30 Aralık 2014 Salı

Demokrasi, despotizmin en ileri şeklidir!



Nefislerin arzu ve istekleri için kendini adayan şeytan ne kadar iyi ise, insanın egemenliği için var olan demokrasi de o kadar iyidir.

Sekülerizm, ateizm, rasyonalizm veya pozitivizmin dogması olan demokrasi, her düşünce ve inanç sahibinin kabul edebileceği öyle sinsi bir nefistir ki, hedef ve gayesi yalnızca Allah’ın egemenliğine karşı meydan okumak olup, eşitlik ve özgürlük adına otoriter tek çare savıyla insanı dolaylı olarak mutlak irade sahibi kılar.

Oysa ne eşitlik ne de özgürlük olmadan demokrasinin var olamayacağı her ne kadar aleni ise de, anayasa, yasalar ve devletin yapmasını istediği şeyler yapıldığı sürece insanların özgür bırakıldığı bir manipülasyondur.

Hâlbuki demokrasi adına seküler yasaların koyduğu hükümler gibi Allah’ta hükümler indirmiş ve o hükümler doğrultusunda insana özgürlük verilmiştir. Ancak demokrasi, insanı egemen kılıp Allah’a kulluğu reddeden bir anlayış olmasından nefis, gerçekte olmasa da teoride egemen olma mastürbasyonuyla seküler düşünceye tav olmuştur. Eğer oy vermek, köklü bir değişime hak ve özgürlük tanısaydı, tartışmasız yasaklanırdı! 
   
Aslında demokrasi, despotizmlerin içinde en hileli ve en kötüsü olandır. Her ne kadar halkın tamamının fikir ve kararını yansıtan etkin bir güç olarak tanımlansa da, gerçekte plütokrasi, partizanlık ve zenginliğin iktidarıdır. Çünkü halkların neredeyse tamamına yakının yoksul, zayıf ya da orta sınıf olmaları; profesyonel politikacılar, şöhretli imtiyaz sahipleri ve zengin azınlıklarca güdülmesine sebep olmaktadır.

Halkın egemen olduğu demokratik tek bir düzen mevcut değildir ve olabilmesi de mümkün değildir. Hem yaratılış fıtratı gereği, hem yaratıcı Allah’a kul olma mahkûmiyeti, hem kadersel yazgıyı değiştirebilecek özgür bir irade bulunmaması, hem eşit haklara sahip olunamaması, hem de seçilenlere tanılan ayrıcalıkların elde edilememesinden. İnsanın övülmeyi sevmesi, kendisine iltifat eden güzel sözlü lafebelerinin tuzağına düşmelerini kolaylaştırmakta; kötüde olsalar kendilerine değer verilip başlarının okşanmasından duyulan memnuniyet dolayı sömürülmeyi barınak yapabilmektedirler. Tıpkı şeytanın fısıldadığı vesveselerle nefisleri azgınlaştırması gibi!

Demokrasi yok, otokrasi vardır! Demokrasi, ne halkındır, ne halk tarafından yapılır, ne de halk içindir. Aristo’nun,Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir” sözünde olduğu gibi, "Herkes fikrini söyler, kararı ben veririm. Burada demokrasi var." Dolayısıyla yaratıcı Allah’ın değil de beşerin sözü, fizikte sözlerin en yücesi, doğrusu ve itaati kabul edilir.

İnsanlar, kimi seçeceklerine odaklanır ama seçtiklerinin hak mı yoksa batıl bir anayasa yani rejimle mi yönetileceklerine aldırış etmezler. Zaten en korkunç ve bedbaht sorunda budur! Bağlı olmakla yükümlü olunan rejim batıl yani çürük, temelsiz, bomboş, hak ve adalet sağlayamayacak, beklentileri karşılayamayacak ise; seçilen vekilin yanlışın üzerinde doğruyu inşa edebilmesi mümkün değildir. Çünkü “Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse diğerleri de yanlış gider!”

Otoriter ve ideolojik rejim ile halk yönetiminin hiçbir ortak noktası yoktur ve demokrasi, ilişilmesi kesinlikle yasak ve anayasa ile koruma altına alınmış ve despot olan temel yapıya müdahale edemez. Dolayısıyla rejim ile halkın düşünce, duygu, inanç, politika usul ve ruhları birbirlerinden tamamen ayrıdır. Böylece seçme ve seçilme hakkından öte hiçbir yaptırımı bulunmamaktadır.
            
