31 Ocak 2018 Çarşamba

Dik durma; dikleş!

İnsana dik dur ama numunesine yani şeytana karşı mutlaka dikleş.

Hem de öyle dikleş ki, tuzağına düşürecek nefsi her türlü argümandan sıyıracak bir sertlikten asla taviz verme. Çünkü çarkına kapıldığın anda yontulmak suretiyle tükenip gider; insanken hayvandan daha aşağı bir sapkına dönüşürsün.

Aslında tek bir söz dahi karşınızdakinin insan mı yoksa şeytan mı olduğunu gösterir ama nefsin galebe çaldığı temel bir yapıya sahipseniz, muhakeme edebilmeniz mümkün değildir.
 
Haksızlık ve adaletsizlik karşısında dikleşmeyip dik duran insan, ancak pazarlık gücünü arttırır. Dikleşen de sapmaksızın hakkı ve adaleti mukim kılar. Unutulmamalıdır ki şeytana karşı tüm pazarlık kapıları kapalı olduğundan dik durmak kısmen fayda getirir.

Gerek düşünsel gerekse fiziksel tüm gelişmeler yoruma dahi ihtiyaç bırakmayacak bir alenilikte cereyan etmekte, zalimce güdülen insanlar, numuneleri tarafından bedeni ve ruhi olarak sömürülmektedirler.

Ancak ne olduğunu bilene insan denir. Kendini bilmeyen numuneler insanları öyle yanıltmaktadır ki, aldanmamak için onlara karşı dikleşmek insanlık için kaçınılmazdır.  Böylece her ne konuda olursa olsun kesinlikle işbirliği yapmamak ilk kural olmalı; hatta tartışmadan dahi kaçınarak herhangi bir nema beklentisi taşımak gayesiyle meşrulaştırılmamalıdırlar.

Neden insan, insan olmaya özlem duyduğu halde kavuşamayıp kötülüğün binbir türlüsünü işleyebilmekte; belalardan, sıkıntılardan, felaketlerden ve korkulardan kurtulamamakta; haddi aştıran nefsi isteklerden vazgeçememekte; iyiyi kötü, doğruyu yanlış ve hakkı batıl görebilmekte; aldatılabilmekte; kötüleri dost edinebilmekte; menfaati için insanlığı doğrayabilmektedir? Çünkü insanlığın bekası için yaratıcıları Allah ile birlikte tek yürek olmaları gerekirken, Allah’a düşman numuneleri de aralarına katmalarından!

Yarattığı kula merhamette ve rahmette sınır tanımayan Allah’ın vahyettiği ölçüde kötüye karşı sertliğe başvurmayan insanın insanlığa, iyiliğe, huzura, güvene, hak ve adalete ulaşabilmesi imkânsızdır.

Cini şeytanla uzlaşabilmek nasıl mümkün değil ise, insani şeytanla da uzlaşabilmek mümkün değildir. Öyleyse kötülüğün cirit attığı dünyada kötüyü insan mertebesine koyup insanlıkla özdeşleştirmek ancak cehennemi getirir. Dolayısıyla kötülüğün bertaraf edilebilmesi için sertlik ve savaş tartışılmaz bir mecburiyettir. 
 
Cennetsi vaatlerin nasıl cehenneme götüren nefsi hezeyanlar olduğu şeytanın varlığıyla aşikâr ise de, o insan numuneleri azgınlıklarından yine de idrak edememektedirler.
Müslüman bir Türk, karşısındaki yabancı bir güç ne kadar fazla ve donanımlı olsa da, ecdadı misali imanı gereği sabun köpüğü gibi yenmeye kadirdir. Ancak kendilerini tutan ve manipülasyonlarla düşmanlara yem eden politikacılar, Allah’ın bahşettiği o gücü çerçöp edebilmektedirler.

Peki, layık mı değiliz? 

Asıl tehdit ve tehlike yabancılar değil içerdeki hainlerdir. Nefse hükmeden o şeytanlar, tıpkı Afrin harekâtındaki gibi gücümüzü perdelemeye çalışarak öyle bir sinsilikle çökertebilme ihaneti içindedirler ki, insanlık adına insanlığı yok etmeye kalkışan şeytanlardır.

Yıllardır vurguladığım CHP’nin bitmek-tükenmek bilmeyen düşmanlığıdır. Öyle düşmandır ki, eline silah alarak herhangi gibi savaşma cesareti bulunmasa da, iğfal ettiği zihin ve kalplerle tahribatın en korkuncunu yapmaktadır. Çünkü CHP, sadece bu dünyadan ibaret olduğuna inanır! Ama Müslüman bir Türk, asıl hayatın ahiret yurdu olduğuna inandığından şehadete koşar ve şehit olduğunda ise sevinçle karşılar
.
Bilinmelidir ki, Türkiye için yıkıcı tehlike ne ABD, ne İsrail, ne Rusya, ne FETÖ, ne PKK, ne de başka biridir. Sadece bedenimize değil ruhumuza da nüfuz etmiş CHP’dir.


"Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!" Tahrim 9 - Tevbe 73

29 Ocak 2018 Pazartesi

Nefsi olan doğru ya da yanlış…

Nedir bilir misiniz; adalet düşmanlığıdır!

Mutluluk bedende değil nasıl ruhta ise; adalette nefsi isteklerde değil Allah ve Resul’ünün hükümlerindedir. Çünkü nefsi galebe çalmış insan, doğru yahut yanlışı kendisi belirlediğinden asla adil olamaz.

Allah ve Resulünün hükümlerini yapmamayı günahkârlık, inkâr etmeyi ise kâfirlik olarak yorumlanması münafıklık denen tehlikeyi meşrulaştırmaktadır. Neden yerine getirilmeyen hükmün, münafıklık olduğu vurgusundan ısrarla kaçınılmaktadır?  Seküler-laik düşünce düzeyinde de devletin yasalarına karşı çıkılması hainlik değil midir?

Sözde Allah’a özde nefislerine iman edenlerin çoğunluğunda nefis doğrultusundaki doğru veya yanlışlar, haksızlık ve adaletsizlikleri doğurmakta; böylece ardı arkası kesilmeyen karışıklıklarla doğru ve yanlış savaşı sürmektedir. Dolayısıyla nefsini rehber edinmiş birinin haksızlık ve adaletsizlikten şikâyeti, tıpkı narsistin acı çekmesinden dertlenmesi gibidir!

Mutluluk nedir? Neden mutluluklarla övünülürken felaketlerle yere serilebilindiği sorgulandığında; mutluluğun bedende değil ruhta olduğuna inanılabilecektir. İnsanı mutluluğa götüren; yaratıcı Allah’ın doğru ve yanlışlarla ilgili indirdiği hükümlere tevekkülüdür.  

Gül deyip geçmeyin; aslında gül gönül alma veya nefsi arzulara ulaşma etkisinden ziyade hayattaki gerçeğin ta kendisidir. Gülün kendisi nasıl iyiyi, güzeli ve mutluluğu ifade ediyorsa, dikeni de acıyı, sıkıntıyı ve musibeti simgelemektedir. Dikensiz bir gül olamayacağı gibi, kötülüksüz iyilik, sıkıntısız mutluluk, musibetsiz tecrübe ve savaşsız barış olamaz. Her olay “o kitap”’ta belirlenen zaman diliminde olgunlaşarak ya güldürüyor ya da ağlatıyor.  Ne olabilecekleri önleyebiliyor, ne olmayacakları var edilebiliyor, ne değiştirebiliyor, ne de kaçıp kurtulunabiliyor!

Her nefsin kendi doğrusu; kötü ve yanlışı yayarak meşrulaştırmakta; hür düşünce, davranış ve ifade çerçevesinde mutlak doğru, ne sosyal ne de siyasi hayatta yaşam bulabilmektedir.

Doğru-yanlış, iyi-kötü arasındaki muhakemede nefsin galebe çalması; benlik merkezli insanların tanrılaşma güdüsünden doğmakta; dolaysısıyla yaratıcı Allah karşısında yaratık bir kul olma gerçeği benliği aşağıladığından batıl odaklı düşünceler rağbet görmektedirler.

İlahi değil de benlik mihraklı doğru ya da yanlış anlayışlar müminleri de etkilemekte,  farkında olmadan ateistler gibi düşünülebilmektedir.

Bir şeyin iyi veya kötü olduğu kararına, onu yaratan varlık belirler. Seküler-laik düşünce “akıl tanrıdır” felsefesiyle ne kadar üste çıkmaya çabalasa da, karmaşık ve yaşamla örtüşmeyen teorilerinin içinde boğulmakta ve dilediği nefsi düzeni egemen kılabilmek için dini ve ahlaki tüm prensipleri tarumar etmektedir. İnsanın, kendi gibi yaratılmış olan olay veya düşünceler konusunda yaratıcı yerine geçmesi, nefsine teslimindendir. Ki, bu yüzden nefse hoş gelip tatmine neden olan yanlış ve kötü ne var ise, o nefis için iyi ve doğrudur. 

