zinadan o kadar çok daha bedbaht bir zehirdir ki hem kalbi duyguların anlığını gidermez, hem cinsel zaafları çoğaltır, hem de eğilimleri arttırır. Bu sebeple bütün ahlak dışı istek ve münasebetler, önce bakışlarla başlar.

Kalp, ruhi ve bedeni tüm organların yönetim merkezi; gözde kalbin ana girişidir. Dolayısıyla ‘kalbi temizlik’ gibi sığ ve yüzeysel düşünceler, fıtrata zıt ve tamamen saçmalıktır. Bilinmelidir ki, duyu organlarımızdan, özellikle gözden kalbe şehevi duyguları uyancı ve azgınlaştırıcı mesajlar gelirse, insan ahlâk dışı bir hayatın ve ilişkilerin arzulusu olur. Çünkü cinsel arzulu bakışlar, Peygamberimizin ifadesiyle: «Şeytanın zehirli oklarından bir oktur...» ve kalbe ekilen şehvet tohumlarıdır.

Cinsel duyguları kamçılayıcı şartların hâkim olduğu öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, gerek tacizci gerek tecavüzcü gerekse çocuklara yapılan sapıklıkları teşvik eden seküler-laik ve demokratik düzenlerdir.

İslam öncesi cahiliye döneminden daha berbat olan çağdaş yani modern düşüncelerin hoyratlıkları, cinsel arzuları fantezileştiren çeşitlerle azgınlaşmış, utanma duygularını öldüren sinema ve televizyon filmleriyle mahremiyet katledilmiş; tiyatrolar, kitaplar, gazeteler, mecmualar, danslar, şovlar ve sokaklardaki dekoltelerle göz ve kalpler fesada uğrayarak, yıkıcılığı tarif edilemez boyutlara ulaşmıştır.

Öyle ki, helal bir ilişkiden tatmine erişilemez olunmuş; fırsatını yakalayamayanlar; ya etkilendikleri erkek ya da kadınları hayal ederek eşleriyle cinsel ilişkiye girmiş ya mastürbasyonla şehvetlerini söndürmeye çalışmış ya da zor kullanmak suretiyle taciz, tecavüz ve sapıklıklara meyledilmiştir.

Kadın fıtratı, erkeğin fıtratından başkadır. Erkek, zinasında cüretkâr olurken; kadın ise saklı ve sabırlıdır. Erkek anında şehvetsi tepkisini gösterirken; kadın, deşifre olmayacak bir kaçamak arar ve fırsatını bulduğu anda; hani derler ya,” denizden babam çıksa yerim” misali tatmini için hiçbir şeyi umursamaz.  Erkek avcısı kadınların, kadın avcısı erkeklerden hiç az olmadığını hatta daha fazla olduğunu biliyor musunuz?

Ama mesele kişinin erkek ya da kadın olması değil, zinadır!

Cinsellik ve şehvet, tıpkı yoğun bir yangının havadaki oksijeni tutuşturup ateş fırtınalarına ve rüzgârın etkisiyle türbülanslara sebep olması misali insanları öyle etkileşmiş ki,  ırzın, ahlakın, namusun ve sadakatin muhafazası imkânsız olmasa da fevkalade zordur.  Çünkü nefis serbest bırakıldığından ahlaklı olmaya fırsat tanıyacak düzen yoktur.  

Tecavüzcüyü ve sapığı tahrik eden hukuktur; devlettir; özgürlüktür; demokrasidir; seküler-laikliktir. Nefse gem vurmayan bir otorite, suçu sokakta değil, kendinde aramalıdır.

Ki, Allah, yarattığı kullarını bilmesinden dolayı indirdiği hükümlerle uyarılarda bulunmuş ve yasaklar getirmiştir. Öyleyse insanların fıtratlarını yaratan Allah bilmiyor da, hürriyet tanıyanlar mı biliyor? Kim o fıtratı verenin üstünde söz söyleyebilir?