Demokrasi, adalet önünde öyle keskin bir kılıçtır ki, tıpkı dini engelleyebilmek için kullanılan pozitif akıl ve bilim manipülasyonuyla insanlar nasıl aldatılıyor ise,  demokrasinin egemenlik iddiasıyla da insanlar öyle kandırılmaktadır. Dolayısıyla seküler düşüncenin demokrat maskeli hilesinin yegâne hedefi; Allah, Peygamber, Kur’an ve İslam’ın hâkim olmasını engellemektir. Batıl düşüncede olan halk çoğunluğunun seçimi, dinen meşru kabul edilemez. Her ne şartlarda olursa olsun her düşünce ya da din, mutlaka egemen olmak ister ve egemenliğin paylaşımına hiçbir gerekçeyle izin vermez.

Diğer bir bakışla; din dışı seküler rejimlerin demokrasiyi yani halkın iradesel seçimini bloke eden totaliterliği, halk iradesinin ve seçiminin nasıl etkisiz olduğunu ortaya koymaktadır. İslam kimlikli bir parti, lider ya da siyasetçi, halk çoğunluğunun onayını almasına rağmen halkın dilediği İslami bir düzeni kurmakta özgür değil ise, demokrasi ne işe yaramaktadır? Demokrasi, seküler düşüncenin teminatı olup, kulluğa karşı özgürlüğü pompalayan nefsi bir başkaldırıdır. Her nefsin doğru yahut yanlışlarını meşrulaştırma amaçlı demokrasi özlemi, demokrasinin batıl-şeytani olduğunu kanıtlamaktadır.

“Demokrasi, kendini hiçbir zaman olduğu gibi sunmaz. Işıkla dolu bir ortamda ortaya çıkartılmaya müsait olmayan bu sistem, umumi efkariyenin manipüle edilmesiyle amaçlarına ulaşır. Üçlü bir iktidar bağı vardır; finansal, politik ve medyatik, son ikisi ilkinin rölelerinden başka bir şey değildir.” Eddy Marsan

“Allah onu (şeytanı) lanetlemiş; o da: "Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim" demiştir. "Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler" (dedi). Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.” Nisa 118-119

26 Aralık 2014 Cuma

Örtünün altında ne var?



Yaşanılan bir hayat; beraberinde ise düşünceler, hayaller, rüyalar, seraplar, planlar, teoriler ve dahası…

Acısıyla tatlısıyla yaşanılan fiziki bir dünya var; bir de üstü örtülü ruhsal bir giz var. Ancak o giz, fiziki olmadığından kimine göre aleni, kimine göre ise bir ütopya. Lakin o gizin dünyaya düşen gölgesini algılayarak idrak edebilenler ile edemeyenler arasında süren kıyasıya fikri veya fiziki çatışma, dünya var olduğundan itibaren süregelmektedir.

Biri insanı yalana; diğeri gerçeğe götüren seçimde verilen kararın doğrusu nedir?  Fani mi, baki mi?

Mutlak doğruyu arayan insanların çoğu mutluluğu varsallıkta, nesnel bollukta ya da eğlencede bulur. Gize odaklananlar ise, tüm bu eğilimlerden uzak kalmayı, görüş ve itikatlarına uygun bir yaşam ortamı sağlamayı ister.

Ne gündüz ne de gece fiziki bir karanlıkta yaşamayan insanın ışık yahut aydınlık peşinde koşmasının amacı, örtünün altındaki gerçeği aramak mıdır? Oysa evreni, olayları hatta bedeni dahi fizikten ibaret sanarak yaratıcıyı ve ruhu reddeden insanın ışıktaki maksadı nedir?  

Eğer insan, biyolojiden yani maddeden ibaret olduğunu sanıyor ise, huzuru maneviyatta aramasının sebebi nedir? Maneviyata inanıyor ise, ruhu reddetmesinin gereği nedir?

Bedeni görüp ruhu göremeyen insan, olayları görüp nedenlerini de göremediğinden düştüğü çıkmazdan dilediği bir düzeni oturtamamakta, kabul ettiği ama fiziki olarak kanıtlayamadığı için örtünün altındaki gizi aramaktan vazgeçmemektedir. Öyle ki, yaratıcıyı bulabilmek için ulaşabildikleri her gezegeni araştıran insan, bir taraftan pozitif bilim ve mantık adına örtünün altındakini inkâr ederken, diğer taraftan içindeki şüphe ve tereddüdü de atamamaktadır.