Neyin doğru veya yanlış, iyi veya kötü olduğu seçimi nefislerce onandığından, suç kavramı vahyi kurallara göre değil benliği yücelten hezeyanlara göre belirlenmektedir. Dolayısıyla gerek kişiler, gerekse milletler arası ilişkilerde ki barış ve uzlaşma; tamamen geçici çıkarlara dayandığından kalıcı ve samimi bir bütünlük sağlanamamakta, dolayısıyla yanlışı doğrulaştıran oportünizm insanlığı mahvetmektedir.

Yanlışa karşı mücadeleyi engelleyen menfaat doğruyu kıymakta; böylece kötü ve yanlış hâkim olmaktadır.

Toplumdaki suçları üreten nefsi doğrulardır. Suçlularda nefisleri doğrultusunda yargıya gitmelerinden yanlış olan fiilleri, diğerleri gibi kendilerince doğru kabul edilmektedir. Yanlış üzerine inşa edilmiş bir düşünce düzeyinde başka bir yanlışın yerilmesi ne kadar doğrudur? Dolayısıyla nefisler arası meydana gelen çatışmalar felaketleri tetiklemektedir.

Seküler temelde ortaya konan sosyolojik teorilerin tamamı ütopiktir. Çünkü sosyolojik teorilerin tamamı benliksel çözüme odaklandığından, önemsediği dış faktörlerin etkisinde kalarak, iddiada bulunduğu kuramı gereği o dış faktörleri oluşturanında insan olduğu gerçeğini işine gelmediğinden görmemezlikten hatta kabullenmezlikten gelir. Sığ, maddi ve yüzeysel yaklaşımla içine girmekten kaçınılan yaradılış fıtratı ve ruhun derinliğine inilmediğinden, yaratıcı Allah’a olan iman ve inancı reddeden teorilerle çalındığı gibi oynanarak aklı karıştırılan toplumlar mahvedilmektedirler.

“Teori hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.“ S.Freud

Hata ve yanlıştan münezzeh olmayan insanoğlunun kaçınılmaz suç riski, öncesinde kendini yaratan Allah’a karşı itaat ve sadakatle başlar. Kendini yaratan Allah’a böbürlenerek isyan edip hükümlerine boyun eğmeyen, hatta inkâr edip kendini üstün tutarak tanrılaşan bir insanın iyisi veya doğrusu olamaz. O daima kötü ve yanlıştadır. Bazı davranışları yararlı görünse de, yaratıcısına ihanet ettiği gibi etki nispetinde de yakınlarına, ülkesine ve insanlığa da hainlik yaptığı mutlaktır.

“Nice kötü insanlar vardır ki hiç iyi yanları olmasa daha az tehlikeli olurlardı.” La Rochefoucauld

İyi ile kötü, doğru ile yanlışı yaratıcısı Allah’ın koyduğu kurallara göre değil de benliği doğrultusunda belirleyen bir düşünceyle insanlık çerçevesinde anlaşabilmek mümkün değildir. Doğru ve yanlışı belirleyen Allah’ın kuralları nefse ağır gelmesinden, benliği özgürleştirici doğru veya yanlışlar türemekte, böylece her düzen, kendini imha eden suçluların tehditleriyle huzur ve güveni tesis edememektedirler. Çünkü düzen kurucular da suçludur ve yönettikleri toplumlara kötü örnek olmaktadırlar.

Dinli bir topluma seküler-laik esaslı hiçbir şey dayatılamayacağı gibi, dinsiz bir topluma da dini bir şey dayatılamaz. Zaman içinde dinin ya da dinsizliğin ağır basması kitleleri etkilese de, sonunda herkes aslına rücu etmekte, sonunda fizik kanunlarındaki basıncın yoğunlaşması misali patlama kaçınılmaz olmaktadır.

Sanki insan, ne olduğunu anlamadan iradesince insan olmuş bir başıboşluktaymış gibi, fertsel yahut toplumsal tek standart olan mutlak doğru ve yanlışları nefislerince reddetmenin bedeli ödenmektedir.

İnsanı yaratarak aydınlığa, barışa ve adalete kavuşabilmesi için kıstaslar vahyeden Allah’ı inkâr eden ateistler ile Allah’ı kabul edip peygamberlerini ve dinini reddeden deistler ve de münafıklar; iman etmiş her müminin tartışmasız düşmanıdırlar. Yaratıcısı Allah’ına düşman olandan daha hain, nankör, zalim ve suçlu kim olabilir?

Dolayısıyla Allah’ı inkâr eden ve buyruklarına boyun eğmeyerek böbürlenenler bir yana, secde etmeyenlerin dahi dost edinilemeyeceği, sevgi ve saygıda bulunulamayacağı, iyi ve doğru insan gözüyle bakılamayacağı aşikârdır. Ne sözüne ne şahitliğine ne de yöneticiliğine itibar edinilmelidirler…

Allah’ın helal saydığına haram, haram saydığına da helal diyebilen bir mahlûk, insan sayılabilir mi? Onun doğru veya yanlış dediği söze güvenilebilinir mi? İyi veya kötü tespitine inanılabilinir mi? Yaratıcısına asi bir eş veya yöneticisinin başkasına faydalı olabilmesi düşünülür mü? Adil ve merhametli davranacağı umut doğurabilir mi? 
          
Gazali’nin; "Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder" sözü misali; bedeni insan sanıp içindeki ruha inmeyen insan, kendini tanrı zanneder…

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” Nur 21


“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

25 Ocak 2018 Perşembe

Savaş, barışın ta kendisidir!

Barış içinde yaşamak isteyen her an savaşa hazır olmalı; ancak savaştan zerre kadar tereddüt edilmez ise sulh ve sükûn mümkün olmaktadır.

İnsanoğlunun yaratılmasıyla kötülük mukim kılınmış; böylece insan, fıtratının gereği ya yaratıcısı Allah ya hilkatteki eşi ya da nefsi için yaşamı boyunca savaşmıştır. Dolayısıyla insanı sertlikten ve savaştan alıkoymak imkânsızdır!

Erkek ile dişi, gündüz ile gece, sıcak ile soğuk, aydınlık ile karanlık, ölü ile diri, ruh ile beden nasıl birbirlerini tamamlayarak dualite gereği ayrılamazlar ise, savaş ile barış da aynıdır.

Savaş karşıtlığı ancak hak ve adalet için değil, nefsi çıkarlar adına yapılmış ise meşrudur. Aksine öyle gayrimeşrudur ki, kötülüğün istenmesine yönelik şeytani bir vesvesedir. İyilik ve kötülükle özdeşleşmiş nefis sahibi insanın fıtratına karşı çıkabilmesi olası değildir. Her halükarda kötülüğün cirit attığı bir âlemde savaş aleyhtarlığı doğrudan barış düşmanlığıdır. Dolayısıyla iyiliğin egemen kılınabilmesi için savaşın “’olmazsa olmaz’ mecburiyeti, kötülüğün bertarafı adına tartışılmaz bir yükümlülüktür. Ancak hümanist düşünce odaklı seküler-laik çerçevede savaşın horlanması, yaradılış düzenindeki kötülüğün yok sayılıp bilgi ve iradece sorunların diyalogla çözülebileceği zannındandır.

Yarattığı kula merhamette sınır tanımayan Allah’ın indirdiği hükümlerin çoğunluğunda savaşı emretmiş olması, iddia edildiği gibi haksızlıklara karşı sağduyulu(!) davranarak sorunların diyalogla çözülemeyeceğine apaçık bir kanıtıdır. Çünkü kötülüklerin elçisi şeytan, varlığını sürdürerek kötülükleri üretmekte ve ihyası mümkün olmayanların savaşla denetim altına alınabileceği vaaz edilmiştir. Kötüye karşı şiddet veya savaşa başvurulmaması öylesine bir insanlık düşmanlığıdır ki, iyiliğin, huzurun, güvenin, insanlığın, hak ve adaletin gölgesine dahi kavuşabilmesi tecrübelerle sabittir.

Var olan şerri ya da kötülüğü karşılıklı dostluk ve iyi komşuluk bağlarıyla güçlendirebilmek nefsin fıtratına terstir. Ki, basit bir aile içersinde, akrabalık, ortaklık, arkadaşlık, vatandaşlık ya da kapı komşuluğunda dahi bu anlayış geçerli olamamaktadır.

Acı ve yakım sadece savaştan ibaret değil, sonu ölüm ve helak olan binbir çeşit musibet ve fecaatlerle de gerçekleşmektedir. Öyleyse kötülüğe karşı hak ve adalet için yapılan savaş mı; aileleri yersiz ve yurtsuz bırakmakta; yaşamlarını elinden almakta; kayıplara yol açmakta ve vicdanları deşmektedir? Asıl vicdanı deşen, haksızlığa karşı mücadele etmemektir!

