27 Ağustos 2010 Cuma

Türkiye'yi lanete mahkum kılan CHP'dir...

12 Eylül’de yapılacak olan referandum her ne kadar Türkiye’nin istikbali ve çocuklarımızın geleceği adına hayati bir adım olarak; “iyi ile kötü, doğru ile yanlış, barbarlık ile insanlık, esaret ile bağımsızlık, yasak ile serbestlik, dikta ile hürriyet, riyakârlık ile dürüstlük, kâfir-münafık ile mümin, adalet ile eşitsizlik, vicdan ile gaddarlık, ahlak ile namussuzluk, İslam ile Kemalistlik, kısacası vahiy ile laikliğin tartışılmaz bir seçimi ve millet iradesinin anahtarı” olsa da, Fatih Sultan Mehmed Han ve şehit askerlerinin laneti, kılcal damarlarımıza kadar canlı-cansız her zerreciğimizi sardığından referandumdan min.%95 çıkması gereken “evet”in ya çok az bir farkla ya da “hayır”la sonuçlanacağından şüpheniz olmasın.

Seküler CHP Diktatörlüğü kurulduğundan bugüne kıyasıya süren milletin Tanrısı ALLAH ile devletin tanrısı atatürk’ün ulusal hükümranlık savaşı umulur ki referandumla netleşir; ya millet iktidara kavuşarak devlet olur ya da zincirlere bağlı köleliğine devam eder…

Ne mutlu Türküm diyerek Kürtleri, irtica diyerek Müslümanlara baskı, tehdit ve faşist saldırılarla katleden, hapseden ve bezdirerek bölen işgalci diktatöryanın çöküş kapısı aralanabilecek mi?

Defalarca belirttiğim çok büyük bir lanetle karşı karşıya olduğumuz gerçeği; halifeliğini, kendini, onurunu, insanlığını inkâr edercesine intihara kalkışacak olan “hayır” cephesinin durumu, A’raf Süresi 179. Ayette belirtilen; “işte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlardır” buyruğuyla ortadadır.

Millet olarak sıcağı sıcağına yaşadığımız Genelkurmay ve yüksek yargı diktası ve adaletsizliklerini görmemezlikten gelerek desteklenmesi ve topyekûn ayağa kalkılmamasının sebebi lanet değil de nedir? Halka meydan okuyan Genelkurmay, yüksek yargı ile seçmenine ihanet eden işbirlikçi liderlere “dur” demek yerine hâlâ ilgi ve güven duyabilmesini hangi akıl kurallarıyla izah edebilirsiniz? Halkına acımayıp tepelemek isteyen, suçluların hapis yatması ve yargılanmasını engelleyen, teröristlerle işbirliği yaparak haince Mehmetçiklerimizi ve vatandaşlarımızı öldüren, öldürten ve yargıca aklayan anıtkabir tapınak şövalyelerini alkışlamak ve ideolojik dokunulmazlıklarının devamını istemek lanet değil de nedir?

12 Eylül 1980 ihanetinin şövalyelerinden azılı İslâm düşmanı ve TSK’ni talan eden o dönemin en zengin harami generali Org. Tahsin Şahinkaya; “Ben komutanınız olarak Atatürk’ün ordusunda garnizonun içinde namaz kılınmasını yasaklıyorum” talimatı arşivlerde, onlarca solcu, sağcı ve dindar insanlar zindanlara atılıp işkenceler altından inleyerek idam edilmişken, nasıl bir mantık ve gerekçeyle “hayır” denilebilmektedir? Dünyaya hükmetmiş TSK’ni birkaç çapulcu terör örgütüne karşı dahi mağlup ettiren laik ve Atatürkçüler, nasıl bir irtica tehdidiyle halkının dinine savaş açabiliyorlar? Aleviler ve Kürtler nasıl bir muhakemeye sahiptirler ki, Atatürk’ün emri ve İsmet İnönü’nün saldırısıyla CHP iktidarında katledilmişler, sürgün yemişler, yokluğa mahkum edimişler ve kimliklerini saklamak zorunda bir sığıntı olarak yaşamışlar ama CHP’nin despot rejimini beslemeye devam ederek referandumda “hayır” diyeceklerini ya da ambargo uygulayabileceklerini açıklayabilmektedirler. Hunharca katledilen on binlerce atalarının ruhları vicdanlarını sızlatmıyor mu? Yoksa Alevi yahut Kürtler, tapınak hizmetkârları olarak İslâm düşmanı ve atalarına ihanet eden hainler midir?