Oysa örtünün altındaki gerçek o kadar aleni ki, en sıradan insan hatta hayvan dahi örtünün altındaki gize sahiptir. Nasıl ki, bedenin altında ruh var ise, dünyanın altında ahiret, hayatın altında kader, beynin altında akıl, kalbin altında duygu, kablonun altında elektrik, yerkürenin altında atmosfer ve altında hava, kâinatın altında Allah!

Evren'deki maddelerin yüzde doksanın görünmez olduğunu ve bilimsel olarak “Karanlık Madde” diye tanımlandığını biliyor musunuz? Peki, nedir o örtünün altındaki gerçek?

Bu öylesine bir gerçektir ki, ölmeden önce o örtünün altındakine tumturaklı iman eden kurtuluşa, etmeyen ise ziyana kavuşacaktır.

Ne zaman ki, insan, bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği gerçeğini kabullenerek aklı ve kalbiyle kulluğa razı olur; işte o zaman örtünün altında ne olduğu sorusunun yanıtını da bulur.
   
“Allah'a birtakım benzerler icat etmeyin. Çünkü Allah (her şeyi) bilir, siz ise bilemezsiniz.” Nahl 74

21 Aralık 2014 Pazar

F. Gülen intihar edebilir!



Dünya, nefsi emellerine ulaşabilmek için çok çeşit maske takan nice binbir surata sahne olmuş ama Gülen gibisine pek rastlamamıştır. Taktığı her maskeyi hem ruhuna hem de bedenine öyle giydirmiş ki, cinsel şeytanı dahi gıpta ettirmiştir.

Öyle ki, taktığı her maskedeki kamuflaj mahareti, sahip olduğu en büyük ve önemli silahtır. Bulunduğu ortama, düşünce ve dine o kadar mükemmel uyum sağlamaktadır ki, hidayete erdirilmemiş olanlar üzerinde çok kuvvetli etki yapıp sağladığı imajın dışındaki maskelerini gizleyebilmektedir. Dolayısıyla Gülen, her düşünce ve inançta müthiş bir kamuflaj ustasıdır. 

Narsisizmin kendini beğenmiş bir türü olan Gülen, her ne kadar kendini Allah’a ve insanlığa adamış bir kul, hizmet eri ve mütevaziymiş gibi gösterse de, adeta nefes alıp yürüyen bir tanrıymış hissindedir. En büyük korkusu gücünü kaybetmesi,  etrafındaki herkesin kendine düşman olması ve yıkılacak kaygısı taşımasıdır. Gücünün bir sınırı yokmuş gibi öyle bir benliğe sahiptir ki, aleyhine zuhur edebilecek oluşumlara karşı düşmanlarını sindirebilecek hak ve insanlık dışı her türlü tedbiri alır, tehlike sezdiği an şantaj ve tehdit amaçlı kullanır. Kurduğu gücün emanet değil mutlak olduğu sanısıyla iradesini Mutlak İrade’nin üstünde tutarak egemenliğini korumaya çalışır.

Ne yaratıcı Allah’ın ne Resulün ne Kur’an’ın ne de başkalarının düşünce ve isteklerine asla ilgi göstermez; “en iyi ben bilirim ve benim yaptığım doğrudur” tanrısal hüviyetle kendine itaat edilmesini ister. Plan ve hedeflerine ulaşamayıp gereken ilgiyi göremeyen Gülen gibi narsistler, eriyerek çökmelerini beklemeden intihara kalkışırlar. Sıradan bir insan olmaya kesinlikle tahammülsüzdürler.

“Kur’an Müslümanlığı sapkınlıktır” diyebilecek kadar sapıklıkta haddi aşan Gülen, Allah’a dahi saygı göstermezken, başkalarının hakkına saygı duyabilmesi mümkün müdür?
Gülen’in kişiliği öyle bozuktur ki, gerçeklerle bağdaşmasa bile daima kendisini haklı görmekte ve ancak kendisinin kanaatiyle bir şeyin doğru ya da yanlış olabileceği düşüncesine sahiptir. Dolayısıyla en gözde ve tek olma isteği, “her şey sadece kendisi için vardır ve ne olursa olsun her şeyin, kendi amaçlarına hizmet etmesi gerekir” hissiyatı, Gülen’in kendini tanrı görmesine sebebiyet veren kalbi hastalığından doğmaktadır. 
   