Savaş, barışın bir temel taşı olup yapıya sağlamlık kazındırma maksadıyla bozuk ve çürük olan bileşkeleri düzenden dışlayan bir adalettir.

Kötülüğe, diğer bir ifadeyle haksızlık ve adaletsizliğe karşı yapılması zaruri olan mücadelede ölmek yahut öldürmek için yaratılmış insan, barış manipülasyonuyla aldatıcılıkta bulunarak kötülüğün tuzağına düşmek suretiyle iyiliği yıkıp geçmemelidir.

Her insan fıtratı gereği savaş düşkünüdür. Ama kimi savaşı silahla yapar; kimi ilimle; kimi tartışarak; kimi de entrikalarla. Lakin sonunda hepsi ölür! Dolayısıyla savaş zorunlu ve kaçınılmazdır. Kötülüğün sardığı yeryüzünde hayati bir tehlike taşımayan olmadığı gibi karşı karşıya kalmayanda yoktur.
 .
Barışı doğuran nasıl savaş ise, savaşı da doğuran adalettir. Dolayısıyla savaşa karşı çıkmak barışa ve adalete karşı çıkıp kötülüğü yani şeytanı egemen kılmak istenmektir.

Ayrıca savaş aynı zamanda kirleri temizleyen bir su yani yağmur gibidir. Diğer bir ifadeyle rahmettir! Ki o rahmet, insanları dinginleştirir, nefisten koparır, kötülükten kaçırır, şükrettirir, haddi bildirir, ölümle olan nişanı hatırlatır, azgınlıkları boğar, vesveseden uzaklaştırır, gerçeğe yakınlaştırır, Allah’ı andırır.

Şeytanlıktan daha beter olan alçaklık nedir bilir misiniz; kötü olan hilkatteki eşlerine acıyarak hak ve adalet adına savaş karşıtlığı yapmak; ebedi bir galebe çaldıracak şehitlik etiketini yapıştırmamaktır. 
  
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bakara 216

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah'tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah'tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar! Nisa 78

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır. Nisa 76


“Allah onu (şeytanı) lanetlemiş; o da: «Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim» demiştir. (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.” Nisa 118-120

22 Ocak 2018 Pazartesi

Kaygılanma ey MÜSLÜMAN!

Gömülecek olan sadece bedenindir; ruhun ise şehadetinle birlikte bakiliğini öyle sürdürecektir ki, dünyada iken hayal dahi edemediğin nimetlerle mükâfatlandırılacak, ölümsüzlüğün en doruğunu tadıp saadetin dibini yaşatacaktır.

Yaratıcı Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız bağlılık sözü vererek Müslümanlıkla şereflenmiş insan, O’nun dışında hiçbir güçten korkmamak ve mücadeleden sakınmamakla yücelmiştir.
İmanın temel şartı; “Eğer iman etmiş kimseler iseniz şeytan ve dostlarından korkmayın” hükmüyle ortaya konmuş, dolayısıyla iman ölçüsünün herhangi bir beşeri güçten korkulmayarak Allah’a ortak koşulmaması zapta alınmıştır.

Ancak İslam’ı dünya menfaatleriyle özdeşleştirilip materyalistleştirilerek hümanistleştirmesi Müslümanlığa fiyat etiketi konmasına sebep olmuş; böylece iman, dünyevi metadan yani nefisten diğer bir ifadeyle mal ve candan üstün tutularak vahiy karşıtı düşüncelerle devşirilmiştir. Doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, huzur ve güveni, hak ve adaleti, barış ve kardeşliği İslam’ın kriterlerine göre değil de hümanite anlayışıyla inşa edilmesinden Müslümanlık, seküler-laik düşünce karşısında çerçöp edilmiştir.

Oysa İslam, insana değil Allah’a hizmettir. Dolayısıyla Allah’a hizmet, otomatikman insanlığa, vatana, millete hatta yeryüzüne hizmeti doğurur. Ancak seküler-laik düşünce düzeyinde hümanist manipülasyonlu batıla hoş görünme maksatlı abartılardan dolayı doğrudan Allah diyemeyenler, insan üzerinden Allah’a göz kırpmaktadırlar. Tıpkı şeytanın hümanist maskesiyle insanı aldatması gibi!

İman etmiş bir Müslüman, Allah ve Resulüne savaş açmış kötülere karşı öyle sert davranmalıdırlar ki, iyiliğin bekası için ölmekten yahut öldürülmekten asla kaygı duymamalıdırlar. Zaten insan, ölmek için yaratılmıştır!

İyiliğin ölçüsü ancak Müslümanlıktır. Dolayısıyla ülkesine, anasına, babasına, eşine, çocuğuna ve kardeşine hasım bir kimseye hoşgörüyle davranmayıp her türlü bedeli ödemeye göze alarak nasıl mücadele edilebiliyor ise; Allah, Resulü ve İslam, daha az sevgilimidir ki umursanmayabilinmektedir?

Kötüye yani haksızlık ve adaletsizliğe karşı yapılması zaruri olan mücadelede ölmek yahut öldürmek için yaratılmış Müslüman’ın herhangi bir küfrün tuzağına düşerek tutsaklığına razı olmamalı; şeytanlıktan daha beter bir alçaklık olan kötülüğe galebe çaldıracak şehitlik etiketini kendine yapıştırmalıdır.

Nasıl olsa öleceğini bilen bir Müslüman asla ölümden korkmamalı ve göç edeceği ahiret için imanına yakışır şehadeti kucaklamalıdır. Ecelinin ne zaman ve nerede geleceğini bilmeyen bir Müslüman’ın dünyada biraz daha fazla kalabilmek adına ölümden kaçabilmesinin imkânsızlığı aşikârken; fanilik sevdalığını imanıyla örtüştürebilmesi ancak şeytani bir vesvesedir.

Hak ve adalet uğruna şehid düşenleri akılsız; kaçanları ise akıllı addeden nefsin nasıl yalancı olduğu ölümle kanıtlıdır. Dolayısıyla imansız bir ölümlü insanın hayvandan daha aşağı sapık olduğuna kanıt; bilgelik tasladığı halde bir saniye sonrasında başına ne geleceğini bilmemesi ve ecelini durduramamasıyla aşikârdır. Öyleyse vahiy dışı düşünen insan, nasıl oluyor da kadere meydan okuyabilmektedir?

Doğarken ölümle nişanlanarak dünyaya gelen insanın ölümden korkabilmesi muhakeme edememesinin bir sonucudur. Bedenlerin gömülecek olmasından kaygı duyuluyor ama ruhun ölmemesinden sevinç hissedilmiyor. Ya da mezara gidilip cesede dua yapılıyor ama berzaha çıkılıp ruha yapılmıyor. Kimileri ahirete iman ettiğini beyan edip cenneti diliyor fakat gitmemek ve dünyada daha çok kalabilmek için her türlü çareye başvurabiliyor.

Her ne kadar dünyanın fani, ahiretin baki olduğu aşikâr ise de, kaçmanın hiçbir faydası olmadığı ölümden kaygı duyularak kötüye karşı savaşmaktan kurtulmaya çalışılıyor ama sarp ve sağlam kalelerde olunsa bile ölümden kurtulunamıyor. 

Özellikle şehadetliğin ayrıcalığı ve yüceliği ikrar edilebiliyor ama şehid ya da gazi olmamak için binbir mazerete sığınarak kaytaran Müslüman, hâkim olması gerek dünyayı şeytana yani küfre diğer bir ifadeyle nefse peşkeş çekebilmektedir.

Ölmek istemiyor musun; kaçıyor musun; korkuyor musun? Oysa ölümsüzlüğün yani daima diri kalabilmenin formülü vardır; o da ALLAH yolunda şehid olabilmektir. Ama insan, imansızlığından ötürü o çareye güvenmemekte; dolayısıyla şehadeti de ölüm sanmaktadır. Lakin uykunun da bir ölüm olduğu gerçeği idrak edilebilmiş olsaydı; şehadette uykunun dahi olmadığı ve ebedi bir diriliğin mevcut bulunduğunu kavrayabilirdi.

Aslında Hak ve Adalet uğruna yapılan savaşlar sırasındaki ölüm, diriliğin en izzetli ve itibarlısıdır. Dolayısıyla korkakça yatakta ölmektense, haksızlıklara karşı mücadele ederek ayakta ölmekten daha muteber ne olabilir?

“(Resulüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Al-i İmran 169-170

“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler.” Bakara 8

“"Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik" diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.” Nur 47


 “Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111  

19 Ocak 2018 Cuma

Haine asla acıma!

En azılı düşmanın hidayete gelebilme ihtimali vardır ama hainin kesinlikle yoktur.

