28 Eylül 2018 Cuma

Sebebi bakın neymiş…

İnsan şeytanlarının hüküm sürdüğü öyle bir düzende yaşıyoruz ki, cini şeytanlarla baş etmekten daha zordur.

Her ne kadar insan şeytanları cin şeytanlarının yardımcıları ise de, unutulmamalıdır ki, cin şeytanlarını Allah’a ortak koşturmaya çalışan insan şeytanlarıydı.

ABD’nin BM İnsan Hakları Komisyonu’ndan ayrılma nedeni İsrail’miş.

Konseyin ismine layık olmadığını belirten ABD, her ne kadar konsey içerisinde bulunan Rusya, Çin, Küba ve Venezuela gibi ülkelerin insan hakları ihlallerinde bulunduğunu öne sürse de, asıl nedenin konseyin İsrail'e karşı ön yargısının bulunduğunu belirterek, zalim İsrail’e arka çıkmada sınır tanımamaktadır.

BM insan hakları konseyin kronik bir İsrail ön yargısı olduğu bahisle Müslümanlara karşı uyguladığı zulme sessiz kalınarak eleştiri ve yaptırım getirilmemesini isteyen ABD, İsrail terörünün konseyce hazmedilmesi ardından tekrar katılabileceğini kaydedebilmiştir.

İnsan haklarını tamamen İslam karşıtı İsrail terörüyle özdeşleştiren ABD, ancak konseydeki İsrail lehine oluşacak yenilik sonrası yeterliliğe kavuşulabileceğini açıkladı.

Amacı haçlı-siyonist birlikteliğiyle Kur’an Müslümanlarını yeryüzünden silmek olan ABD, demokrasi manipülasyonuyla hedefine kısmen ulaşmış olsa da, taşeronu İsrail’i kayırıcı öyle bir barbarlık içindedir ki, cihad ehlinin canlarını Allah’a adamış olmalarından düşüncelerine tumturaklı varamamaktadır.

İnsan haklarını ihlal eden ABD ve kayırdığı işbirlikçisi İsrail midir; yoksa Müslümanlar mıdır? 

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun ifade ettiği gibi konseyin insan hakları ihlallerini savunma noktasında "yetersiz" olduğunu ileri sürmesi, Müslüman toplumların uğradıkları işgal ve zulümlerle ortadadır. Ancak Pompeo, Müslümanların insan statüsünde tutulmasından fevkalade rahatsızlık duymakta; bu sebeple BM insan hakları konseyini ‘ikiyüzlü’ olmakla itham etmektedir. Dolayısıyla İsrail terörüne arka çıkılmamasından şer gördükleri Müslümanların haklanmamalarına öfke kusmaktadır.

Oysa insanı yaratan BM değil ki, insan haklarını gözetici bir koruma kudreti bulunabilsin. Zaten Allah’a iman etmiş bir Müslüman ülkenin haçlı-siyonist güdümündeki BM insan hakları konseyine üyeliği tamamen bir şirktir. Allah yarattığı insan ile ilgili haklarını kapsayan kanunlar indirmemiş de, BM mi havale etmiş? BM, Allah’ın bir resulü yani elçisi olmadığına ve yeryüzü yönetimini de BM bırakıp gökyüzüne yerleşmediğine göre; BM kimdir? 

Türkiye’nin gözlemci devlet statüsünde yer aldığı BM insan hakları konseyindeki ilkesi Kur’an değil, Kur’an’ı reddeden haçlı-siyonist odaklı seküler-laik ilkelerdir.  Bu sebeple BM, dolaylıda olsa rab olarak kabul edilmiş olmalı ki, tamamen nefsi olan insan hakları konseyinde yer alabilmektedir.

Aslında BM insan hakları konseyinden çekilmesi gereken Trump değil, Erdoğan olmalıydı. Her halükarda vahye hasım BM insan hakları konseyinin amacı görmezlikten gelinemez. Gerekçesi her ne olursa olsun hiçbir Müslüman, iman ettiği Allah’ın insan haklarıyla ilgili hükmettiği kuralları yok sayarcasına nefsi arzulara uyamaz; kabul edemez.  

 “Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır?» “ Enam 81

“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. Bakara 159

“Bu (Kur'an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.” Al-i İmran 138


“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Nisa 140 

27 Eylül 2018 Perşembe

Güven yoktur…

Çünkü ölüm vardır!

Ne kaçıp kurtulmana izin veriyor; ne geri koydurtuyor; ne geciktirtiyor; ne bulunulan yeri önemsiyor; ne doğarken nişanlanılan eceli değiştiriyor; ne güvenilerek uğruna can verilen beşeri gücün muhafazasını takıyor; ne korku ve tedbiri dikkate alıyor; ne hastalık, yaşlılık, sağlık veya gençliği dinliyor; ne gece veya gündüzü umursuyor; ne hayır ya da şerde olmana aldırıyor; ne de âlim veya cahil, zengin yahut fakir, kral ya da köle oluşuna bakıyor.

Peki, ölüm neyi gözetiyor?

Diriliği, ölümsüzlüğü; diğer bir ifadeyle ALLAH yolunda gerçekleşmiş olan şehadeti!

Ancak ahiret hayatının varlığına ve ölümsüzlüğüne inanmayan düşünce, nefsi sadece dünyadan ibaret gördüğünden geçici olarak kavuşabildiği menfaatleri güvenle özdeşleştirmektedir. Oysa yalnızca şehitler güven içindedir! 

Güvenin yahut güvenli olabilmenin yegâne yolu ancak mutlak bir iradeyle mümkün olur. Yaratılmış bir insanın da mutlak bir iradeye sahip olabilmesinin imkânsızlığından güven etkisiz kalmaktadır.

Güven tamamen kaderle orantılıdır. Bu sebeple kaderini eline alamayan insan, güveni de etkisi altına alamaz.

Kendi aklı, bilgi ve iradesiyle güvene kavuşamayan insanın hilkatteki eşine güven verebileceğini söyleyebilmesi öyle bir yalandır ki, ölüm, bela, musibet ve tehlike gerçeği ortada dururken, itibar edende aynı ahmak ve yalancıdır. Dolayısıyla yalana güvenildiğinden hakikat silinip süpürülmekte; böylece güven algısı seraptan farksız hal almaktadır.  

Bilim ve teknoloji ne kadar ilerleyip gelişmiş olsa da, yalnızca mümkün olanı bir araya getirmekten başka hiçbir bilinmeyeni, görünmeyeni ve dokunulamayanı çözemiyor; bedeni insan yapan ruhu üretemiyor; huzur ve güveni sabit kılamıyor. 

Her ne kadar beyinle özdeşleştirilen ‘yapay zeka’ denilen kuramlarla icat edilemeyen ruh gerçeği kamufle edilmeye çalışılsa da, ruhun fiziki bir aparatı olan beyin, iddia edilenin aksine sinirsel bir kütle yani kümbet olup, ancak ruhun güdümüyle işlev kazanmaktadır. Küçücük bir sineği dahi yaratamayanın insan yaratabilmesi mümkün müdür? Ancak yapay zeka gibi robotlarla göz boyayıp çalım atmaya kalkışılır. Zaten ruhun bedenden ayrılmasıyla gerçekleşen ölümle birlikte ne beynin ne de kalbin hayat vermediği apaçık ortadadır. Ya duygular!