Bu öylesine bir hastalıktır ki, kendini başkasının yerine asla koymaz, başkalarını anlamak yerine başkalarının kendisini anlamasını zorlar; çıkarı olduğu kimse yanlış ise de doğruluğuna fetva verir; başkalarının fikir ve hareketleri kendi amaçlarına hizmet ediyor ise kabulüdür, aksi halde hiçbir fikir ve hareketlere tahammül edemez. Ki, “Kur’an Müslümanlığı sapkınlıktır” düşüncesiyle Allah’ın ayetlerine bile tahammülü olmadığı aşikârdır.

Gülen gibi hastalıklılar, başkalarının zararına olup sadece kendi çıkarlarına uygun, kendi plan ve hedeflerine hitap eden maddi ve manevi kazanç sağlayabilecek plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında öfkelerine hâkim olamaz, saldırganlaşır ve öylesine acımasızlaşırlar ki, ölümden ziyade hiçbir şey kendilerini durduramaz. 

Allah’ın, cennette yaşamakla mükâfatlandırdığı ve ilim ile yücelttiği şeytanın evveli, akıbeti ve ahiri idrak edilemediğinden, Gülen’in şeytandan farksız durumu okunamamakta; dolayısıyla satanistlerin şeytanı rehber edinmeleri misali gülenistler de kayıtsız-şartsız Gülen’i rehber edinebilmektedirler.
Düşünün ki, yıllardır mallarını, makamlarını ve mesailerini Gülen’e adayarak sözü uğruna her türlü cani siperhane fedakârlıkta bulunmuş cemaat,  “Paralel yapı” gerekçesiyle değişik yaptırımlarla karşı karşıyalarken; Gülen, onlar için dahi kılını kıpırdatmayıp göğsünü siper etmemek suretiyle yargının karşısına çıkmaktan korkmaktadır. Oysa Gülen, ifade ettiği gibi suçsuz ve hakkaniyet içinde ise, yüzlerce insanı aileleriyle birlikte perişan edeceğine sığındığı ABD’den Türkiye’ye dönüp hesaplaşmaya gitmelidir. Ancak o, bir narsistir ve kul olarak gördüğü yığınlar için hiçbir ödünde bulunmaz.

Oysa cemaati için;“Gözü dönmüş dinsizlerin ve densizlerin tecavüzleri karşısında ölümü gülerek karşılayan Hz. Zekeriya gibi, Hz. Yahya gibi, Hz. Mesih gibi gülerek karşılayacaklar" diyen Fethullah Gülen, tanrı mı ki, cemaati gibi ölümü, yargılanmayı göze almaktan kaçınmaktadır? Kendisini Peygamberler üstü sanan Gülen, narsist kişiliğinden ötürü tanrı haletiruhiyesindedir.

Artık ziyanında son noktaya gelen Gülen, güvendiği haçlı-siyonist güçlerce de kurtulamayacak; ya doğrudan intihar edecek ya da kendini öldürterek hainliğini, münafıklığını ve küfrünü örtbas etme yolunu seçeceği kuvvetle muhtemeldir.

Allah, kendisini dolaylı olarak Rab edinmiş cemaatinin çoğunluğunu zillete mahkûm etmiş; hidayete ulaştırdıkları istisna tamamını mühürlemiş olmalı ki, ne olduğu apaçık ortadayken anlaşılmasına izin vermemektedir.

Unutma o günü ki- onları hep birden toplayacağız; sonra da, Allah'a ortak koşanlara: Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız? diyeceğiz. Sonra onların mazeretleri, "Rabbimiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar olmadık!" demekten başka bir şey olmadı.” En’am 22-23

17 Aralık 2014 Çarşamba

Dengeler her yerde aynıdır…



Ölçü, karar ve denge, kâinatın yaratılışındaki temel hususiyetlerin başında gelir. Rahman suresinin hemen başlarında arka arkaya üç yerde ‘mîzân’ yani ölçüden bahsedilmesi boşuna değildir. Her olay, her hareket, her düşünce ve her eylem, karşı bir tavır ve tepkiyle dengelenir. Böylece hiçbir güç süper ve sınırsız, iradelerde özgür ve başıboş değildir.

İyiyle kötü, doğruyla yanlış, kayıpla kazanç, gaddarlıkla merhamet, huzurla sıkıntı, güvenle korku, zenginlikle yoksulluk, yaşamla ölüm arasında oluşan değişimler, Yaratıcı’nın denetimiyle dengelenmektedir.