İnsan ile numunesini ayırabilmek ancak vahyi hükümlere bağlılıkla orantılıdır. Lakin gerek vahiy dışı dini; gerekse seküler-laik düşünce düzeyinde iyi ile kötü, doğru ile yanlış nefislere terk edilmiş olduğundan hainlik meşrulaştırılmıştır. Ancak nefsi hainlikler gayrimeşru; yaratıcı Allah’a karşı yapılan ihanetler ise hukukî sayıldığından hainlik veya sadakat nefsi doğrultuda ivme kazanmıştır. 
    
Oysa fıtratı gereği nankör ve hain olan insanı insan yapan sadakatidir. Ancak hainler, meslek edindikleri ihanetleriyle birlikte insanlıktan soyutlanarak şeytan misali lanete çaptırılmış bulunmalarından iflahları mümkün değildir. Bu sebeple insana değil, sadece fıtratlarına inanılıp güvenilmelidir. 

İnsanlar, aile bireyleri başta olmak üzere yakınlarına, sevip itimat ettiği kimselere ve devletlerine güvenerek maddî ve manevî her değerlerini tasarruflarına bırakmak suretiyle yarına emniyetle bakarlar. Her teşebbüsün akılla başarıldığını zannedip, hilkatteki eşlerini koruyucu, kalkındırıcı, muhafaza edici ve fayda sağlayıcı egemen güçler olarak görürler.

Ancak güvenilen kimseler tarafından ihanete uğranarak mahvolmaları akabinde Sezar misali “Sende mi Brütüs” sorusundan bir türlü kurtulamazlar. Mantıken güvenip dayanılması gereken yaratıcı Allah olması lazımken; nankörlük ve hainlikle damgalanmış yaratığa yani kula itimat ederek sığınılması, menfaat gözetilmesi veya zarardan sakınılacağı düşüncesi şirki, diğer bir ifadeyle hainliği doğurmaktadır. Üstelik birçok tecrübe edinilmesine rağmen!

Barış adına düşmanla bir arada yaşanabilir, uzlaşılabilir, arkadaş olunabilir, paylaşılabilir, hak ve adalet gözetilebilir ama hainle yani münafıkla asla! Hainin düşmandan farkı doğruyu eğip bükerek nefsi lehine şeytan kesilmesidir. Merkezi sinir sisteminde herhangi bir hücre tahrip gördüğünde organlar nasıl atıl hale geliyorsa, hainlikte aklı ve kalbi atıl halde getirmektedir.  
Kanalizasyonda temiz bir yer bulanabilmesi nasıl imkânsız ise, fıtratı hain olan bir insanın sadakatli, doğru ve iyi olması da mümkün değildir. Neredeyse herkesin birbirinden beter ve çıkarı için çalıştığı bir âlemde insan kalabilmeyi hainlik öyle engellemektedir ki, görünüşü insan ama ruhu bambaşka mahlûk olan etiketliler insanlığı doğramaktadırlar. 

Cesedi görsellikte ölümsüzleştirebilmek maksadıyla çürümesi engellemeye çalışılsa da, onun bir ölü olduğu gerçeği değiştirilememektedir. Ancak yapılan makyajsı müdahaleler her ne kadar gerçekten uzaklaşma algısı oluştursa da, ruha ilişilemediğinden yanılgıdan kaçınılamamaktadır. 

Mamafih insanın Allah’a ve birbirine karşı işlediği yüzlerce ihanete karşı öne sürdüğü gerekçeler, bahaneler ve mazeretler öyle sığdır ki, sanki hainlikte değil sadakatte bulunmuş gibi değer kazanır. Oysa ihanet ve nankörlükle özleşen insan, salgın hastalıklardan ve afetlerden çok daha büyük tehdittir.

Hiçbir insan yoktur ki, haksız ve adaletsiz olduğu halde hak ve adalet aramasın; hain ve nankör olduğu halde merhamet ve vefa beklemesin; suçlu olduğu halde masum olduğunu söylemesin; fırsat peşinde koştuğu halde erdemlikten bahsetmesin; insafsız olduğu halde hümanist kesilip hesap sormasın. Hâlbuki kötülerin en kötüsüdür ancak imkâna kavuşmasıyla deşifre olur ve güncelleşen yahut ortaya çıkan hainliğiyle aynaya dahi bakamaz hale gelir.

Fıtratı gereği günah veya suç işlemeye meyilli bir insanın masum olabilmesi asla söz konusu değildir. Her neyin içinde yahut her ne ile karşılaşmışsa mutlaka onu dürten bir faktördür ama ak sütten çıkmış kaşık misali kendisini bîgünah sanır. Oysa hayatı ile ilgili bir otokritik yapmış olsa bedbahtın en bedbahtı olduğunu idrak edebilecek ve başına gelen musibetler ile ilgili o an bir suçu olmasa dahi geçmişte işlediğinin bedelini ödediğini anlayabilecektir.

Şüphesiz yaratıcı Allah’a hainliği meslek edinmişlerin hilkatteki eşlerine hainlik etmeyip sadakatte bulunabilmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla sadakat ancak Allah’a imanla orantılıdır.
İnsanlığı, milletleri ve devletleri zaafa uğratıp güçsüzleştirerek esaret altına girmelerine yahut yıkımlarına neden olan ihanetlerdir. Nefsi arzu ve isteklere gem vurulamaması ihanetleri oluşturmakta; böylece dev iken pireye dönüştüren zayıflığı doğurmaktadır. 

Hainlik, her insan, toplum ve ülke için asla bağışlanamaz bir felaket ise de çıkarlar doğrultusunda kabul edilebilir olması hainliği meşrulaştırmıştır.

Makedonya Kralı İskender, muhteşem hazinelere sahip Pers Kralı Darius’u yenilgiye uğratması akabinde kralın savaş meydanından kaçarken kendi askerleri tarafından ihanete uğrayarak öldürülmesi üzerine söylediği son söz; ”Yaşadığım gibi şanıma lâyık bir biçimde ölemediğime ve bir pislikmiş gibi güvendiğim askerlerim tarafından öldürüldüğüme kahrediyorum” olmuştu. İskender, düşmanı kralın kendi askerleri tarafından ihanete uğrayarak öldürülmesine içerlenerek çok öfkelenmiş ve kimin Dairus’u öldürdüğünü sorması üzerine, İskender tarafından mükâfatlandırılacağını düşüncesiyle böbürlenerek ortaya çıkan hain asker, “sizin için ben öldürdüm” itirafı akabinde İskender tarafından hainlikle suçlanıp kafası kesilmişti.

Affı hatta tevbesi dahi kabul olmayan ihanet öyle bir felakettir ki, yaptırımı dünyada ölüm; ahirette ise ebedi bir cehennemdir. Bu sebeple Allah resulü hadisinde “Münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir” buyurmuştur.  

Düşünün ki, peygamberler dahi kendilerine ihanet eden eşlerine fayda sağlayamamışlardır.  

Eğme haine boyun, ihanetten kurtulamazsın;
Satma sadakati nefsine, şerefsizlikle yaftalanırsın.

Övünme makyajladığın bedenine; ruhunla zillete duçar kalırsın;
Yoktur ölümlü bedene bir çare, ahirette zelil olursun.

Meyletme dünya ahvaline, fiyat etiketiyle dolaşırsın;
İşleme özrü olmayan ihaneti, affedeni bulamazsın.

Yaratıcı ALLAH’tan başka hiç kimseye dayanıp güvenme;
Mutluluktan havaya uçurana güvenirsen, yere çaktırması acı olur.

“Allah, inkâr edenlere, Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, (kocaları) kendilerine Allah'tan gelen hiçbir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: "Ateşe diğer girenlerle birlikte girin" denildi.” Tahrim 10

Kahrolası insan! Ne nankör (hain) dir!” Abese 17

“Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.” Hac 38
" Nuh: "Rabbim! dedi, yeryüzünde kafirlerden (hainlerden) hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler)." Nuh 26-27
“Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” Adiyat 6

“Allah; O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Teğabun 13

14 Ocak 2018 Pazar

İyiliğin ölçüsü…

Kötülüğe karşı yapılan mücadeleyle orantılıdır!

İyilik ve kötülüğü yaratan her kimse; doğru ve yanlışı O bildiğinden kuralları koymada zatına mahsustur.

İyiliğe karşı nefisleri yaratan Allah, iyilik elçileri peygamberlerine indirdiği hükümlerle doğruyu; kötülük elçisi şeytanla da yanlışı nüfuz etmek suretiyle insanlara yol çizmiştir.

Asıl mesele; neye ve kime karşı iyilik veya kötülük ile ilgili prensiplerin benimsenmesi ve ilke edinerek fiiliyata geçirilmesidir.