İnsanı insan kılan hisler olduğuna ve beynin de hisleri doğurmadığına göre yapay zeka ancak yüzeysel programı doğrultusunda yazılımcısının sınırlı kölesidir ve insanın yerini alabilmesi mevzubahis değildir. Var olabilmesi için insanın yapacağı yazılıma ihtiyacı vardır ve söz konusu yazılımda kısıtlıdır.

Bu sebeple ruhu yaratamayan beşer, ne ölümü durdurabilmekte ne ruh yaratarak bir insan yahut bir canlı meydana getirebilmekte ne de mutlak bir güveni hasıl kılabilmektedir.

“Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” Münafikün 11

“Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter.” Ahzab 3

“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Tevbe 51

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (umut ettikleriniz) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de!” Hac 73 

“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir. Al-i İmran 185

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Al-i İmran 169

24 Eylül 2018 Pazartesi

Kötülerin en kötüsü…

Vahiy dışı seküler-laik devletlerdir!

Batıl hukuk, nefsi yücelten kanunlarla inşa edildiğinden adil olabilmesi mümkün değildir. Her rejimin bir hukuku vardır ve hukukun önemine işaret edilir lakin adil olup olmadığına hiç değinilmez. Hukukun çiğnendiğine vurgu yapılır ama devletin hazinesi olması gereken adalete yangın misali sahip çıkılmayarak kıyamet yaşanır.

Adil olmayan hukuk, ayakları olmayan engellinin ayakkabıları gibidir!

Kölelik karşıtı mücadelesiyle bilinen Amerikalı filozof Henry David Thoreau der ki; “Adil olmayan yasalar mevcuttur: Onlara itaat etmekle yetinelim mi, yoksa bu yasaları değiştirinceye kadar onlara itaat mi edelim, yoksa bu yasaları ihlal mi edelim? Bu tür bir devlet yönetimi altında insanlar genellikle çoğunluğu ikna edinceye kadar beklemek gerektiğine inanırlar. Eğer yasalara karşı gelirlerse, çözümün mevcut kötülükten daha kötü olacağını düşünürler. Fakat bilinmelidir ki, devletin kendisi çözüm olarak mevcut kötülükten daha kötüdür.”

Her nefsin doğru yahut yanlışı, adaleti mecbur kılan bir ihtiyaçtır. Ancak hukuk nefsi arzular üzerine inşa edilmiş ise, insanda nefsinden öte hiçbir şeye kaygı duymamakta, dolayısıyla adaletin değil nefsin peşine düşülmesinden kuvvetlinin zayıfı ezip geçmesi meşru hale gelmektedir.

Adaletin ilki devletten gelmiyor ise, devletin toplumsal düzen sağlayıcısı hukuk ne işe yaramaktadır? Adaletin hesap sorduğu bir yargıda çıkar ve kayırım hakkı gözetilirse, adalet doğranmıştır! Dolayısıyla Allah; ana, baba, kardeş ve evladının aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik etmekten vazgeçilmemesini emretmiştir. Ne var ki nefis, adil olmaya izin vermemekte, çıkar ve kayırım saplantıları hakkı ve adaleti öyle savurmaktadır ki, tıpkı kuvvetli bir rüzgârın bitkileri çerçöp haline getirmesinden farksızdır!

Haksızlığın hoyratça yaşandığı bir dünyada seküler-laik bazlı hukuklar ancak tükürükle boğulmalıdır ki, demokrasi manipülasyonuyla suçlulara ve kötülüklerin galebeliği önlenebilinsin.  Haksızlıklar karşısında susan korkak toplumların barış şemsiyesi altına sığınarak hiçbir direnişte bulunmamaları, seküler hukuku barınarak yapan devletlere cesaret kazandırarak hem dokunulmazlık sağlamakta hem de adaleti çiğnemelerine sebebiyet vermektedir  

Her ne kadar Allah, gerek peygamberimize gerekse geçmiş peygamberlere gönderdiği vahiylere şeytanın batıllık katmaya kalkışmasına izin vermemiş ise de, şeytana verdiği mühlet gereği iman sahibi olmayan insanları saptırmasına müsaade etmiştir.

Bunun üzerine Allah’ın doğru yolu üzerine oturan şeytan, vahiy dışı birçok düşüncenin bayraktarlığını yapmış ve insanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokularak asiliğe götürmüştür.

Şeytanın insanlara nüfus ettiği merkez seküler-laik devletlerdir. Toplumlara devletleraracılığıyla giren şeytanın adaletsiz hukuku haksızlıkları devlet ve diplomasi etiketiyle öyle meşrulaştırmış ki, vicdan ve adalet adına kelime oyunlarından öte hiçbir yaptırım uygulanamamakta, böylece söz konusu değerler insani olmaktan çıkıp şeytani olmaktadır.

Öyle ki, bir mahallede, şehirde yahut ülkede seri cinayetler işleyen azılı bir katil ortaya çıktığında; nefesler tutulur, korku yürekleri kaplar ve güvenlik güçleri alarma geçerek sürek avı başlatır. Lakin her gün binlerce insanı ya doğrudan ya da dolaylı yollardan öldüren devletlerin seri katillikleriyle ilgili uluslararası hukuk nefse veya yandaşlığa göre ya izlemekle ya da kınamakla yetinmektedir.  

Dolayısıyla kötü sokakta değil, vahyi reddeden seküler-laik devlettedir.

(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir resûl ve nebi göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşeri arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi ayetlerini (lafız ve mana bakımından) sağlam olarak yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Hac 52

“İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi.
Allah: Haydi, sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu.
İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.
«Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!” A’raf 14-15-16-17-18  

22 Eylül 2018 Cumartesi

Mahkûmiyet altındaki yargıdan…

Adalet beklenemez!

Yargıyı adaletsizliğe götüren seküler-laik hukuk sistemidir. Allah’a, diğer bir ifadeyle adalete olan inancı yok sayarak aklın üstün olduğunu kabul eden bir hukuk, adaleti değil aklı haklı bulur. Dolayısıyla ruhu reddetmesinden vicdanı da bulunmamaktadır.

Peki, kimin aklı üstündür ki, vicdanları mutmain edebilsin?

Oysa Etkin Aklı tanımayan ve kabul etmeyen bir rejim ve yargı asla adalet sağlayamaz!
Hukuk, adalet değildir! Çünkü ne adalet ne de vicdan içinde yanlış barınamaz. Zaten varlıklarının amacı yanlışı söküp atmaktır.

Yanlışın kabul edilmiş olmasından gerek iktidardaki parti ile muhalefet partileri öyle zehirlidirler ki, TBMM çatısı altında seküler-laik rejime bağlı kalan bir hukuk ilkesi doğrultusunda hareket etmelerinden birbirlerinden hiçbir farkları yoktur. Bu sebeple millet değil, devlet baskın olmasından ötürü adalet sağlaması gereken yargıda etki altında olup, vicdan taşımamakta; velev ki yüzeysel bir vicdan mevzubahis olsa da,  partilerin çıkardığı yasalar güdümündeki bir pazarlıktan sıyrılamamaktadır.

Öyle ki, kayırma, öteleme, geciktirme, bekletme, çıkarcılık, tarafgirlik ve çıkarılan özel veya tüzel yasalarla yargı biçilmiş; halkın vicdanı horlanılmıştır.