Sen kalk, şehveti kamçılayan cinselliği uygarlıkla özdeşleştirerek böbürlenen; sonra da ahlaklıktan ve insanlıktan dem vurarak tecavüzcüyü ve sapığı suçla.

Uyuyana dek cinsellik ve şehvetle bileylenmiş bir erkek yahut kadının uykusunda dahi o etkinin atında kaldığı malum iken, ırz nerededir?

Çok şeyin içinde bizzat bulunarak şahit olmuş biri olarak ahlaksızlıkta öyle dipleri gördüm ki, namuslu sanılanın nasıl bir sapık olduğunu; cinselliğin ve şehvetin insaniyeti nasıl bitirdiğini, hiç ummadığım insanlardaki sapkınlıkları gözlemledim.

Sokaktaki tecavüzcü ve sapıklardan çok daha fazla öyle eğitimli, bilgili, kariyerli, makamlı, itibarlı, şöhretli, servetli, dokunulmaz, müessir ve kitleleri ardına takmış namussuzlar var ama düzen bayraktarı olmalarından baş tacı yapılabilmektedirler.

Her kim ne derse desin gerçek odur ki, şehvet, doğuran cinselliktir; cinselliğin etkisinde kalan şehvet, tepkisini açığa çıkarabilmek için ya gözle ya da ilişkiyle ya da zoraki yanıt vermeye mecbur kalır.  Bu sebeple Kur’an yasaları tartışılmaz bir hassasiyetle kabul edilmelidir.      

 “Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur. “ İsra 32
(Resûlüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler.” Nur 30 - 31

Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” Mü’min 19

16 Kasım 2018 Cuma

Atatürk ortak bir payda değildir!

Çünkü Müslüman Türk Milleti’nin Allah’ın indirdiği Kur’an ilkelerinden başkaca bir ilkesi olamaz; olabilmesi İslam’dan çıkmasına yegâne sebeptir.

Ancak İslam kimliklide olsalar siyasi partilerin tamamı laik ve Atatürkçü olmalarından Müslümanlar tarafından hiçbir şart ve koşulda temsile layık değillerdir.

Mesele değilim demek değil, sindirebilmek yani razı olmaktır. Bu sebeple kabul edilmiş bir yanlışlık kazanılmış bir zehirdir.

Her ne kadar Atatürk, CHP ve diğer Atatürkçülerin onayladığı bir mahreç ise, Müslüman toplumunda mahreci ALLAH’tır. Diğer bir ifadeyle Atatürk’ün ilkeleri değil, Kur’an ve sünnettir.

Müslümanlık tartışmasız bir ön kimlik; Türklük, Kürtlük, Arablık veya diğer uyruklar ikinci kimliktir. Dolayısıyla Müslüman olmayan bir kimlik asla bağlayıcı değildir ve olası bir bütünlük sağlasa da ancak mezara kadardır. Nasıl ebedilik bedende değil ruhta ise, ebedilik uyrukta değil dindedir.    

Zaten ülkemizdeki ayrışmayı doğuran Türkçülük ve Kürtçülük de dinin yerini laikliğin yani Allah’a olan inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden imansızlıktan dolayıdır. 

Hatırlarsanız Şeyh Said, ayaklanmaya gitmeden önce demişti ki; “Bizleri ve Türkleri bağlayan sadece din kalmıştı, Türk hükümeti dini de kaldırdı ve artık bizi bağlayan hiçbir şey kalmadı.”

Atatürk’ün ilahlığını sadece devlet ve siyasette değil, Diyanet İşlerinin ilk başkanı Rıfat Börekçi tarafından da kabul etmişti. Demişti ki, "Efendiler, onun her yaptığı doğrudur. Eğer dininizi değiştirin derse, tereddüt etmeyin, onda da bir hikmet vardır." Dolayısıyla münafıklık öyle kök salmış ki, ilahiyat bile etkisindeki ilkeleri din edinebilmiştir.

Asıl sorun partiler değil hukuktur; rejimdir; vahiy dışı düzendir. Gerek iktidardaki gerekse muhalefetteki partiler yani TBMM, CHP sultalığının figüranlarıdırlar.