Esas itibariyle insanlığın var olma amacı kötüye karşı mücadele ve iyiliğin egemen kılınmasıdır. Ancak iyilik ve kötülüğün ya da doğruluk ve yanlışlığın hümanite gerekçesiyle nefsin eline terk edilmesi kötülüğü ve yanlışı daha da derinleştirmiştir. Çünkü her nefsin çıkarı doğrultusundaki kendi doğrusu yahut yanlışı iyiliği bertaraf edip kötülüğü mukim kılmakta; böylece yaratıcı Allah’ın tarafsız ve adil hükümleri nefsi düşüncelere peşkeş çekilmektedir.   

Seküler-laik bir düşünce düzeyinde iyi ile kötü, doğru ile yanlış nefislere bırakılmış ise; o düşüncede hak ve adaletin sağlanabilmesi mümkün olmadığı gibi vicdandan da söz edebilmek imkânsızdır. Unutulmamalıdır ki, vicdan doğrudan imandır!

Nefsin hüküm sürdüğü bir dünyada kendilerini hakka ve adalete adamayarak mücadele etmeyenlere ‘iyi’ diyebilmek söz konusu değildir. Nasıl ki doğru olmayanı yapmak, kötülüklerin en büyüğü ise; Hakk’ı olanı değil nefsi olanı yapmakta kötülüklerin en büyüğüdür.   

Nefsine göre iyi veya kötü ya da doğru veya yanlış yargısında bulunan kimseler öyledirler ki, dilleriyle şeytanın kötü olduğu kabul etseler de kalpleriyle iyi olduğuna inanırlar. Çünkü nefislere galebe çaldırarak yaratıcı Allah’ın hükümlerine karşı azdıran şeytan olmasındandır. Öyleyse o kimseler iyi ve doğru olabilirler mi?

İyilik ve doğruluğun en yaman hasmı hümanizm öyle bir zehirdir ki, şeytanın beslendiği bir gıda ve kötülüğün abidesi yani şeytanlığın ta kendisidir. Zaten en hümanist, nefsi olmasından ötürü şeytandır.   

Hümanizm’in ne olduğu; I. Hümanist Manifesto'nun ilk altı maddesinde açıklanmıştır.

1- Dinsel hümanistler, yani satanistler veya seküler-laik’çiler evrenin kendi başına var olduğunu ve yaratılmadığını kabul ederler.
2- Hümanizm, insanın doğanın bir parçası olduğuna ve sürekli bir işlemin (sürecin) sonucunda oluştuğuna inanır.
3- Hayat hakkında organik görüşü kabul eden hümanistler, zihin ve beden arasındaki geleneksel düalizmi reddederler.
4- Hümanizm, insanın kültür ve medeniyetinin, antropoloji ve tarih tarafından açıkça tanımlandığı gibi, insanın doğal ortamıyla ve sosyal birikimiyle olan ilişkisinden kaynaklanan kademeli bir gelişimin ürünü olduğunu kabul eder. Belirli bir kültür içinde doğan birey, büyük ölçüde o kültür tarafından şekillendirilir.
5- Hümanizm ileri sürer ki, evrenin modern bilim tarafından tanımlanan doğası, insan değerlerine ait herhangi bir doğaüstü ve kozmik garantiyi kabul edilemez hale getirir...
6- Bizim kanaatimiz gelmiştir ki; teizm ve deizm’in zamanı geçmiştir.

Hümanizm, her ne kadar  "insan sevgisi, barış ve kardeşlik" gibi mesajlar çağrıştırsa da, iyilik ve kötülüğü doğru ve yanlışlığın Allah otoritesinde değil insanlarda olduğu kurallarına bağlamış dindışı bir düşünce sistemidir. Bir başka deyişle insanı; Yaratıcıdan, peygamberlerden ve dinden yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırarak, insanları yegâne amaç ve odak noktası haline getirmiştir. Hümanizmin İngilizce'deki sözlük anlamı; en iyi değerler, karakterler ve davranışların doğaüstü bir otoritede değil de insanlarda olduğudur. Dolayısıyla hümanizm’in temel görüşü; evrenin ve insanın yaratılmadığı, kendi başına var olduğu, insanın kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu olmadığı, Allah inancının insanları ve toplumları geri götürdüğü gibi bilinen ateist yani şeytansı seküler düşüncelerdir.

Hümanizm bilgi sanılan öyle bir bilgisizliktir ki, her kötülük ondan akar. Ama içlerinde binlerce kötülük olan bunlar, insan sevgisi, ilericilik, barış ve kardeşlik maskesiyle kendilerini iyi zanneden hatta gösteren zayıflardır.   

Öyle ki, Allah’a iman etmiş olanların dünyasını kara görmelerinden her Müslüman’dan nefret eder ve kendileri aleyhine tehdit bularak düşmanlıkta sınır tanımazlar. Tıpkı günümüz dünyasında olduğu gibi!  

Bilinmelidir ki, kötülüğü bilmemek iyi yapmaz; dolayısıyla kötülüğü bilmeyen öyle tuzağına düşer ki, çıkmayı kötülükte bulduğundan kötülüğü iyilik sanır. 

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah'tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah'tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar! Nisa 78

“Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter. “ Nisa 79 


“Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. Şems 1-10

11 Ocak 2018 Perşembe

Bilim bir makyajdır!

Ama öyle mabutlaştırıldı ki, fizikötesi yani ruhsal âleme de indirilerek kuramlarıyla ahkâm kestirmek suretiyle egemenleştirilebilmiştir. Hâlbuki bazı hayvanlar vardır ki, ne bilim ne de hiçbir teknoloji kendilerine erişememektedir.

Allah’a karşı sürdürdükleri bilgi yarışıyla rakip olabileceklerini düşünen seküler pozitivistler, toplumları vahiyden uzaklaştıracak bilimsel telkinlerini ne kadar abartsalar ve makyajlasalar da, hayatın gerçekleri karşısında dumura uğramışlardır. İddia ettikleri vahiysiz bir bilim ve akıl ile insanları dinden uzaklaştıramadıkları gibi, yaratıcılık vasfı kazanabilmek adına bilimi de paçavraya dönüştürerek özünden koparmışlardır.

Allah yerine hümaniteyi, vahiy yerine bilimi, kader yerine iradeyi, kulluk yerine özgürlüğü, iman yerine nefsi, ruh yerine bedeni, gerçek yerine sanalı öne çıkarıp üstün kılabilmek adına yaratıcı Allahsız yani sahipsiz bir düzen inşa edebilecekleri hezeyanlarıyla çırpındıkça battılar; makyözlükten öte temelde ne bir ilerleme ne de bir değişim kaydedebildiler. Dolayısıyla ne ölümü durdurabildiler ne eceli belirleyebildiler ne hastalıkları engelleyip mutlak bir şifayı gerçekleştirebildiler ne de kötülük ve musibetleri kökten kurutacak bir oluşumu yaratabildiler.
Tüm zamanların en büyük bilim adamı olarak tarihe geçen Isaac Newton’un evrene bakışı; “Güneş sisteminin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri, yalnızca akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir. Bu varlık yalnızca dünyanın ruhunu değil her şeyini yöneten Allah’tır.”

Kendini ilme ve insanlığa hizmete adamış bilim adamları gerçekleştirdikleri icatlar karşısında asla böbürlenmemişler, yaptıkları tek şeyin Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek tevazusuyla eserlerinin kendilerine ait değil, yaratıcı Allah’a ait olduğuna inanmışlardı. Çünkü mümkün olmayanı değil, mümkün olanı kullanılabilir hale getirmişlerdi.

Bilimi insanların huzur ve refahı için değil, savaşsız mahvedebilmenin yolu görerek akılları karıştıran seküler-laik akademisyenler ve politikacılar, her ne kadar sokak teröristleri gibi ellerine silah alıp öldürmüyorlarsa da, gerçeği örtbas edebilme maksadıyla insanları asileştirerek isyana teşvik etmelerinden bilimsel teröristlerdir.

"İnsanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerekseme kalmayacaktır." G. Lessing

Hiçbir buluş başaramadıkları halde liyakatsiz unvan ve ezberleriyle öylesi bir benlikle tanrılık hevesine kapılmışlardır ki, yaşamlarında öğrendikleri bilgileri ve yaptıklarını gerçeklikle kıyaslayamadıklarından bilimlerinin çakıl taşları veya midye kabuklarını toplamaktan ibaret olduklarını fark edememektedirler.

"Uzun yaşamımda öğrendiğim tek şey var. Gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır." A.Einstein

Akademik hiçbir eğitim almadıkları ve insan gibi akıl sahibi olmadıkları halde böceklerin dahi onlardan üstün ve yetenekli oldukları; kadersi hayatın haddi bildirme gerçeğidir.


Örneğin; optik kuralları bilen ve ömürleri çok kısa olan kelebekler kadar herhangi bir insan mevcut değildir. Optikte kullanılan üç temel kural vardır.