Örneğin; CHP milletvekili Enis Berberoğlu adlı şahıs, “gizli kalması gereken bilgileri” ifşa etmekten suçlu bulunarak tutuklanmış ve yargılanması akabinde ilgili kanunlara göre 25 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Daha sonra CHP lideri ve partililerinin isyansı yoğun itirazları hatta Ankara’dan-İstanbul’a yaptıkları protesto yürüyüşleri sonrası cezası 5 yıl 10 hapis cezasına indirilmiş; yetmedi, milletvekilliği sona erinceye kadar cezasının infazı durdurulmuş.  

Ancak ilgili madde ile yargılanan Enis Berberoğlu, milletvekili değil de sıradan bir vatandaş olsaydı ve arkasında CHP gibi meydan okuyan bir teşkilat bulunmasaydı cezası 25 yıldan 5 yıla düşürülür müydü; cezasının infazı durdurulur muydu? Ayrıca kendisine verilen 25 yıl ceza ile ilgili yargılandığı madde de bir değişiklik mi yapıldı ki, cezası inanılmaz boyutta düşürülebildi?

İşte mesele budur!

Yoksa Enis Berberoğlu’nun suçlu ya da suçsuz olması değil, kişiye özel yargının işlemiş olmasıdır. Diğer bir ifadeyle yargının hukuktaki eşitlik ilkesiyle hareket etmemesidir!

“Yasalara dayanan yargılamadan daha büyük bir yargılama vardır ki, o da her insanın kendi vicdanıdır.” Mahatma Gandhi

Acaba AKP’li iktidar ile CHP’li muhalefet gizli bir pazarlık mı yapmıştır; ya da yargı, ideolojisi uğruna CHP’li vekile iltimas mı tanımıştır; yahut CHP ve genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun tehditleri ve feryatları devleti mi etki altında bırakmıştır?

Mal ve canlarını vatanları için feda eden sokaktaki milyonlar, böylesi bir kayırmacılığı, burjuvazizmi, eşitsizliği, ayırımcılığı, haksızlık ve adaletsizliği asla sindiremez; kabullenemez; hoş göremez; müsamaha gösteremez!


“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa 135  

19 Eylül 2018 Çarşamba

Esed’li bir barış ihanettir!

Haçlı-siyonist egemenli bir ateşkes ihanettir; İslam dışı bir mütareke dine, şehide, yetime, dula, mazluma ve ALLAH’a ihanettir; İslam hükümranlığında olmayan bir uzlaşma ihanettir; ahireti dünya keyfiyetine satmaktır; dirliği, huzur ve güveni ahiretten değil dünyadan beklemektir; küfrü imana galebe çalmaktır; ALLAH’tan değil insandan korkmaktır; hak ve adaleti inkârdır; şehaddetten kaçıştır; hiç ölmeyecekmişçesine fani dünyada kalmak istemektir; yaratıcı ALLAH’ın ayetlerini tanımamaktır; kendini dünyaya adamaktır; ahiret yurdunu yalan saymaktır; nefsi imandan üstün kılmaktır; ruha fiyat etiketi koymaktır; insanlık ve kulluk onurunu peşkeş çekmektir…

Dünyayı değil ahireti baki kılabilmek için ALLAH adına cihad eden mücahitlere diyeceğim odur ki, değil bir canları, bin canları dahi olsa feda etmekten asla kaçınmasınlar; şehadet gibi eşsiz bir ameli kendilerine lütfeden rableri ALLAH’a kurban etmekten geri durmasınlar. Çünkü fani olan dünya için şeytani vesveselere ve argümanlara kanmasınlar ki, sonsuz kalacakları ahiretleri heba olmasın. 

ALLAH hükümlerinin ya da İslam’ın hâkim olmadığı bir düzen için barış; uzlaşma; refah; sağlık; huzur; güven; zenginlik; kalkınmışlık ve keyfiyet tamamen şeytani bir aldatmaca olup, haksızlık ve adaletsizliğe karşı kötülüğü üstün getirmekten başka bir şey değildir.

ALLAH’a adanmamış bir Müslümanlık olabilir mi ki, ahiret hayatı değil dünya düşünülerek Kur’an dışı güçlere boyun eğilebilinsin; gerekçesi de barış olabilsin? Oysa Müslüman için barış, İslam esaslarına göre yapılan bir ateşkes ve uzlaşmadır.

Öyleyse özellikle Suriye ve Filistin’deki Müslümanlar, neden haçlı-siyonist barbar güçlerin dayattıkları barışa razı olup, ALLAH’ı düşman edinsinler? Nasıl olsa sonunda öleceklerine göre ahireti dünya için satmanın faydası nedir?

Cinsel tatmin sırasındaki birkaç dakikalık zevk ne ise, dünyadan elde edilecek faydada odur! Peki, ya sonrası? Ki, o tatmin akabinde kapılan ölümcül hastalıklar, baskınlar, rezaletler, gayrimeşru hamilelikler, intiharlar, cinayetler ve bin bir türlü trajediler…

Neden ALLAH’ın yaşamı değil uğruna ölen şehitleri müjdelediğini hiç düşündünüz mü? Dolayısıyla hiçbir Müslüman, nefsi üstün kılan bir barışa asla yanaşmaz; yanaşamaz ve galibiyeti rabbine teslim edene dek savaşır ama dünyadaki geçici dirilik için değil ahiretteki ebedi dirilik için! 

Bu sebeple bir Müslüman’ın savaştan, tehlikeden, ölmekten ya da öldürülmekten kaygı duyabilmesi mümkün olmadığından İslam dışı bir barışı, huzur ve güven safsatasını kabul etmez; sırtını beşeri güçlere dayamış Müslüman kimlikli taşeronların kuruntularına ve çıkarlarına itibar etmez.

Müslüman için ya olmak ya da şehit olmak tartışmasız bir şeref olduğundan ALLAH’ın hükümlerine yüz çeviremez; Resul’ünün yolundan ayrılmayarak, oyun, eğlence ve övünme odağı olan dünyaya meyletmez.
 
Zafer ve barış odur ki, küfre karşı savaştır! Diğer bir ifadeyle İslam’a düşman abd, rusya, israil, iran, esed ve bilumum Kur’an düzeni karşıtlardır. Müslüman için “Ah” ya da “Oh” yoktur; sadece “ALLAH” vardır. Batıl odaklı bir barış ancak nefse hükmettiğinden İslam’daki karşılığı cihaddır; savaştır!
Hele Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın elebaşı zalim Rusya Devlet Başkanı Putin ile Soçi'de gerçekleştirdiği zirveden çıkan sonucun şeytan Esed’i nasıl memnun bıraktığı malumdur. Esed lehine İdlib’te silahsız bölge kurulma anlaşması ve Esed’e karşı savaşan mücahitlerin etkisiz kılınmak istenmesi adaletsiz bir mağlubiyeti kabul etmektir. Hani Cumhurbaşkanı Erdoğan zalim Esed’e karşıydı?
Zaten Müslümanların zulme karşı canlarını vererek yaptıkları mücadeleler ve çektikleri binbir meşakkat barış adına kesintiye uğratılmış ve eskisinden daha beter hale sokularak haçlı-siyonist barbarlara cesaret ve galebe çaldırılmıştır.
Ancak dünya menfaati adına mücadele veren muhalifler dışındaki mücahitler, asla barış oyununa gelmeyecek ve şehit olana dek savaştan vazgeçmeyeceklerdir. Aksi takdirde neden Esed, Rusya, Abd, İran ve müttefiklerine karşı savaşarak binlerce şehit, milyonlarca muhacir, yaralı, dul ve yetim kalınmasına sebep olunmuş olsun ki!