Bir şeyin biçim değiştirmesi, farklılaşması, artı veya ekside ivme kazanması, küçülüp büyümesi mutlak olan dengeyi tahrip etmez. Büyük bir yanmamış kömür yığınındaki kimyasal enerjiyi ölçün. Kömürü bir trenin buhar kazanında yakın. Sonra harlayan ateşteki ve hızla ilerleyen lokomotifteki enerjiyi ölçün. Enerjinin biçim değiştirdiği ve biçimlerinin birbirinden tamamen farklı göründüğü açıktır. Ama toplam miktarı hep aynıdır. Eğer büyük bir çarklı saatin içinde yaşıyorsak, bu saatin sürekli kurulması gerekir. Ama etrafınıza bir bakın! Evrendeki enerjinin azalması ve yıllar geçtikçe enerji kıtlığından dolayı cisimlerin daha az hareket etmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Bu, yaşanan bir kanıttır. Newton’a göre evrenin işlemeyi sürdürmesi, Yaratıcı’nın rahatlatıcı elinin müdahale ettiğinin, bizi koruyup beslediğinin, desteklediğinin, yitirdiğimiz güçleri yenilediğinin bir kanıtıdır.

Bütün maddelerin ilk varolduğundaki toplam miktarı da aynıdır. Mesela, havada var olan oksijenin daha sonra orada olmaması onun yok olmuş olması değildir. Herhangi bir metale yapışmıştır. Çünkü soluduğumuz havada çeşitli gazlar vardır ve bu gazlardan bir kısmı metale yapışmıştır. Havayı ölçerseniz biraz hafiflemiş olduğunu, demir parçasını tartmanız halinde ise biraz ağırlaşmış olduğunu görürsünüz. Havanın yitirdiği ağırlığa tamamen eşit miktardadır.

Kimya biliminin kâşifi Fransız kimyacı Lavoisier’in bir kutu içinde yaptığı deney sonrası paslanmış bir metalin yitirilen hava kadar öncekiden daha ağır olması, gerçekte hiçbir şeyin yok olmadığı, sadece şekil değiştirdiğini ortaya çıkarmıştır. Tıpkı enerji yani ruh gibi; Yaratıcı, yarattığı evrene gerekli olan sabit miktarda madde koydu. Yıldızlar büyüyüp parladı, dağlar oluşup çarpıştı, rüzgâr ve buzlarla aşındı, metaller paslanıp dağıldı. Ama bütün bunlar olurken evrendeki toplam madde miktarı asla değişmedi, bir gramın milyonda biri kadar bile değişmedi ve sonsuza dek değişmeden kalacak. Örneğin bir şehrin ağırlığı hesaplansa, sonra bu şehir kuşatma altında kalıp binaları yıkılsa, bütün dumanlar, küller, yıkılmış surlar ve tuğlalar toplanıp tartılsa, ilk ağırlıkta bir değişim olmaz. Hiçbir şey kaybolmaz, en küçük toz zerreciğinin ağırlığı bile!

İnsanların büyük bir çoğunluğu sıradan mazbut bir hayat yaşamasına, herhangi bir belâya bulaşmak istememesine, musibetlerden korkup kaçınmasına, barış ve refah bir hayat dilemesine rağmen; yine de belânın binbir türlüsüne muhatap olabiliyor, ahlâksız ve bayağı bir yaşamla bütünleşebiliyor, en güvendiği aile bireylerinin veya arkadaşlarının kurbanı olarak ya taciz ediliyor ya en ağır ihanetlere uğrayarak hayatı kararabiliyor ya da canı dâhil tüm varlığını kaybedebiliyor. Sayısız caniliğin, vahşet, entrika, öfke ve tuzakların varolduğu bir dünyada; her türlü iyiliğin, sevginin, merhametin, yardımın, hoşgörünün ve sabrın varlığı dikkate alınırsa, bu dengeyi sağlayan sebepleri ve araçları seçenin özgür iradeler mi, yoksa Mutlak İrade mi olduğu sorgusu gerçeğin perdelerini açmaya yeterlidir.