1) Bir yüzey, üzerine gelen güneş ışınların yüzeyle yaptığı açı 90 dereceye yaklaştıkça ısınır.
2) Aynı açıda güneş ışını alan iki yüzeyden koyu renkli olanı daha çok ısınır.
3) Yansıtıcı bir yüzey, üzerine gelen ışını normali (yüzey ile 90 derece yaptığı var sayılan dikme) ile kaç derece yapıyorsa o açıyla yansıtır.

Size, akıl ve bilimin yaratıcılığından ahkâm kesenlerin bilmediği ya da farkında olmadığı bu kuralları bilen kelebekler olduğu söylense, buna inanır mısınız?

Adı Colias Kelebekleri olan böcekler; vücut sıcaklığı 28 dereceden düşük olduğunda uçmayıp hemen kanatlarını açarak sırtını güneşe dönmek suretiyle güneş ışınlarını dik alacak şekilde durur. Kelebek yeterince ısınıp vücut ısısı 40 dereceye çıktığında, kendi ekseni etrafında 90 derece döner. Böylece güneş ışınlarını yatay alır hale gelir. Bu durumda güneş ışınlarının ısıtıcı etkisi en aza indirildiğinden kelebeğin vücut ısısı düşmeğe başlar. Ayrıca bu cins kelebeklerin kanatlarında siyah lekecikler bulunur, üstelik bunlar vücudun en çok ısınmaya ihtiyaç duyduğu yerlere yakın olarak yerleştirilmiştir. Böylece daha çabuk ısınan lekeciklerden yapılacak ısı nakli için kullanılan mesafe kısalmış ve tam bir yarar sağlanmış olur. Diğer taraftan Pieris cinsi kelebekler ise, kanatlarını öyle bir açıda ayarlarlar ki, tıpkı bir mercekteki gibi tüm ışınları vücudunun en çok ısınması gereken yerde toplarlar.

Şüphesiz bu kelebekler, hayatlarının hiçbir döneminde fizik optik eğitimi almamışlardır. İçlerindeki herhangi birinin bir şekilde bunları öğrenip sonraki nesillere aktarabilme imkânsızlığı ve okullarının da bulunmadığı ortadadır. Colias ve Pieris kelebeklerine en çok ısınmak için ne yapmaları gerektiği, hem kendilerinin hem de güneşin ve onun ışınlarının yaratıcısı olan Mutlak İrade’ce bilgilendirilmesi ve yönlendirilmeleri, insan dâhil tüm yaratıklar için uyguna gelen öğretiler olmasına rağmen; bu tafra niye?

Belki fark etmiyoruz ama burnumuzun dibinde beşeri teknolojilerden değeri çok daha yüksek savaşlar cereyan etmektedir. Ancak bu savaşlar uçaklar ve radarlarla değil, yarasalar ile güveler arasında geçmektedir. Bu iki canlı da uçaklara nazaran son derece zerrecik olmalarına karşın, onlardan çok daha etkili bir hedef tespit ve erken uyarı sistemine sahiptirler. Yarasalar avlarının yerini bulmak için “ekolokasyon” adı verilen bir yöntemi kullanırlar. Yarasa, sayısı saniyede 25 ile 60 arasında değişen ses dalgalarını çevresine yayar.

Ses dalgalar›, etraftaki cisimlere ve canlılara çarpıp yarasaya geri döner. Yarasa, geri dönen dalgaları yorumlayarak çevresi hakkında son derece detaylı bilgiler edinir. Sistem öyle kusursuzdur ki, yarasa, gece karanlığında yakınındaki bir sineğin ne tarafa hangi hızla uçtuğunu tespit edebilir. Yeri belirlenen bir sineğin yarasa karşısında yapabileceği fazla bir şey yoktur. Oysa bazı güveler sineklerden çok daha üstündürler. Tıpkı bir kıs›m insan ya da devletin diğerlerinden üstün olmaları gibi! Çünkü onlar diğer güveler ve böceklerden farklı olarak, tıpkı AWACS uçaklarındaki gibi bir “erken uyarı” sistemi ile donatılmışlardır.

Noctuidae, Geometridae ve Arctiidae ailelerinden olan güvelerin kanatlarının altında bir “erken uyarı sistemi” gibi çalışan kulaklar bulunur. Bu kulaklar güve için son derece hayati öneme sahiptir. Güve kulakları sayesinde kendisinden 100 metre uzaktaki yarasayı duyarak yerini kestirebilir. Dahası yarasanın ortalıkta öylesine mi dolaştığını, yoksa kendisini hedef alan bir saldırıya mı başladığını belirleyebilir. Güvelerin kulakları, yarasaların yaydıkları çok düşük frekanslı ses dalgalarını algılayabilecek biçimde yaratılmışlardır. Böylesi akıl ve teknoloji üstü güce sahip hayvanlar için ne denebilir?

Neredeyse hayatın her karesinde sahip olduklarıyla şımaran ve böbürlenen kimselerin yaptırımsız bilgi ve iradeleriyle kendilerini üstün addederek nice böcekler kadar dâhi ve kabiliyetli olamadıkları aşikârdır. Fertsel veya toplumsal, sosyal veya cinssel, siyasal veya bilimsel geçici kazanımlarını iradece oluşturduklarını sanarak benliksel yanılgıdan kurtulamamalarından yaratıcılığa özenilmektedir.

"Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Ama ben, kendimi, deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi, bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum." Newton

Hayvan ve böceklerin eğitim almaksızın insanüstü muhteşem ve şaşmaz yeteneklerini fizyolojik bir içgüdü safsatasıyla açıklayan pozitif bilim; Darvin’in Türlerin Kökeni adlı kitabında ki   “İçgüdüler doğal seçmeyle kazanılabilir veya değişikliğe uğratılabilir mi? Arıyı, -büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden- petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” sorgusuyla içine düştüğü çelişkiyi itiraf etmesi, teorilerinin hiçbir dayanağı olmadığına bir delildir. Darvin’i teorisini sorgulayabilecek kadar zor duruma düşüren, her şeyin kendiliğinde oluştuğuna dair doktriniydi. Yaratıcısız bir yaşam!  

Bilimsel kural ve kaidelerin dışında edinilen bilgi, yapılan hareket ve davranışlar bilinçsiz bir içgüdü, eğitim ve iradece gerçekleşenler ise bilinçli ve mantıklı olarak değerlendirilmektedir. Gerçekte her iki yaklaşımda soyut olup fizyolojik ve biyolojik herhangi bir anlam ve değer ifade etmemektedir. Çeşitli sıfatlarla adlandırılan zihinsel ve duygusal oluşumların tamamı ruhun gizemli varlığından üreyen kulsal olgulardır. İçgüdülerle yapılan bir davranış nasıl bir reaksiyon oluşturabilsin ki, organizmada fonksiyonel bir görevi olan beyni dürterek idaresel gücü etkileyebilsin? Nasıl oluyor da zihinden bağımsız geliştiği iddia edilen olaylar doğuştan gelen bilinçsiz bir davranış, kendilerince kabul edilebilir davranışlar ise geliştikten sonra oluşan akılcı ve mantıklı düşüncenin bilinçli sonuçları olabilsin? Öyleyse özgür eğitim ve iradenin etkisel ve dengesel işleyişini denetleyen egemen bir görevi bulunmamaktadır. Bu durumda bilinçli ya da bilinçsiz yapılaşmayla özleştirilen beyinsel bir düzeneğin ve özgürlüğün tutarlılığından bahsedebilmek ne derece mümkündür?

İnsan düşünce ve iradesinin merkez noktası olan ruha etki veya bir zorlama yapıldığında davranış bilinçli olabiliyor da, olağan bırakıldığında nasıl bilinçsiz bir davranışa dönüşüyor? Acaba beyin ve içgüdü aynı anda mı, yoksa farklı zamanlarda mı denetim sağlıyor, kabiliyet kazanıyor veya hangisi, nasıl üstün geliyor? Öyleyse bunların işlevini organize eden, denetleyen, çatışmalarını engelleyerek sağlıklı veya sağlıksız karar alabilmelerini sağlayan nedir? Duyguların sistem içindeki etkinliğini kim kontrol ediyor? Aklı ve iradeyi tahakküm altında bulunduran ruh mu, fiziksel beyin mi? Kadersel kanıtlar doğrultusunda hepsini denetleyen ve dilediği gibi ruhu programlayıp insanı yönlendiren yaratıcı Allah olduğuna göre; beyin, fizik, düşünce, mantık ve içgüdü bu oluşumun neresindedir? İstenç dışı olanları içgüdü, iradesel olanları beyinle açıklayan bir bilim olabilir mi?

Yaratıcıyı, ilâhsal kaderi ve ruhsal programı ısrarla reddeden pozitif bilim; içgüdüyü, fizyolojik bir yaklaşımla beyne adapte ederek, aracısı ve öğretisi olmayan bilgi ve davranışları bilinçsiz olarak değerlendirebilmektedir.