Gerginlik çıkaranların gerginliği durdurma maksatlı bayraktarlıkları hak ve adalete karşı bir cinayettir. Dolayısıyla kendilerini ALLAH’a ve ahirete adamış hiçbir Müslüman, şeytani bu tiyatroda figüran olmayacak; fani dünya için baki ahiret hayatlarını satmayacaklardır.
  
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz?  Enam 32

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı! Ankebut 64

“Artık Rabbinin hükmüne sabret; onlardan hiçbir günahkâra yahut hiçbir nanköre boyun eğme. İnsan 24


“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür. Enfal 39

18 Eylül 2018 Salı

Every human being is a prisoner of fate…

Even the birds flying all across the sky; fishes and all life forms whirling in the sea; animals that walk and crawl on the land; the insects which lives thousands of meters underground or between the rocks of the world; all the things you can imagine is a prisoner of fate and all life groups are resemble to human beings.

But there is such a contradiction that is never done by a mind which has the ability to think and understand properly and that is the notion of constrained freedom obsession which makes fate obscure.

Allah created all souls of human beings before shaping their bodies and according to ‘book’, namely Levh-i Mahfuz, he decided their fate which will soon to come for better or for worse and rebuilt their fate in compliance with time.

However, the complexity of freedom bends the truth against fate and restricts it to notions like; imprisonment, poverty and all the evil while identifying freedom with the good of the world. In other words, Allah implicitly excoriated with shaping bad fate.

Is it possible that Allah is willing to share his throne with common people yet he has not given any initiative even to his prophets or angels? In any case, he is giving all the things as he wants and all his creation is connected to him through the spirit.

Modern-day secular human beings are so fool that they think they can fight with their creator and produce a balance between fate and freedom. However, if they can make five minutes of self-criticism; and then they can find a fair explanation for their experience, wealth or position; all the goods of the world in their hands or making things work; seeing people came from nothing and become something; so they can back down from their delirium. However, all is possible if Allah wants it to be!

This reign and will fight between man and Allah proceeds with such chaos and instability that the infinite will and free will notions become continuously debateable with paradoxical dominative or discriminative thoughts, religions, cults, tales and idols.

Actually, the universe and the world in which all life lives in is one. So there is no explanation for fighting while knowing that only Allah will make you aggrandize or diminish; rich or poor; leader or prisoner; happy or sad and if he grants you peace or safety.

In all living creatures here is an elixir called soul. The living creatures on earth are divided into three as plants, animals and human beings. They are plants’ lives, animals’ lives and human beings’ lives which has been attained to the most supreme, namely caliphate.

However, the difference between the souls of plants and animals and the souls of human beings is explicit as the difference between human beings, animals and plants. On plants which is different than humans and animals some laws such as growing, development and differentiation substitute the spirit... All these laws can be entitled together as “a biological spirit.” In fact, these laws also apply to humans and animals. Yet animals has lower spirituality -namely some emotion and perception when compared with humans. Although humans are the same with animals on the basis of cellular structure, they expand animals on subjects like understanding and feeling. In other words, humans are the selected ones which means they are the most honorable and superior creatures. Also like djinnis, angels and other spiritual creatures -which cannot be specified biologically - has souls.

There is no waste or absence in Allahs’ words and neither nothing deficient nor no initiative in his creations to inhibit his judgement. So all creations has its own purpose and suitable implements. For instance, there is nothing different with an elephant or an ants’ structure within artistic values.

Therefore all lifes’ common value is the spirit. For that reason, the soul of the human being has a humanely characteristic, whereas the soul of the animals has a characteristic befitting animals. Because both souls receive orders from Allah, they have been covered with an extrinsic body cloth. Besides of the numerous virtues of human soul, the mind was put inside of its head. Therefore, the difference between human beings and animals is the manifestation of the difference between their souls.

On the other hand, the functions of body such as seeing, hearing, talking, tasting, sensing and behaving occurs merely through the directives of the soul. So, humans cannot get out of the quicksand because they think the functions they possess comes from the body, not from the soul. However, the perception that the alterations of some organs of the body occur through the will of Allah, namely the accoutrement of their fate brings forth the misunderstanding of soul’s veracity.

Although human beings who could not reach to a science that solves the secret of soul have been trying to go beyond their claims via science-fiction movies and the robots they designed, they could not be freed from the fact that each of them are prisoners of fate. They could only actualize the developments allowed by Allah, but they could not go beyond the destined things.

That is to say, in the science-fiction movies they turned into a screenplay and the robots they produced, whoever the screenwriter and artificial intelligence developer is, he is an indirect Allah. The robots carrying artificial intelligence has neither free nor particular will, so do human beings. Besides, the emotions present in human beings are not present in robots, because they do not have souls. Human beings, who tries to dissolve their indisputable claims away through images,

artificial intelligence jesuitries and science-fiction movies, have been besotted with such games and entertainments that they proved the fact that world is made up of merely games and entertainment as commanded in the Quran.

The fate of each human being is his soul! Therefore, it is not possible for human beings who cannot invent a soul and who cannot create a soul by his will to be free and escape from the rope of Allah, who is the owner of the soul.

“And they ask you about the Spirit. Say, ‘The Spirit belongs to the domain of my Lord; and you were given only little knowledge.’ ” al-Isra’ 85

“He who perfected everything He created, and originated the creation of man from clay. Then made his reproduction from an extract of an insignificant fluid. Then He proportioned him, and breathed into him of His Spirit. Then He gave you the hearing, and the eyesight, and the brains—but rarely do you give thanks.” as-Sajdah 7-8-9

 “There is no animal on land, nor a bird flying with its wings, but are communities like you. We neglected nothing in the Scripture. Then to their Lord they will be gathered.” al-An’am 38


“I have placed my trust in Allah, my Lord and your Lord. There is not a creature but He holds it by the forelock. My Lord is on a straight path.” Hud 56

16 Eylül 2018 Pazar

Her insan kader mahkûmudur!

Hatta gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlar; denizde yüzen balıklar ve canlılar; karada yürüyen ve sürünen hayvanlar; yerin binlerce metre derinliğinde ve kayaların aralarında yaşayan böceklerden ne varsa tamamı kader mahkûmudur ve insanlardan farksız topluluklardır. 

Lakin öyle bir çelişki mevcuttur ki, düşünebilen ve idrak edebilen bir aklın asla yapmayacağı zoraki bir özgürlük saplantısı kaderi anlaşılmaz kılmaktadır.

Allah’ın insanları fizikken yani bedenen yaratmadan önce ruhlarını yaratmış; ’o kitap’ta yani Levh-i Mahfuz’daki yazılımına göre menfi veya müspet olacak olan kaderlerini takdir ederek, zamana göre güncelleştirmiştir.