Dolayısıyla hukukta iktidar olan Atatürk ve CHP’nin pratikte iktidar olup olmamasının hiçbir önemi yoktur. Ancak bu gerçeği idrak edemeyen Müslümanlar, CHP’nin sibobu olmaktan ileri gidememekte; dolayısıyla devlet olabilecekleri hezeyanlarıyla mastürbasyon yapmaktadırlar.

Müslüman millet, damarları kesilip kansızlıktan mevtalaşmış öyle bir hale gelmiştir ki, din ile millet yani nefsi ayrı ayrı rab edinip, dünya ve ahiret ilahları gibi bir hezeyanı içselleştirilerek din ve devlet işleri ayırmıştır. 
   
Atatürk ilkelerini akıl ve bilimin bayraktarı, ALLAH ilkelerini ise ilkelliğin ve cahilliğin kendisi yapmak suretiyle Müslüman Türk Milleti iğfal edilmiştir. Oysa Etkin Akıl olmaksızın bir akıl ve ilim olmadan bir bilimin var olabilmesinin imkânsızlığı idrak edilemedi. Tıpkı ruh olmadan bedenle insan olunamayacağı gibi!

Akıl ve bilimi öyle manipüle ederek din karşıtlığıyla özdeşleştirmişler ki, kader ve ölüm gerçeği dahi sapkınlıktan vazgeçmelerine vesile olamamıştır.

"İnsanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerekseme kalmayacaktır." G.E.Lessing

Devlet, hukuk; hukukta Atatürk ilkeleridir! Peki, Müslüman olan millet nerdedir?  

Milletin seçerek iktidara yahut muhalefete getirdiği partiler veya vekiller sağır ve dilsizdirler. Dolayısıyla millet iradesinin nasıl bir yalan olduğu Atatürk’ü ilah edinmiş devlet ve siyasetle aşikâr olduğundan milletin düşünce ve duyguları mezardaki ölülerden farksızdır.

Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanan İslam kimlikli siyasi partiler kâfirden daha beter öyle münafıktırlar ki, Allah adına yapılan duruşları provokatörlük sayarak, üzerlerine sıçramaması maksadıyla küfrü imana tercih ederler. Karşılaştığım birçok olayda olduğu gibi! Bu sebeple küfrü asıl meşrulaştıran kendileridir; dolayısıyla Müslüman’a münafıktan daha çok zarar veren yoktur!

Düşünebiliyor musunuz; şirki sindiremeyen Edirne’deki bir kız öğrenci ALLAH adına fırlayarak; “Atatürk ilah değildir” demiş ve o kız, hem tutuklanabilmiş hem de provokatör olduğu iftirasıyla taşlanabilmiştir. Diğer taraftan Cumhuriyet Gazetesindeki CHP’li bir gazeteci; “Atatürk ilahımdır ve kendisine tapıyorum” diyerek Allah’a hakaret yaptığı halde dokunulmamıştır.         

İman etmiş bir Müslüman için aşk ve tazim ancak yaratıcısı ALLAH’a duyulabileceği bir duygudur. Her hangi bir beşerin sultalaşabilmesi ve ilahlaştırılabilmesi apaçık bir küfür olduğundan ne peygamberler ne de Atatürk gibiler asla Müslümanların ilahı olamaz.  

Atatürk ancak Atatürkçülerin paydası olabilir ama Müslümanların asla!
Müslümanlara ALLAH ve elçisi Resulü hem dünya hem ahiret için yeter!

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.  Tevbe 23

“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir. “ Nisa 140 


“Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, bozguncuların sonu nasıl olmuştur! A’raf 86

14 Kasım 2018 Çarşamba

Devlet manipülasyonu…

Hak ve adaletin önünde öyle bir takozdur ki, hukuk ve yargıda o takozun kamalarıdırlar.

Seküler-laik bir düzende mesele Allah, Resulü ve vahiy ise, din adına yapılan hileli yönlendirmeler sadece ilahiyatta değil, tepkileri baskı altına almaya çalışan yargıda da mevcuttur.