İnsan hayatının kendi elinde olduğu ve dilediğini seçebilme hakkı bulunduğu iddiası, gerçekçilikle zerre kadar bağdaşmamaktadır. Acaba kişi, kendi yolunu kendi seçtiği için mi, kendini yok edebilecek, acı verebilecek, zarara uğratabilecek ve öldürtebilecek olayları önce plânlayıp sonra gerçekleştirmektedir? Akıl kurallarına göre hatasız ve yanlışsız tek bir insan olamayacağı kuramı dikkate alınırsa; insanoğlunun her şeyi bizzat iradesiyle yaptığı fikri doğmaktadır ki, bu da, insanın sapık bir yaratık olduğu savını ortaya koymaktadır.

Her türlü yasa, tedbir, eğitim, yaptırım ve telkinlere rağmen, yeryüzünde işlenen bu kadar acımasız olayları, haksızlık ve adaletsizlikleri, muhakeme edebildiği iddia edilen özgür bir insanın yapabilmesi mümkün müdür? Hem kendini hem de çevresini mahvedebilen insanın huzur ve güven içinde yaşamak kadar akılcı bir imkânı varken; neden acı ve dehşet dolu bir hayatı tercih etmektedir?

İnsanı bu denli kör ve özürlü bir anlayışa sevk eden akıllar rahatsızsa, egemenlikleriyle böbürlenen iktidarlar ve bilgileriyle övünen dehalar, neden suç imparatorluklarının birer üyesi olabiliyor, bunlara son veremiyor, kötülük, olumsuzluk ve aykırılıkların önüne geçemeyerek mutlak bir barışı ve refahı sağlayamıyorlar? Bu farklı akıllar arasında varolan dengesizliği bertaraf ederek normal etkileşmeyi ve iletişimi kurabilecek, hafızalardan kötüyü silip doğruyu nakşedebilecek bir keşfin ve düzenlemenin yapılabilmesi, bilimsel verilere göre mümkün değil mi?

Dönmeye devam eden kader çarkı öylesine hassas bir döngü içinde akışını sürdürmektedir ki, hiç kimse hiçbir şeyin farkında olmadan sahnedeki rolünü oynamaya ve oyuncaklarıyla oyalanmaya devam edip süresini doldurmaktadır. Bu süreç içinde birbirine bağlı ve aykırı figüranların sürdürdükleri yarışın ne zaman, nerede biteceği ve nasıl sonuçlanacağı bilinmemektedir. Her şey aniden gelişmekte, sebep ve araçlar inanılmaz bir bütünlük ve denge içinde etkileşmektedir. Çok iyi şeyler kadar çok kötü şeylerin de varolduğu bir dünyada tercih kullanabilecek hür iradeler olsaydı, hiç kimse kötüden yana seçimini yapmaz, acı, dehşet, yokluk ve felâket yaşamak istemezdi.

Bilgileri, keşifleri ve farklı medeniyetleri yaratan Allah, aynı zamanda kontrolü de iradesinde muhafaza ederek dengeyi sağlamaktadır. Atmosferde yaşayan ve görünmeyen cinlerle, yerde yaşayan insanların yaratılış amaçları, akıl ve düşünce sistemleri tamamen aynı olup, fiziksel nitelikleri farklıdır. İnanılmaz bilgisiyle cinleri temsil eden şeytanla, insanları temsil eden azgınların pek farkları yoktur. Birinin ateşten, diğerinin topraktan yaratılmasının dışında!

Her şartta denge korunmakta ve olaylar çağlara göre düzeneği içinde biçimlenmektedir. Teknolojinin gelişmesiyle hava, kara ve deniz taşıtlarında meydana gelen facialar, fizik, kimya, biyoloji ve matematiğin endüstriyi oluşturmasıyla virüs, hastalık, uyuşturucu, radyasyon, atom, petrol, gaz, elektrik ve nükleer silahların üretilmesi, iletişimsel kazanımla körüklenen fitne, karmaşa ve ahlâksızlıklar çığ gibi büyüse de, aynı şekilde denge sağlayıcı oluşumlar varlığını sürdürmektedir.  

İyilerle kötülerin, iman edenlerle inkâr edenlerin hak veya batıllık adına mücadeleleri, yaratılışın temel unsurudur. Bir taraftan varoluş devam ederken, diğer taraftan yok oluş sürmekte ve denge muhafaza edilmektedir.

“Ey insan! Seni yoktan yaratan, düzgün yapılı ve endamlı kılan, sana ölçülü ve dengeli davranma imkânı veren (maddi ve aklı yapıda seni en üstün kılan), seni dilediği en güzel şekil ve biçimde terkip eden ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” İnfitar 6-7-8