Ancak kadere karşı güdülen özgürlük kompleksi kader gerçeğini öyle eğip bükmüş ki, hapishane, olumsuz yaşam, fakirlik ve menfi olan her şeyle sınırlandırılmış; geri kalan müspet yaşam ise özgürlükle özdeşleştirilmiştir. Diğer bir ifadeyle dolaylı olarak Allah, kötü kader yazmakla itham edilmiştir.
Oysa peygamberlerine ve meleklerine dahi hiçbir inisiyatif tanımayan Allah, insanlara bahşetmiş olabilir mi ki, iyi-kötü veya menfi-müspet yani özgür yahut Mutlak irade ayırımı yapmak suretiyle beşeri tahtına ortak kılabilmiş olsun? Zaten yarattığı canlıları kendine bağlayan ruhtur ve dilediği yaşam koşullarını kullarına sunmaktadır.
Öyle ki, seküler-laik insan idrakten yoksun öyle aciz bir varlık ki, yaratıcısı Allah ile savaşa girmeye cüret ederek, kader ile özgürlük paylaşımı yapabileceğini sanmaktadır. Hâlbuki ya günde on dakikalık bir otokritik yapabilse; ya tecrübelerini gözden geçirebilse, ya arşa çıkmış misali bilgisi, serveti ve makamına rağmen yere düşerek her şeyini yitiren bir iradeyi irdeleyebilse, ya hiçbir şeyi hatta eğitimi dahi olmayan insanların dünyaya nam salmış biyografilerini incelese, ya idama mahkûm olanın nasıl devlet başkanlığına ya da devlet başkanı iken nasıl idama mahkûm olabildiğini muhakeme edebilse, şüphesiz hezeyanlarından vazgeçebileceği kuvvetle muhtemeldir. Ancak Allah dilememişse mümkün değildir!
Allah ile insan arasındaki egemenlik ve irade savaşı öyle bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür irade ve Cüz’i irade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla paradoksal fikirler, dinler, mezhepler, rivayetler ve idoller üretilir.

Aslında herkesin içinde yaşadığı dünya ve kâinatsal âlem tektir. Neticede hidayete erdireninde saptırtanında, yücelteninde alçaltanında, zengin ya da fakir kılanında, esir düşürenin yahut lider yapanında, işleri ve görevleri paylaştıranında, mutluluk veya sıkıntı vereninde, huzur ve güven sağlayanında yaratıcı Allah olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken; karşı çıkabilmenin hiçbir izahı yoktur.

Bütün canlılarda ruh denilen bir hayat iksiri vardır. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar olmak üzere dünyadaki canlılar üçe ayrılır. Bitki hayatı, hayvan hayatı ve en yükseği olan yani halifeliğe eriştirilmiş muhteşem olan insan hayatı.  Ancak bitkilerdeki ve hayvanlardaki ruh ile insanlardaki ruh arasındaki fark, insanlarla ile hayvanlar ve bitkiler arasındaki fark kadar açıktır.

İnsan ve hayvanlardan farklı olan bitkilerde ruhun yerini bir takım kanunlar alır. Büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunları gibi. Bitkiler gibi yarı canlıların gelişmelerine vesile olan bu kanuna bir nevi “biyolojik ruh” denilebilir.  Aslında bu kanunlar hayvanlar ve insanlarda da hâkimdir. Hayvanların ruh mertebeleri, yani ruhun sahip olduğu birtakım duygu ve algılamalar insanlara göre daha aşağı seviyededir.

İnsan, her ne kadar hücre yapısı bakımından hayvanlar âleminde yer alsa da ruh, şuur ve his bakımından onlardan tamamen farklıdır. İnsan, sahip olduğu hayal, hafıza, merak, endişe, muhakeme, tasavvur, tahayyül ve tefekkür yönüyle eşref-i mahlûkattır; diğer bir ifadeyle varlıkların en üstünü ve en şereflisidir.

Gözle görülemediklerinden biyolojik olmayan cinler, melekler ve ruhaniyat” da elbette canlıların içerisinde ruh sahibi olanlardır.

Allah’ın sözlerinde nasıl bir israf ve eksiklik olmadığı gibi, yarattığı canlılarda da ne noksanlık ne de hâkimiyetini engelleyici bir inisiyatif vardır. Dolayısıyla yaratıkların her biri kendi yaratılış gayesine uygun bir donanıma sahiptirler. Filin kendine mahsus donanımı, karıncanın kendine mahsus donanımından daha sanatsal değildir.
Tüm canlıların ortak paydaları RUH’tur. Bu sebeple insanın ruhu, insana yakışan, hayvanın ruhu da hayvana yakışan bir özelliğe sahiptir. Her iki ruh da emirlerini Allah’tan aldığından kendilerine harici bir beden elbisesi giydirilmiştir. İnsan ruhu ise pek çok meziyetleri yanında ayrıca, başına akılda takılmıştır. Dolayısıyla insan ile hayvanlar arasındaki fark, bu iki ruhun farklılığının göstergesidir.
Diğer taraftan bedenin görme, duyma, konuşma, tatma, hissetme ve davranma gibi işlevleri ancak ruhun direktifiyledir. Dolayısıyla ruh olmaksızın nasıl bir hiç olunduğu ölümle kanıtlıdır. İşte insan, sahip olduğu fonksiyonları ruhtan değil bedenden dolayı sanmasından düştüğü bataklıktan çıkamamaktadır. Ancak bedendeki bazı organların tadilatları Allah’ın izniyle yani kaderindeki donanımıyla gerçekleştiğinden oluşan algı, ruh gerçeğinin anlaşılmamasını doğuran yanılgıdır.
Ki, yaşamın elde olunmamasına ölüm apaçık bir kanıttır! Hiçbir canlı ölmek istemediği halde ölebiliyor ise, yaşamının da elinde olmadığını ortaya koymaktadır. Başa gelen musibetler, hastalıklar, kazalar, yaralanmalar ve olumsuzluklarda aynıdır.  
Ruhun sırrını çözebilecek bir ilme ulaşamayan insan, savlarını bilim-kurgu filmleri ve tasarladığı robotlarla aşmaya çalışsa da, bir kader mahkûmu olduğu gerçeğinden kurtulamamıştır. Ancak Allah’ın izin verdiği gelişmeleri gerçekleştirmiş ama kaderinde yazılı olanın dışına çıkamamıştır.
Şöyle ki, sinemalaştırdıkları bilim-kurgu filmleri ve ürettikleri robotlarda dahi senarist ve yapay zekâ yazılımcısı kim ise, dolaylı bir tanrıdır. Nasıl ki yapay zekâ taşıyan robotların ne özgür ne de cüz’i iradeleri yok ise, insanlarında yoktur.  Ayrıca insanlarda olan duygular robotlarda mevcut değildir; çünkü ruhları bulunmamaktadır.
Tartışmasız başarısızlıklarını görselliklerle, yapay zekâ safsataları ve bilin-kurgu filmleriyle gidermeye çalışan insan, ruhu icat edememesinin ezikliği içinde öyle bir oyun ve eğlenceye kapılmıştır ki, Kur’an’da buyrulduğu gibi dünyanın bir oyun ve eğlenceden ibaret olunduğunu kanıtlamıştır.
Her insanı kaderi, ruhudur! Dolayısıyla ruhu icat edemeyen ve kendi dileğine göre ruh yaratamayan insanın özgür yahut cüz’i irade sahibi olabilmesi ve Allah’ın ipinden kurtulabilmesi asla mümkün değildir.  
“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir. “ İsra 85
“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir. Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” Secde 7-8- 9

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” Enam 38 


“«Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen (uçan ya da yüzen) hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.» “  Hud 56

13 Eylül 2018 Perşembe

Allah’ın siyasette gücü yok mu…

Ya da yeryüzündeki yönetimde bir dâhili bulunmamakta mıdır ki,  Allah’tan başkasıyla müttefiklik kurulabilmekte, dayanılmakta, izzet ve güç aranabilmekte, yardım beklenebilmekte, güvenilmekte, umut bağlanmakta, sorunların çözümü aranmakta, güçlü olunabileceği düşünülmekte, düşmanların sindirilebileceği sanılmaktadır.