10 Kasım’da yapılan şirke karşı tebliğ amaçlı reaksiyon gösteren Emine Şahin adlı 21 yaşındaki kız öğrenci; “Atatürk ilah değildir” ayetsi ve sünnetsi duruşunu yargının manipüle etmesiyle “puta” dönüştürülmek suretiyle genelleştirme ve yumuşatma girişimine hiçte yabancı değilim. Çünkü amaçları Kur’an karşıtı devlet aleyhine Müslüman halkın duyacağı infiali engellemektir.  

Aynı şeyi gerek emniyet gerek savcılık gerekse mahkemedeki ifadelerim esnasında aynen yaşamış; “sen öyle değil böyle demek istedin” gibi yönlendirilmelere kalkışılarak saptırmalarla karşı karşıya gelmiştim.

Ancak her defasında; “Bana verilecek cezadan kurtulabilmek için taviz vereceğimi sanıyorsanız umurumda değil. Hiçbir şantaj, baskı ve ceza alacağım kaygısı hakkı batıla çevirmeye; dolayısıyla geri adım atacak bir küfrü uzlaşmayı sindirmeye izin vermem” diyerek, Allah’ın lütfüyle haktan asla sapmadım. 

İman etmiş bir Müslüman’ın hakkı eğip bükerek doğrudan vazgeçebilmesi mümkün olmasa da, devlet güçlerinin tahakkümü adaletsizlikleri doğurabilmektedir. Ama her ne olursa olsun ilahın yani rabbin rızası gözetiliyorsa hiçbir tehdit ve çıkarın korku ve cazibesine kapılmamalıdır.

Yine bir gün Tempo Dergisiyle yaptığım ilk röportajdan dolayı hem şahsımın hem muhabirin hem de yazı işleri müdürünün hakkında dava açılmış ve mahkemeye çıkmıştık. Duruşma hâkimi savunmamı istemesi üzerine, Kur’an’daki bir ayet ışığında ifademi verdiğim sırada; hâkim sözümü keserek; “burada ayet okuyamazsın” dedi. Üstelik ayeti Arapça değil, Türkçe olarak mealden söylemiştim. Bende,”Allah indinde burada okumamın hiçbir sakıncası bulunmadığından söylerim” dedim.  Hakim, şaşkınlıkla bir müddet yüzüme bakmasının ardından; “Seni tutuklarım” dedi. Bende; “Allah izin vermezse tutuklayamazsınız” demem üzerine, beni mahkemeden dışarı çıkartmakla kaldı.

Çünkü Allah dilememişse beni tutuklayabilmesi mümkün değildi!    

Oysa hak ve adalet peşinde koşan Müslümanlar,  tek ilah gördükleri rablerine tumturaklı iman etmiş olsalardı, dünyanın herhangi yerindeki barbarlarca güdülmez; eziyetlerine aldırış etmez; baskı ve tehditlerinden yılmaz; ruhlarına fiyat etiketi koymak suretiyle ölümlü nefislerine peşkeş çekmez, yok öyle değil böyle demiştim diyerek münafıklığa yeltenmezdi.  

Seküler-laik ve demokratik bir düzen Müslümanlar aleyhine her ne kadar zulüm ise de, o zulmün karşısında durmamak, adaletle şahitlik yapmamak, mücadele vermemek, kardeşlerin yanında olmamak, göğsü siper etmemek, kaygılanarak kaçıp kurtulmaya çalışmak, doğruyu savunmaktan imtina etmek, hakkı haykırmamak, Allah’ından ötürü üstün olduğun halde boyun eğmek, hapsedilmekten ya da ölmekten korkmak da, kendine yaptığın zulümdür.  

Filistin, Suriye, Yemen, Doğu Türkistan, Arakan ve dünyanın pek çok yerinde fiziki zulümler var ise de, Türkiye’de de ruhi zulümlerin olduğu bir gerçektir.