Atatürk’ün kurduğu CHP Diktatörlüğü’nün üzerinde o kadar çok lânet var ki; sanırım en önemlisi iki cihan sultanı, çağ açıp çağ kapatan ve peygamber efendimizin “o ne güzel bir asker ve o ne güzel bir komutan” müjdesini verdiği Fatih Sultan Mehmed Han’ın, Atatürk Türkiye’sini ebediyete kadar lânete mahkûm kılan bedduasıdır.

Hiçbir gücün fethetmeyi başaramadığı, uğruna yüz binlerce insanın öldüğü ve şehit düştüğü Bizans’ın merkezi İstanbul’u fethederek milletimize, Müslümanlara ve tüm dünya insanlığına hak ve şeref kazandırarak zulmü bitirip dünyadaki barış ve adaleti sağlayan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Ayasofya Vakfiyesinde yer alan vasiyetinde; “İşte bu benim Ayasofya vakfiyem; dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tecile koşarsa, fasit veya fasık teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisinin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek mütevelli hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse; ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar! Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse; Allah’ın, Peygamberin, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin, onların haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, Allah’ın azabı onlaradır. ALLAH İŞİTENDİR, BİLENDİR.

1934 yılında, CHP Diktatörlüğü’nün kurucusu Atatürk; gücün, hâkimiyetin, tarihin, çağın, şerefin, fethin, bağımsızlığın ve egemenliğin abidesel sembolü Ayasofya'yı, Fatih Sultan Mehmed Han’ın vasiyetine rağmen haçlı batının talebine binaen camiden çıkararak müzeye dönüştürülmesini emretti ve kararname başbakan İsmet İnönü tarafından imzalanarak, Türkiye büyük bir lânetle karanlıklara gömüldü ve 85 yıldır bataklıkta çırpınarak birbirini yemekten ve ihanet etmekten sıyrılamadı.

Geçmişini, yüz akı devletini ve kahraman atalarını inkâr eden hainler yüzünden milletimiz lânete mahkûm oldu. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fetheder etmez ilk cuma namazını Ayasofya’da kılmış ve Ayasofya’nın peygamberimizin fetih ile ilgili müjdesiyle İslâm’ın siyasi bir yüreği olduğu idrakiyle Ayasofya’ya ne kadar önem verdiği ve sevdiğini tüm dünya bilmekteydi.

Ayasofya’nın tam 481 yıl cami olup milyonlarca Müslüman’ın secde ettiği kutsallığından, 14.11.1934 tarihinde İslâm düşmanı CHP Diktatörlüğünce müzeye çevrilmesiyle milletimizin ve tüm dünya Müslümanlarının yüreğinde derin bir hüzün, kahır, acı ve hasret korlaşmış, aradan ne kadar zaman geçse de o korun aleve dönüşerek laneti kaldıracağı umudu hiç azalmamıştır.

Şerefli, adaletli ve egemen Osmanlı Devleti’nin kuruluş amacı Bizans’ın fethidir. Diğer İslam devletleri gibi peygamber efendimizin müjdesine kavuşabilmek için binlerce kez İstanbul, Bizans’ın elinden alınmak istenmiş, ancak 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmed Han, göğsü iman dolu kükreyen ve gövdelerini siper eden o mübarek askerleriyle müjdeye erişmişti. Ayasofyasız İstanbul, İstanbulsuz da Türkiye olamayınca göre; hangi gerekçe milletimizin kanını dökerek hak ettiği zafer sembolü Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarabilir?

Fatih’in vasiyetine ihanet eden ve milletine danışmadan böylesi ebedi bir laneti halkına bela ederek akıl almaz bir tasarrufa cesaret eden CHP, Türkiye’nin kıyametsi cehennemi olmayı sürdürmektedir. Oysa Ayasofya; Atatürk’ün, İnönü’nün ve CHP’li fikir öncülerinden çok önce MS. 532 yılında Bizans İmparatoru Constantinius tarafından inşa ettirilmişti. İnşa edilmesindeki amaç, turistlere müze hizmeti vermek değil, doğrudan Tanrı'ya ve O'na ibadeti görkemli bir mabed içinde yapmaktı. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed de aynı amaçla kiliseyi camiye dönüştürerek Allah’a ibadet yeri yaptı. Ancak yaratıcı Allah’ı, peygamberleri ve dinleri reddeden evrimci maddeciler, metafizik yerine fiziği tanrı edinmelerinden Ayasofya gibi kutsî bir mabedi ruhsal özünden kopararak seküler materyalizme peşkeş çektiler.