Oysa insan, aklı, bilgisi, gücü ve yeteneğine rağmen yeryüzünün en zengin besini olan balı bile yapamamaktadır!

Allah’ın gökyüzüne yerleştiğini ve yeryüzünün yönetiminin insanda olduğuna; özgür akıl ve iradeleriyle dilediklerini yapabilecek ve her zorluğun üstesinden gelebilecek kuvvette bulunduğunu; Allah’ın yaşama karışmadığını; düşünce ve davranışların beşeri irade doğrultusunda kabiliyet kazandığını; biyografileri çizerek yazanın kendisi olduğunu; Allah’ın insanlara hiçbir kötülük, şer ve musibet nasip etmediğini; menfi olan her şeyin insan ve şeytan tarafından yapıldığına inanarak,  ateist ve deist güdümlü seküler-laik düşünceden farksız olduklarını ortaya koyarlar. Dolayısıyla ateist ve demokratik düşünceyi meşrulaştıran öyle çarpık ve nispetsiz inançlara sahiptirler ki, ne pratik hayatta karşılığı bulunmakta ne de insana inisiyatif tanınmadığı kader vurgusuyla özleşebilinmektedir.
    
Aslında ‘o kitap’ı yani kaderi yok sayan keskin görüşleri, birçok İslam âliminin yumuşatılmış cüz’i irade anlayışlarıyla eş değerdir. Tıpkı kâfir ile münafık arasındaki fark gibi!

Allah ve Resul’ünün siyasetten yani devletten soyutlayan insan, kendi kendine yeteceğini düşünerek, bumerang misali elden ele dolaşmak suretiyle güçlü bir eli tutmaya çalışır ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanır. Tıpkı Türkiye’nin abd ve rusya arasında sıkışıp yol araması gibi!

Hele Allah’a, Resul’üne ve Kur’an’a iman ettiklerini söyleyen hatta ibadet dahi yapan teistlerin, Allah’ı siyasetten dışlayan fiiliyatlarına ne demeli!  Allah’ın koruyup sarmalayıcı bir gücü yok mu ki, hıristiyan, yahudi ve ateistler gibi beşeri güçlere sığınılabilinmektedir?

Nasıl olurda inanmış bir siyasetçi, Allah’ı ve indirdiği Kur’an’ı öncelik kabul etmeyebilmektedir? Allah’ın süper güç addedilen bir abd veya bir rusya gibi gücü yok mudur? Yoksa Allah’ın, diğer inanç sahipleri gibi yeryüzü yönetimine karışmadığına mı inanılmaktadır? Eğer insan gücü Allah’a yetiyor ise, ALLAH kimdir?

Ancak insana hizmet, diğer bir ifadeyle keyfiyeti adına dünya debdebesine kendini adamış sözde Müslüman bir siyasetçi ahirete karşı şüphe içinde olmalıdır ki, dünyayı ahirete tercih edebilmektedir. Ki, başta Hz. Peygamberimiz olmak üzere diğer peygamberler ve halkları da aynı refahı hak etmemişler miydi? Ya şehitler! Dolayısıyla o insanın yaptığı ibadette kendi isteğine yani nefsine göre olduğundan Allah nezdinde bir değer taşımamaktadır.   

Söyleyeceğim odur ki, ya Allah’a iman etmişsindir ya da etmemişsindir. Allah’ı siyasetten, devletten ve yönetimden ayırmak öyle bir kibirdir ki, tıpkı şeytanın Allah’ın emrine karşı gelen böbürlenmesidir. Dolayısıyla Allah’ı rab olarak kabullenmesi nasıl kendisini ebedi lanetten kurtarmayarak aklamamışsa; seküler-laik politika ve insan iradesini üstün kılan demokratik düşünce sahipleri de aynıdır.

Dünya menfaati, keyfiyeti, refahı ve gururlandırıcı nimetler kâfire helal, Müslüman’a haramdır. Ahiretteki menfaat, keyfiyet, refah ve namütenahi nimetler Müslüman’a helal, kâfire haramdır. Zaten Müslümanların nasıl var olup güçlenerek “altın devir” denilen konuma ulaşmaları ve akabinde batıla dalarak saltanata meyletmeleriyle beraber çöküş ve yok oluş süreçleri incelendiğinde İslam’ın ne olduğu anlaşılabilecektir.

Allah’ın kayıtsız-şartsız iradesi olan İslam, asla hiçbir beşer tarafından zarara uğratılamaz, küçültülemez ve yok edilemez. Çünkü Allah’ın koruması altındadır! İslam adına kim ne yapıyorsa kendine yaptığından layık olduğu küfrü, İslam ile bağdaştırtamaz.

Gerek Türkiye gerekse diğer ülkelerin yegâne kurtuluşları Allah’ın kitabi Kur’an’a sarılmaktan başkası değildir. Eğer Allah’ın her şeyi bildiğine, gördüğüne, işittiğine ve iradesi dahilinde olayları gerçekleştiğine inanılıyorsa, insanın ne haddinedir ki, yönetimden O’nu ayırabilecek bir cüretkarlıkta bulunabilsin. Lakin karşılaştıkları sorunları dahi Allah ve Resulüne götürerek çözmeye tenezzül etmeyenlerin  Müslümanlıkla şereflenebilmeleri mümkün değildir.

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

“Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi.  Fussilet 25


“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. Nisa 59

11 Eylül 2018 Salı

Ne konuşuyorsunuz ulan!

Hayvanlara konuşabilme yetisi verilmiş olsaydı insanlara söyleyecekleri ilk söz; bizim gibi bir yaratık olduğunuzu, neden yaratıldığınızı, yaratıcının aciz ve zayıf bir kulu olduğunuzu bildiğiniz halde; “ne konuşuyorsunuz ulan” derlerdi.

Gerek yazılı gerekse görsel medyada insanların önüne çıkarak ahkâm kesenlerin Allah’ın iradesini yok sayarcasına getirdiği fikirler, ürettikleri kuramlar, stratejiler ve çözüm önerileri öylesine absürt ki, sanki pratik bir dünyada değil düşsel bir alemde yaşanıldığını ortaya koymaktadırlar.

Ya Allah’ın iradesini dolaylı olarak baz alıp da beşerin iradesini öne çıkarmak suretiyle hurafe ve biatlerle fetva verenlere ne demeli!

Yeryüzü ve gökyüzünde meydana gelen her olay, Allah’ın iradesiyle gerçekleştiği apaçık ortada ise, başka bir iradenin sorunları giderici iradesi ancak masaldır, efsanedir!  Böylece çocukların menkıbelerle uyutulması misali insanlar öyle aldatılmaktadırlar ki, çocukların uykularını alınca uyandıkları gibi uyanamamaktadırlar.