Bir Müslüman’ın rabbi olan Allah’ını, Resulünü ve kitabı Kur’an’ı savunmaktan daha normal ne olabilir ki, savunma yasak kılınarak tutuklanılabilmektedir? Tebliğ yapılmasını Allah şart koşmuş ve Peygamberin de bir sünneti olduğuna göre; nasıl oluyor da tebliğin adı provokasyon; tebliğ yapanda provokatör olabiliyor? Güya iman edilen Hz. Peygamber Efendimiz ve sahabelerde tebliğ yapmamışlar mıydı?  Onlar da Türkiye’deki hukuk sistemine göre tutuklanacaklar mıydı?

Emine Şahin adlı 21 yaşındaki kız öğrenci gibi nice Müslüman Türk evladının tutuklanma sebebi, Türkiye’deki ilahın Allah değil Atatürk adlı ölü bir beşerin ilah sayılmasından mıdır?  

Gerek devlet gerek hukuk gerekse yargı Müslüman Türk Milleti’nin tartışılmaz değerlerini muhafazayla yükümlü değiller mi ki, mal ve canlarını Allah’a adamış milletimize ihanet edebilmektedirler? “Allah’tan başka ilah yoktur” ilkesiyle binlerce meşakkatle boğuşarak sayısız şehit veren ve nefsi çıkarları uğruna hiçbir İslam düşmanına prim vermeyen Müslüman Türk Milleti görülen böylesine bir zillet reva mıdır?

Müslüman Türk Milleti asla ne ikinci bir ilahı ne de Allah’tan başkasının ilkelerini kabul eder. Dolayısıyla Müslüman Türkiye asla Atatürk Türkiye’si olamaz. Çünkü Müslüman Türkler, Allah adına savaşmalarından ötürü şehitliği şeref addetmiş; dolayısıyla küfrü bir hukuk zorlamasıyla Allah’ı satmak suretiyle Atatürk’ü ilah edinmez. Ki, canlarını veren Türk asker ve polislere; “ALLAH için mi; yoksa Atatürk için mi” yaşamdan vazgeçtikleri sorulduğunda alınacak yanıt; TÜRKİYE’NİN TA KENDİSİDİR!

“İlahınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur. O, rahmandır, rahimdir.” Bakara 163

“De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah'ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine) insanların ilahına sığınırım! Nas Süresi

“«Allah'tan başka bir takım uydurma ilahlar mı istiyorsunuz?»” Saffat 86

“De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka Rab mı arayacağım? Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve O, uyuşmazlığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir. En’am 164

12 Kasım 2018 Pazartesi

Vahiy yok; tevil var…

Ayet yok, yorum var;
Ruh yok, beden var;
İman yok, inanç var;
Kader yok, demokrasi var;
Şeriat yok, seküler-laiklik var;
Allah yok, nefis var;
Ahiret yok, dünya var;
Kulluk yok, özgürlük var;
Adalet yok, hümanistlik var;
Halife yok, insan var;
Hadis yok, rivayet var;
Sadakat yok, küfür var;  
Etkin Akıl yok, akıl var;
Mutlak İrade yok, bağımsızlık var;
Yaratıcı yok, yaratık var;
Sünnet yok, Peygamber var;
Vahiy yok, din var;
Ceza yok, kayırma var;
Hakkaniyet yok, benlik var;
İstikrar yok, hukuk var;
Hâkimiyet yok, devlet var;
Meçhullük yok, yarın var;
Bakilik yok, fanilik var;
Güven yok, teknoloji var;
Mutluluk yok, bilim var;
Ölümsüzlük yok, ilim var;
Çare yok, egemenlik var;
Şükür yok, gurur var;
Sabır yok, isyan var;
Ecel yok, ebedilik var;
Başarı yok, kibir var;
Engelleme yok, tadilat var;
Amel yok, söz var;
Doğru yok, yalan var;
Siyaset yok, politika var;
Edep yok, cinsellik var;
Ahlak yok, sömürü var;
Kur’an yok, düzen var;
Temiz yok, kirli var;
Gören yok, göz var;
İşiten yok, kulak var;
Kavrayan yok, kalp var;
İdrak eden yok; akıl var;
MÜSLÜMAN YOK, MÜNAFIK VAR…

Müslümanlık gibi eşi olmayan bir şeref, nefsin eline terk edilmiş olsaydı; ne vahiyle inmiş Kur’an’a ne de indirileni tebliği ile görevlendirilmiş Peygamberlere ihtiyaç olurdu.