Hayvan ve bitki üzerinde araştırma yapan ünlü doğa ve fizik bilimcilerin bir kısmı nasıl yaratıcı Allah’ı keşfederek iman etmişlerse; bir kısmı da inkâr ederek çeşitli hipotezlerin karanlığında kaybolmuşlardır. Hâlbuki hayvanların, hatta ufacık böceklerin yapısal mühendislikleri, rızık ve barınak teminleri, üretimleri, savunmaları, avlanma veya saldırı savaşı yaparken kullandıkları yöntemler; insan aklının anlayamayacağı bir üstünlük ve yetenektedir. Arı, karınca, örümcek, yarasa, güve, termit, akrep, kelebek gibi nice böceklerin eksiksiz ve hatasız olan düzenleri hâlâ anlaşılabilmiş ve çözümlenebilmiş değildir. Göçebe kuşların dünyanın bir ucundan diğer ucuna uçarken kat ettikleri inanılmaz yolları, güç ve enerjileri, yön bulma kabiliyetleri, yiyecek ve içecek teminleri, düşmandan ve afetlerden sakınmaları, hangi insanın iradesiyle başarabileceği işlerdir? Her canlı düzeneğinde olduğu gibi, bu muhteşem düzeni de fizyolojik bir yapılanma, içgüdüsel bir kalıtımla ya da Kuantum Teorisi’yle açıklayamadığımıza göre; demek ki yaratıkların tamamı programlanmış ruhlarıyla bilgilendirilmekte ve yönlendirilmektedirler.

Eğer akademik unvan ve ezberleriyle bilim adamı statüsüne kavuşmuş vahyi ve Allah’ı reddeden seküler-laiklere umut bağlayıp saygı duyulacağına; o böceklere izzette bulunulması daha akılcıdır.

Karanlıklara tutsak edilmişlerin aydınlık serapları, nesilleri de ütopyalaştırmaktadır.

Yaratılan bir varlığın yaratıcı olabilme iddiası, evrenin temel yapısına ve tabii kurallarına aykırıdır. Hangi temel dayanağa göre pozitif bilimin vahiyden yani Allah sözünden üstün olabileceği ve bu anlayış çerçevesinde Mutlak İrade’ye baskı uygulayarak etkisiz bırakabileceği düşünülmektedir? Öyleyse neden başarılamıyor?

Einstein’ın ifade ettiği gibi; din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüşüyor ise, vahyi ilke edinmeyen bir siyasette ilhamı olmayan sömürgeci bir politikaya dönüşüyor.

"Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır. ‘İman et’. İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır." Max Planck

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler. “ En’am 38

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir. A’raf 146

“Onlar yeryüzünde (Allah'ı)  âciz bırakacak değillerdir; onların Allah'tan başka (yardım isteyecekleri)  dostları da yoktur. Onların azabı kat kat olacaktır. Çünkü onlar (gerçekleri)  ne görebiliyorlar ne de kulak veriyorlardı. Hud 20

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin. İsra 37


“Siz ne yeryüzünde ne de gökte (Allah'ı) âciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da bulamazsınız. “ Ankebut 22

8 Ocak 2018 Pazartesi

“O kitap’a karşı kuantum!

Ya da diğer bir ifadeyle levh-i mahfuz veya kader…

Bilimi vahye rakip kılarak egemenlik yarışına sokmak suretiyle Mutlak İrade’nin kayıtsız-şartsız hâkimiyetini fizikle aşmaya çalışan seküler-laik bazlı teorisyenler, adına “Kuantum Diyarı” verdikleri hipotezle matematiksel bir kâinat oluşturma içine girdiler ama pratikte hiçbir karşılığını bulamadılar. Oysa matematiğin insanı üstün bir doğruya götürmediği bilimsel bir gerçektir.

“Bilim, yalnızca doğanın matematiksel davranışını ortaya koyan yasalardan oluşur.“ Isaac Newton

Vahiy olmadan bilim, yaratıcı olmadan kâinat, ruh olmadan fizik var olamayacağından, düşünebilecek ne bir akıl, yaşanabilecek ne bir dünya, ne de bir hayat mümkündür. Hiçbir şey ne o an, ne de o kadar basit, sıradan, sebepsiz ve kendiliğinden oluşmaktadır. Onun için olayları fiziksel bir gözlemlemeyle veya deneysel metotlarla değil, yaşamı var eden, olayları yaratıp güden ve enerjiyi sağlayan vahye ve ruha yoğunlaşarak irdelemelidir.

Peki, Kuantum Fiziği; Kuantum Teorisi ya da Kuantum Diyarı nedir?

Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki serüvenler herkesçe bilinir. Alice’in yolculukları, küçülmesi, nükleer bir parçacık olması ve başkalaşımları, belirsizliğin, sırrın ve gizemin yaşandığı Kuantum Diyarı olduğu teorisidir. Bir atomdan bile küçük olan, entelektüel bir eğlence parkı düşünün. Bu eğlence parkındaki her düzenek, her oyun ve ilgi çekici her nesne, kuantum mekaniğinin farazi değişik bir özelliğini açıkladığı iddiasıdır. Doğaya ve nesneye ilişkin konularda çoğumuzun aklını karıştıran olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesinin güya bu eğlence parkında bulunduğudur. Böylece geleceğin belirsizliği, düşüncelerde oluşan ve kurgulanan bir ütopyada gerçekmiş gibi yaşatılmaya çalışılır.

Kuantum teorisi; atomun yapısını, atomu oluşturan temel parçacıkları ve bu parçacıkların birbiri ile etkileşimini inceleyen fiziğin hipotez dallarından biridir. “Fotoelektrik etki ve ısı kuramı” ile gerçekleştirilen deneyler arasında garip uyumsuzlukların baş göstermesi, bilim adamlarını derin bir arayışa itmişti. İşin ilginç yanı bilim adamlarının pek önemsemediği bir konunun tüm detaylarının önceden açıklandığı bir kuramın başlarına çorap örmeye başlaması endişeye dönüşmüştü.

Düş dünyası ile bilimi birleştirerek Alice’in yolculuklarının alegorisi kullanılmış; böylece kuantum dünyasının önemli noktalarını kolay anlaşılır bir zemine oturtmaya çalışılmış ise de, pratikte başarıya ulaşılamamıştır. Dünya ve kâinatın anlaşılmasının zor olmasından doğan belirsizlik, kuantum fiziğine dayandırılmış; olaylar aydınlatılmaya ve bilimsel kadere bir nitelik kazandırılmaya çabalanılmıştır.

Kuantum savunucuları, fotonların iki ayrı delikten geçişinin mantıksal olarak nasıl algılanması gerektiği üzerinde durarak; fotonlarla gözlemci arasındaki ilişkiyi aramaya çalışmışlardır. Ancak kesinlikle cevap veremedikleri soru; fotonun içyapısının ne olduğudur. Foton nelerden yapılmadır? Mahiyetlerinin, gerçek matematiksel anlamda, “nokta” olduğu varsayımıyla foton ve elektron gibi bazı elemanter (en basit yapıtaşı) parçacıkların bulunma kuramıdır. Oysa kimyasal hiçbir analizleri olmadığı gibi fiziksel hiçbir büyüklükleri de yoktur ve parçalardan oluşan içyapıları bulunmadığından parçalara ayrılamazlar. Fotonla ilgili olarak cevaplanması en zor soru ise, onun bir parçacık mı yoksa dalga mı olduğu gizemidir. Her zaman olduğu gibi burada da bilimsel bir paradoksun varlığı aşikârdır.

Fotonun ruh misali irdelenemeyen bir gizeme sahip olması, ruh olduğu anlamına mı gelmektedir?

Fotonların iki ayrı delikten geçmelerini iki ayrı dünya hareketleri olarak düşünülür. Onlara göre, girişim, bu birbirinden tamamen iki ayrı iki dünyadan her birinin birlikte hazırlanarak, birbirinin üstüne çakışmasıyla ve birbirlerini bütünleştirmesiyle oluşur. Yani, düşüncelerde oluşan dünya ile pratikte yaşanılan dünyanın çakışması, ya da ezelde programlanmış olan olayların zaman sürecinde güncelleşmesi! Dolayısıyla sonuçta her iki dünyayı oluşturup yönlendiren tek bir iradenin varlığını istemeden itiraf etme zorunluluğundan sıyrılamazlar. Vahiysel anlamda ise, her iki dünyanın çıkış noktası, “o kitap”’ta programlandığı doğrultuda fiziğin vuku bulmasıydı.

Kuantum teorisinin bilime ve doğaya farklı bir bakış açısı getirerek, Mutlak İrade’nin yani kaderin olmadığı bilimsel teorilere dayandırılmaya çalışılmış; belirsizliği aşabilecek matematiksel hesaplarla kanıtlayabilme arayışı içinde Kuantum safsatası doğmuştur. Ki, Einstein ve Planck gibi bilim adamları da Kuantum safsatasını reddetmişlerdi.