Dünyadaki sorunları üretenin beşer olduğu düşüncesine itibar edilmesi akabinde çarenin beşerde olduğu inancının nasıl trajikomik bir paradoks olduğu aşikârdır. Oysa karşılaşılan sorunlar, o sorunları ortaya çıkaran İrade’nin vahyettiği hükümler ile çözüme ulaştırılır.

Ancak yaratık insanın aşağılık kompleksinden ötürü yaratıcısına danışmak yerine nefsine boyun eğmek suretiyle baş edemediği sorunları çözmeye kalkışması, daha beter olmaktan kurtulamamasına neden olmaktadır.

Ulan; birinizde ALLAH deyin; ALLAH’ın yardımı olmaksızın çare üretilemez deyin; ALLAH’ın İrade’si tüm kulları kuşattığından çözüm O’ndadır deyin!

Gerek dinlisi gerekse dinsizi; gerek sağcısı gerekse solcusu; gerek muhafazakârı gerekse seküler-laik’.çisinin bakış açıları aşağı-yukarı aynı olup, Allahsız bir siyasete ve çözüme odaklıdırlar. Çünkü ahireti ya inkâr etmekte ya da şüphe içindedirler. Allah’a iman ahirete imanla orantılıdır.

Aşağılık komplekslerinden inandıkları yaratıcı ALLAH’ı satanlar, şeytandan binbir beterdirler!

Nefis öyle bir zehirdir ki, inanılan ALLAH’a iman ettirmez bir küfürdür; münafıklıktır! Bu sebeple nefisleri galebe çalmış politikacılar,  yazarlar, bilim adamları, düşünürler, stratejisiler ve ekranların karşısına çıkan diğer konuşmacılar, çözüm için indirilen ayetleri beğenmeyen; Allah’ı takmayarak anmayan; Allah iradesini yok sayan; Allah’ın adını ağızlarına almaktan utanan; alay edercesine kendilerini öne çıkaran; izzeti, gücü ve şerefi Allah’ta değil de beşerde arayan; Allah’tan daha bilgili ve vasıflı olduklarını sanan; ayetleri eğip bükmek suretiyle yorumlayan olmalarından ne konuşmaları ne de tartışmaları dinlenerek münafık olunmamalıdır.

Nasıl ki anan, baban, eşin, çocukların ve yakınlarının aleyhinde konuşulduğunda tahammül edilemeyip uzaklaşılarak tepki veriliyorsa, ALLAH ve Resulü için de reaksiyon gösterilmeli hatta daha şedit bir reflekste bulunularak onlarla birlikte olunmamalıdır.

Kabul edilmiş yanlışın kazanılmış bir küfür olduğu ilkesiyle; yanlışı, yanlışla çözülebilme düşüncesi, yanlışı düzeltebilme olasılığını imkânsız kılmaktadır. Güzel konuşmaları, teknik bilgileri, mantık metotları, ilimsel donanımları, nefsanî üslupları, çıkar odaklı gözlemleri, bilgelikleri, şöhretleri gibi argümanları asla yanıltmamalıdır; çünkü hiçbiri şeytandan daha üstün bir bilgiye ve meziyete sahip olmadıklarından ancak onun sözcülüğünü yapmaktadırlar. 

Dolayısıyla Allah’ın egemen olduğu bir dünyada yaratılanın olumsuzlukları giderebilmesi mümkün değildir. Çünkü ne yaratmayı ne gaybı ne saklananları ne de olacakları engelleyebilecek kudretleri bulunmadığından ve iddia ettikleri beşeri bir iradeye sahip olamadıklarından yaptıkları manipülasyondur; seyirci kalınıp aklı karıştıracak fırsat tanınmamalıdır.  

“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Nisa 140


“Allah, tek olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların içlerine sıkıntı basar. Ama Allah'tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler. Zümer 45

9 Eylül 2018 Pazar

Gömülecek olan bedendir!

Ancak ruh gerçeği inkâr ediliyor ya da varlığından şüphe ediliyor olunmalı ki, korkup kaçmak tedbir görülerek, ölmekten yahut öldürülmekten sakınılabileceği düşünülmektedir.

Oysa ecel geldikten sonra sarp ve sağlam kalelerde olunsa veya binlerce koruyucu tarafından kuşatılansa bile ölümden kurtulabilmek mümkün değildir.

Ölümün ne olduğunu bilmeyen, yaşamında ne olduğunu bilemez! Hak ve adalet üzerine ölmenin ne büyük bir şeref olduğunu bilmeyenler, şerefsizce ayakta kalmayı izzet sanırlar.
Ya ülkesindeki zorbalara karşı yapılan savaşta mücadele etmek yerine ihanet edercesine dinine ve vatanına nankörlük etmek suretiyle güven maksatlı başka ülkelere kaçtığı sırada alçakça ölenlere ne demeli!

Sözde Müslüman olan Suriyelilerin savaş mazeretiyle ölümden korkarak ülkelerinden kaçmak suretiyle başka yerlere sığınmaları öyle bir ihanettir ki, buluğ çağına ermemiş çocuklar ve sakatlar istisna tamamı şerefiz, vatan haini ve İslam düşmanı bedhahlardır.  

Ancak haksız olanlar kaçıp saklanmak ister. Oysa Esed denen zalim bir şeytanın zulmüne uğramış; Rusya, ABD, İran, PYD/YPG tarafından ülkeleri işgal edilmiş; evleri başlarına geçirilmiş; beslenecek besin bulamadıklarından kedi ve köpek leşlerine muhtaç kalarak karınlarını doyurmuş Suriyeliler haksızlar mı ki, haksızlığa karşı mücadele etmek yerine kaçarak ve adaletin batışını izleyerek dilsiz şeytan olmayı kabullenebilmektedirler. 

Öyleyse kaçtıkları Esed zaliminden ne farkları vardır?

Düşünebiliyor musunuz; sırf zulme karşı çıkmak amacı ve Müslüman kardeşlerine yardım yapmak maksadıyla yabancı Müslümanlar binbir meşakkatle mallarını ve canlarını feda ederlerken; asıl dinlerine ve vatanlarına sahip çıkması gereken Suriyeliler ise kaçarak keyif sürebilmektedirler?

Şu bilinmelidir ki, ergenlik cağa erişmemiş çocuklar ve sakatlar dışındaki Suriyeli ya da başka milletten insanları yardım maksatlı sığınmacı olarak kabul eden ülkeler, hainliği meşrulaştırmaktadırlar. Her ne kadar insanlık adına bir yardım yaptıklarını sansalar da hakkı ve adaleti doğradıklarının farkında dahi değillerdir.

Hâlbuki gerek Peygamber Efendimiz, gerek halifeler, gerekse ecdadımız zulme uğramış toplumlara yardımı nefsi yoldan seçmemiş ve bizzat zorbaların sultalaştığı ülkeleri fethederek, zulme uğramış insanlara huzur ve güven sağlamışlardır.

ALLAH yolunda olan; ipine sarılan ve dünyayı ahirete tercih eden toplumlar, ülkelerindeki zorbaları ve işgalcileri defetmeye muktedirler. Ancak nefislerinin ardına takılarak çareyi kaçmakta bulanlar ise, peşinen yenilmeye ve uğradıkları zulümlere müstahaktırlar.  Çünkü Allah, ancak layık olanlara zilleti reva görür!