Seküler-laik ve demokratik bir devletin verebileceği hayır değil şerdir! Dolayısıyla mutlak hâkim olan ALLAH’ın dışlanarak beşere iman edilmesinin doğurduğu imkânsızlık pratikle kanıtlıdır.

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

“De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır. Nur 54


(Benim yaptığım) ancak Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Artık kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır. Cin 23

8 Kasım 2018 Perşembe

Türkçülük kâfirliktir…

Diğer bir ifadeyle dolaylı olarak açık bir inkârcılık ve bir İslam karşıtlığıdır.

Türkçülüğün bayraktarı ve rehberi Hüseyin Nihal Atsız der ki; Kur’an, Allah kelamı değil, Muhammed’in kendi talimatıdır.” Yani ona göre Hz. Muhammed “Ben Peygamberim” diye ortaya çıkıp halkı aldatan, (haşa) bir sahtekâr konumundadır.

Atsız Mecmua'nın 12. sayısında yayınlanan "Aynı Tarihi Yanlışlığa Düşüyoruz" adlı makalesinde "Dilimize önce Allah girerek Tanrı’yı kovdu. Arkasından 'Muhammed' geldi" diyerek derin kinini göstermiş İslam karşıtı öyle bir kâfirdir ki, “Kur’an’ın Muhammed’in talimatı” olduğunu söyleyerek, Hz. Peygamberin kendi kafasından kurguladığı şeyleri Allah kelamı diyerek, insanları aldattığını iddia etmiştir.

Yine Atsız Mecmua'nın 17. sayısında çıkan "Çanakkale Savaşı" adlı makalesinde, gençliğin bir gemiyle eğlenip içerek Çanakkale’ye gitmesini eleştirir ve Türk gençliğine şöyle seslenir: "Sen Arap Muhammed'in mezarını artık bıraktıktan sonra senin kâben Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir? Sen kâbene, rahat bir geminin içinde cazbant dinleyerek mi, yoksa yalçın yollarda vaktiyle Çanakkale'de Türk vatanını korumaya koşanların çektiği zahmeti çekerek, yayan mı gitmek istersin?

Ki, Hüseyin Nihal Atsız gibi Türkçüler öyle yalancı, iftiracı ve sahtekârdırlar ki, haçlı müşriklerinin dâhili uzantıları olarak güttükleri payda, “Kur’an’ı Hz. Muhammed’in kendisi hazırlayıp, Allah bana vahyediyor diye halkı peşine takması” düşünceleridir.

Dolayısıyla İslam’ın ve imanın en temel hakikatini inkâr ederek; “Kur’an, Muhammed’in talimatıdır”  diyebilen Nihal Atsız ve malum Türkçüler, birde kalkıp “İslam Türk’ün ve Turan’ın dinidir” söylemleriyle iman etmedikleri İslam’ı sömürmek maksadıyla istismar etmekte ve bir çeşni olarak değerlendirerek Müslüman halka hoş görünmektedirler.

Nihal Atsız’ın aksine Türkçülüğün fikir babası Ziya Gökalp, samimi olmasa da İslam’a inanırdı ama İslam’ın yenilenmesini isteyen bir reformistti. Diğer bir ifadeyle İslam’ı Türkçülükle özdeşleştirmekten yana bir tavır içindeydi. İslam’a vahyi olarak inanmak yerine sosyolojik ve rasyonalist olarak ele almaktaydı. Oysa İslam bir vahiydir; dolayısıyla sosyolojik ve rasyonalist bir anlayışa ve kanıta ihtiyacı yoktur.