Evren ve içindeki her şey, Mutlak İrade’nin yönlendirmesiyle fonksiyon göstermekte; fiziksel belirsizlik ruhsal etkileşmenin güncelleşmesiyle belirlilik kazanmakta ve bu doğrultuda hiçbir sapma göstermeden akışını sürdürmektedir, Dolayısıyla öncesi her ne kadar fiziksel belirsizlik olarak algılansa da, ruhsal yani kadersel bir bilinmezlik değildir. Yalnızca fiziksel bilinmezliktir, zamana ve programa göre güncelleştiğinden, öncesini kestirebilmek mümkün olamamakta ve Mutlak İrade sahibi olmayı zorunlu kılmaktadır.

Gelecekle ilgili belirsizliği aşabilmek için, geçmişte olan olaylar incelenerek, geliştirilen yöntemlerle tahmine dayalı saptamaların yapılması, yanılgıların devamını sağlamaktadır.  Dünyanın ekranında oluşan aydınlık ve karanlık noktaların fiziksel belirsizliği, tıpkı yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık olarak algılanmasından farksızdır. Çünkü fiziki gelecek meçhuldür ve geçmişe dayalı üretilen olasılıklar, hiçbir bağlayıcılık taşımamaktadır. Ancak geçmiş olayların ve hareketlerin geleceği yansıtan dalgacıkları zamansal ve kuvvetsel belirliliğe kesin bir katkı sağlamadığından, gözlemci ve bilimsel teoriler sürekli yanılabilmekte, dolayısıyla mutlak bir sonuca ulaşılamayarak, umutlar pratiğe dönüştürülememektedir.

İnsan bilgi ve iradesinin belirleyici ve yönlendirici bir güce sahip olamaması, tamamen kaderin etkisinden ve programına müdahale edilememesindendir. Fiziksel olayları oluşturan ruhsal gücün zincirsel halka bütünlüğü içinde varlık göstermesi, aslında ciddi bir sorgulama ve gözlemlemeyle anlaşılabilecek açıklıkta olsa da, tumturaklı bir iman şarttır.  

Kuantum teorisinin doğuşundan günümüze kadar ki sürecine bakıldığında, bu teorinin fiziğin uygulamalı bir dalı olduğu düşünülse de, tamamen ütopiktir. Sayısız deneyler yardımıyla kuantum teorisinin genel esasları ortaya konmaya çalışılmış ama hiçbir zaman pratik bir başarı sağlanamamıştır. Diğer yandan Young deneyi problemi gibi gözlemci, gözlenen ve zaman kavramları üzerinde net bir felsefi çözüme de gidilememiştir. Felsefi çatıdaki eksikliklere rağmen atom ve çekirdek yapısı, elektriğin nakli, katıların mekanik ve ısıma özellikleri gibi oluşumlar kuantuma dayandırılmıştır. Öyle görülüyor ki, seküler-laik bilim adamlarının tüm evreni tanımlayan bir teoriye bağlanması, başka bir deyişle bilimin mutlak yaratıcı özelliğini kanıtlayabilmek için belirsizliği, olasılıklara dayalı Kuantumla aşabilme düşünceleri; doğasal ve toplumsal sorunları ve kâinatı çözmeye yeterli olamamıştır.

Kuantumu, daha anlaşılabilir bir açıklıkta izah etmek gerekirse; fiziksel hareketlerin güdümünü sağlayan “bilimsel kader” olduğudur. Yaratıcı ve kadersel düzenini ısrarla reddeden bilim adamları, bilgilerin varoluş sürecini düşler diyarı olan kuantumdan kaynakladığına inanabilmektedirler.

Ruhsal kadere karşı; bilimsel kader, yani fiziksel kuantum!

Seküler bilim adamları, keşiflerin rastgele doğuşu ve her şeyin birbirleriyle olan zincirsel bağını kabul etmelerine rağmen, bilginin yaratıcı Allah’tan değil de kuantumsal bir fizikle gerçekleştiğine inanmaya zorlanmaları, nasıl bir dayatmanın sonucudur? Her ne kadar mantıkları kabul etmese ve cevaplandırılamadıkları birçok soruları bulunsa da! Her bilginin fiziki bir Kuantum Diyarında saklı olduğunu ve zamanla ortaya çıkarak biçimlendiğini savunarak, fiziksel bir kaderi kabul ediyorlar ama ruhsal olanına ısrarla karşı çıkıyorlar. Neden? Özgür değil, kul olma korkularından!

Kuantum da gözlemci, gözlenen ve gözlemcinin birbiriyle bir bütünlük oluşturduğu düşüncesiyle beyin ve bilim tanımlanmaktadır. Bu, öylesine akıl almaz bir anlayıştır ki, Allah’ı ve vahyi reddetmeleri akabinde bilim ve teknolojinin doğuşuyla ilgili ortaya çıkan sebep ve sonuçları yargılayamamaları, boşlukta kalmalarına neden olmuş ve dolayısıyla fiziksel bir dayanağa ihtiyaç duyarak, düşler diyarı kuantum adında bir teoloji ve buna bağlı teoriler geliştirebilmişlerdir. Ne de olsa onlara göre ruhsal olan yaratıcı Allah’ın beyin hücreleri bulunmadığından, nasıl olur da evrenin sahibi olarak hücresiz bir Allah’ı tanıyabilirler?

Dünyanın gerçekleriyle ilgili konularda akılları karışmış, olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesini doğru ve anlaşılabilir bir açıklıkta ortaya çıkarabilmeleri için, biyolojik beyne ve kadersiz bir doğanın zannettikleri fotonsal, maddesel ve fiziksel gücüne yoğunlaşmışlardır.

Oysa fotonların gizsel varlığı ruhsal oluşlarını kanıtlamaktadır. Eylemleri ve varlıkları ortaya çıkaran etkenlerin her zaman var olduğuna ve onları harekete geçiren bir nedenin mutlaka olduğuna inanmışlardır. Gelecek ile ilgili fiziki belirsizlik her ne kadar aşılamıyorsa da, hiçbir şeyin rastgele veya tesadüfe bağlı oluşmadığı, gelişmediği ve muhakkak bir merkezden yönetildiği; dolaylıda olsa rasyonalistleri, mantıkçıları, evrimcileri ve maddecileri kabule zorlamıştır.

Evrende vuku bulan tüm olayların birbirleriyle olan bağlantısına inanmışlar ama tetikleyici ve yönlendirici “ilk halka” olan Mutlak İrade’yi yadsıyarak, Kuantum teolojisi adına sanal diyarlara özenip, her zamanki hayalperest hülyalarını sürdürebilmişlerdir. Şüphesiz felsefi ve akli dayanağı dahi olmayan böylesi bir teorinin mantıklı bir açıklaması olmadığı, hiçbir koşulda hayatla örtüşmediğinden anlaşılmaktadır. Çünkü ruhsuz bir kainat, akıl ve fizik düşünülemez.

Ne var ki bilimin güvenirliliğini baltalayan Kuantum Teorisi’nin gerçekle bütünleşmeyen bilimsel bir teoloji olduğunu fikir babaları dahi itiraf etmiştir. Hatta kuantum ile ilgili buluşlarını gerçekleştirme yolunda ilerlediklerini dünyaya duyurarak, bu buluşun inanılmaz bir potansiyel vaat ettiği açıklamalarıyla, pratik anlamda hayata geçirilmesi ve kompleks yapıdaki sorunların çözülmesi yolunda önlerinde daha epey bir zaman olduğunu duyurmaları; Nasreddin Hoca’nın göle maya çalmasına benzemektedir. Zaten teori ve düşteki hipotezlerini bir de pratikte kanıtlayabilselerdi, hiçbir sorun kalmazdı!

Daha geçenlerde; dünyayı ayağa kaldırarak tanrılığa özenen nükleer fizikçilerin Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu başkanlığında bir araya gelerek, Cenevre’de yerin 100 metre altında 27 kilometrelik bir tünel inşa edip, evrenin oluşumu arkasındaki sır perdesini aralamayı, madde ve antimadde, yani ruhsal enerjiyi anlamak maksadıyla “Büyük Patlama”dan hemen sonra saniyenin binde birindeki sürede ortaya çıkan şartları yeniden yaratmak amacıyla yaptıkları yüzyılın deneyi, hatırlanacağı üzere fiyaskoyla sonuçlanmış; 5 binden fazla mühendis ve çalışanın tükettikleri 10 yıllık zaman ve harcadıkları 10 milyar dolar çöpe gitmişti. Ancak temel bilgiden yoksun insanları etkilemeleri bile onlar için propagandasal bir zaferdi.

“Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların kendileridir.” Nahl 105
“Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.” Şu’ara 223
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler. En’am 116

“Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir. Yunus 36

“Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. Fussilet 23

“Hâlbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez. Necm 28


“Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu.” Rahman 7