Resmi rakamlara göre yaklaşık 4 milyon Suriyeli mülteci ülkemize sığınırken, diğer 4 milyon civarındaki mültecilerde başka ülkelere sığınarak, Esed’e, Rusya’ya, ABD’ye ve İran’a vatanlarını peşkeş çektirerek gasp ettirmişlerdir.

Acı olan dinine ve vatanına sahip çıkmayanların yabancılardan yardım isteyebilme pişkinlikleridir. Yabancı Müslüman cihad ehlinin Suriye’deki savaşlarının amacı, şüphesiz rableri Allah’ın emri olmasındandır. Ki, geçmişte Hz. Peygamberimiz başta olmak üzere nice sultanlar, emirler, krallar halklarının önünde ordulara komutanlık yaparak meydanlarda savaşmışlardı. Öyleyse sığınmacı olarak kaçan Suriyeliler, kendilerini ne sanıyorlar ki, şerefsizce sıvışabilmektedirler?

Oysa bunların yüzde onu dahi ülkelerini barbarların elinden kurtaracak güçtedirler ama imanları olmadığından hainlik, şerefsizlik ve izzetsizlikle yaftalanmalarına rağmen hala insanlık adına muhafaza edilebilmeleri hak ve adalete vurulmuş bir darbedir.

Haklı olunan bir konuda kaçmak insanlık değil hayvanlıktan daha aşağı bir sapkınlıktır. Bu sebeple zulme karşı savaşabilecek vasıftaki Suriyeli kadın ve erkekleri ülkelerine gönderip, ‘hak’ cephesinde yer almalarını sağlamak, insanlığa yapılabilecek en büyük hizmettir. Dolayısıyla sağlıklı Suriyelilere sığınma hakkı vermek suretiyle koruyup kollamak, hem Allah’a hem İslam’a hem de insanlığa bir ihanettir.


(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekte kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. Ahzab 16

6 Eylül 2018 Perşembe

Hiçbir şeye üzülme!

Çünkü hayır ve şer ne varsa her şeyin Allah’tan geldiğine inanan bir Müslümansın.

Öyleyse her şeye sevineyim mi?

Sevinme; şükret!

Çünkü bir saniye sonra başına ne geleceğini bilmediğinden fani olan hiçbir şeye sevinme ki, nefsin tuzağına düşüp bakiliğin dehşetine saplanmayasın.

Dolayısıyla ecelin belli olduğu dünyada başına gelene üzülsen de sevinsen de fani bir beyhudeliktir.

Öyle ki, acı ya da mutluluğun; diğer bir ifadeyle üzüntü yahut sevincin en dibini yaşasan da sabit olan ölüm gelince ne acıdan ne de mutluluktan hiçbir eser kalmayacak; ebedi kalınacak ahiret hayatına göç edilerek, dünyada tadılan üzüntü veya sevincin geçiciliği, kalıcılığa dönüşecektir.

Haydi diyelim; öldükten sonra yeniden dirileceğin ahiret yurduna inanmıyor yahut şüphe ve tereddüt içindesin. Yine hiçbir şey fark etmeyip kaçamadığın ölümle birlikte dünyadaki üzüntülü yahut sevinçli hayatın sona eriyorsa, dünyaya meyletmiş olmanın anlamı nedir?
Hatta yaptığın yanlış veya hatalardan dolayı kendini ayıplama; silginin kullanılmadığı tek yer olan hayatta yapılacak tek şey tevbe etmektir. Pişmanlığın bile gerek dünya gerekse ahiretteki hesap verme karşılığı ceza olduğundan nefsi bir faydası yoktur.

Yeryüzündeki ve gökyüzündeki irili-ufaklı her şey Allah’ın dilemesiyle gerçekleşip menfi ya da müspet olayların tamamı takdiriyle vuku bulmasından insana düşen sabır, şükür, tevbe ve itaattir.

Ha, kimi seküler düşünce sahipleri, Allah’ın değil de doğanın gerçek olduğunu iddia etmeleri ne demektir biliyor musunuz; ahkâm kesen insanın zayıflığını, acizliğini, bilgisizliğini ve iradesizliğini itiraf etmektir.

Allah’ın Mutlak İrade’sine ve gücüne inanmayan insanın doğanın gücüne inanıyor olması kendisine hiçbir güç katmadığı; üzüntü ve sevinçlere diğer bir ifadeyle kadere dilediği gibi müdahale edemediği; felaketleri ve savaşları dizginleyemediği; düşündüklerini eyleme geçiremediği; geleceği bilemediği; tahmin etmiş olsa da inisiyatifte bulunamadığı; ölümü engelleyemediği halde Allah’a değil de doğaya inanıyor olması ne ifade eder?

Haydi, inanmadığı Allah’a müdahale edemiyor da, inandığı doğaya müdahale ederek dilediği düzeni ve ruhu yaratsın ya! Bilim ve teknolojisiyle hâkimiyetini ilan eden insanın doğa ile başa çıkamaması, ALLAH’ın varlığını kabul etmek değil de nedir?

Bilinmelidir ki, dünyanın bir tarafı zenginlik ve refahta tavan yaparken; bir tarafı da acı ve dehşette azami boyuttadır. Ancak zenginlik ve refahın yaşandığı yerlerde de öyle acılar vardır ki, diğer taraftaki sıkıntı içinde yaşayanları aratmamaktadır.

Sonuçta üzüntü ve sevinçler ülkelerden ziyade kişileri hatta her canlıyı kapsayan bir kaderdir. Dolayısıyla her insanın; ülkenin; devletin; milletin, doğanın, üzüntü ve sevincin yazıldığı kader farklıdır. Bu sebeple asıl olan fani olan dünya için mi; yoksa baki olan ahret için mi üzüntü ya da sevincin duyuluyor olmasıdır.

İnanç ile iman gibi üzüntü ile merhamette birbirlerinden farklıdırlar. Üzüntüde kaygı, umutsuzluk, isyan, y6üzeysellik ve eylemsizlik vardır; merhamet ise, sahip olunan nimetlerden mahrum bulunanlara yardım etmek, eksikliklerini gidermek,  huzur ve güven içinde olmalarını sağlamak ve Allah’ın hükmü gereği adanmak vardır. Çünkü merhameti olmayanlar cennete giremez!

Dünya nimetleri ve sevdası ile ilgili bir üzüntü veya sevincin nasıl fuzulî olduğu Allah’ın dilediği gibi olayları yaratmış olmasıyla kanıtlıdır. Dolayısıyla nefsin güttüğü bir şeyin Allah indinde hiçbir değer taşımaması üzüntü veya sevincin fanisel yüzeyselliğini ortaya koymaktadır.

 “Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vadolunan cennetle sevinin! derler. “ Fussilet 30 

(Resûlüm!) O halde onların sözleri (yaptıkları) sakın seni üzmesin. Kuşkusuz biz, onların gizlemekte olduklarını da, açığa vurduklarını da biliyoruz. “ Yasin 76

“Sen bu sözü (Kur'an'ı) yalan sayanı bana bırak (kendini üzme). Biz onları, bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz.” Kalem 44

“De ki: Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.” Yunus 58

“Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her gurup kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip böbürlenmektedirler. Müminun 53

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.” Hadid 22


 “De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51