Ziya Gökalp’ın Allah’ı milletle aynı seviyede tutması Türkçülük anlayışının bir yanlışıydı. Çünkü hata ve yanlışlarla dolu olan yaratık bir millet ile her türlü kusurdan uzak olan yaratıcı Allah’ı bir tutmak, asla doğru olamayacak bir şirkti. Ne var ki, Ziya Gökalp'in inanmaya olan hürmetine dayanarak ilahiyatın yerini sosyolojiyle doldurmak istemesi apaçık bir zehirdi.
      
İslam’la şereflenmeleri akabinde kendilerini yaratıcıları Allah’a adamış olan Müslüman Türk Milleti’ni ve devletlerini tahttan indiren Türkçülük yani milliyetçilik fitnesiydi. Kimi Türkçüler doğrudan İslam’a karşı olsalar da; kimileride İslam’ı bir meze olarak kullanmak suretiyle “olmazsa olmaz” Müslümanlık bağlılıklarını maskeleriyle sürdürmüşlerdir. 

Güya İslamiyet’in Türkleri gerilettiğine ve körlettiğine inanan Türkçüler, yine de karşı oldukları İslam’dan Müslüman milletin imanından ötürü vazgeçmemişlerdir. İslami açıdan Türkçülüğün Kürtçülükten ya da Arapçılıktan hiçbir farkı yoktur. Irkçılığın yani milliyetçiliğin öne çıkarılmasıyla İslami aşk ve tazimi yozlaştırarak gözden düşürme politikaları hep olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

1925 yılında İsmet İnönü, Türk Ocağı temsilcilerine yaptığı konuşmada şöyle der: “Görevimiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız."

Her ne kadar Türklerin dinin Müslümanlık olduğunu zoraki kabul etseler de, Türkçülüğü öyle bir üst kimlik olarak görürler ki, Türkçü olmak için mutlaka Müslüman olmaya gerek olmadığı ve din ayrılığı yüzünden gayrimüslimleri Türklükten çıkarmaya ihtiyaç bulunmadığı düşünceleriyle ikilem yaşarlar.  Bunu da Türkiye’de yaşayan ve hayatlarını kazanmak isteyenlerin dinleri ve ırkları ne olursa olsun Türk gibi konuşmak ve Türk gibi yaşamaya zorunlu tutulmalarıdır düşünceleriyle vahiy karşıtlığını kamufle etmeye çalışırlar.   

Haydi, Türkçülüğün bir ırkçılık olmadığını varsayalım. Peki, İslam’ı manipüle edebilmek için Müslüman Türk Milleti’ne dayatılmış bir milliyetçilik yani ulusalcılık olduğu gerçeği görmemezlikten gelinebilir mi? Türkçülükte dinin veya dinsizliğin ya da hıristiyanlık, yahudilik, zerdüştlük, şamanlık veya ateistlik gibi farklı inançların ve inançsızlığın önemli olmadığı; Türkçülük çatısı altında bir birleşmeyi dikte ettiği aşikar ise, Müslüman bir Türk’ün, Türkçü olabilmesi mümkün müdür?

Hani, milletin İslam idi; kavmiyetçilik nedir?
Irkçılık yapanların hıncı; bilesin ki dinedir!...
Türk, Kürt, Arap diye ayırmak; var mı İslam da yeri?
Fesatçılık olur vallahi; ırkı sürmek ileri…
Arap’ın Türk’e, Laz’ın Kürd’e üstünlüğü ne haber;
Küfür diye lanetliyor; öğren, Hazreti Peygamber.
                                           Mehmet Akif Ersoy

“Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice milletleri helak ettik; zaten onlar iman edecek değillerdi. İşte biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız. Yunus 13

“Andolsun ki, biz senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara açık deliller getirdiler. (Onları dinlemeyip) günaha dalanların ise cezalarını hakkıyla vermişizdir. Müminlere yardım etmek de bize düşer. Rum 47


“Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen aşırı gidenlerin emrine uymayın.” Şu’ara 151 - 152