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır." Bakara.114

Ey hayırcılar! Bir kendinize bir de kulluğunu yaptığınız yalancı ve sömürücü önderlerinize bakın. Özgürlüğünüzü ve cesaretinizi hazmedemeyip ayakları altında süründürdüğü sizlerle aynı seviyede karar verme ve yetki kullanma hakkı tanımak istemeyen acımasız ve adaletsiz şövalyeleri can havliyle savunarak, iktidarlarının devamı adına çağdaş köleleri olmayı nasıl sindirebiliyorsunuz? Sokaktaki insanlar olarak onları meşrulaştırmaktan öte ne gibi hakkınız, sözünüz ve yaptırımınız mevcuttur? Onlar gibi bir güce, ayrıcalığa, makam, rütbe ve paraya kavuşabilecek misiniz? Eğitim, sağlık, iş, sosyal aktiviteler, yüksek maaşlar, özel şoförler, korumalar, lojmanlar, davetler, protokoller v.b imkânlardan yararlanabilecek misiniz? Onlar gibi bir suç işlediğinizde kayrılıp korunacak, düzmece raporlarla hastanelerde ağırlanabilecek, özel muamele görebilecek, yargıçları dize getirebilecek, hakkınızda bir yakalama kararı çıktığında muhafaza edilebilecek, kararları kaldırtabilecek, genelkurmay ve yüksek yargı tarafından çevrelenebilecek misiniz?

Pkk ile işbirliği yaparak Hantepe, Gediktepe, Dağlıca ve Aktütün gibi siperlerde vatanı ve sizleri koruyan evlatlarınızı teröristlere kurban eden ve katledilişlerini izleyen komutanların sivil mahkemelerde yargılanıp hesap vermelerine nasıl karşı çıkabilirsiniz? Hukuku ve adaleti doğrayarak eşitliği bertaraf eden vicdandan soyutlanmış ideolojik yüksek yargı üyelerinin ahkâm kestikleri ve seçtiğiniz hükümetlere hükmeden Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi oligarşin kurumlarda adaletin hâkim olmasına nasıl “hayır” diyebilirsiniz? Halkın düşünce, duygu ve inançlarını temsilen seçtiği Adalet Bakanı ve müsteşarı HSYK’da yer almasaydı; sizleri kesmeyi planlamaktan, teröristlikten, darbeden, ihanetten ve kaos çıkartmaktan yargılanan generaller, yargıçlar, gazeteciler, akademisyenler, işadamları ve halk düşmanlarının dosyaları kapatılmayacak mıydı? Zulmün en berbat şekli olan ideolojik bir Kemalist siyasetle bütünleşmiş olan yargının tarafsız, eşit ve adil olmasını nasıl istemezsiniz? Gerektiğinde hükümetlere son verebiliyorsunuz ama hukuk tanımaz komutan ve yargı üyelerini değiştirebiliyor musunuz? Sivil dikta manipülasyonuyla bürokratik diktayı perdelemeye çalışan komutanlar, yargı üyeleri, gazeteciler, liderler, sendika ve TÜSİAD gibi patronların güdümüyle neden egemen olmaya sırt çeviriyorsunuz? Sivil bir halk egemenliğine bürokratik egemenliği mi tercih ediyorsunuz? Neden akıl verip vatan-millet edebiyatı yapan o sömürücü buyurganlar, sahip olduklarını sizlerle paylaşmıyorlar? Sizleri sokaktaki çöpten farksız görenlere duyduğunuz sadakat insanlığınıza ve çocuklarınıza bir ihanet değil midir? Acaba sivil egemenlik doğrudan siz değil misiniz? Kemalist totaliter güçlerin hükmettiği Türkiye’de seçtiğiniz hiçbir hükümetin devlet olamaması ve anıtkabir tapınak şövalyelerinden icazet almadan inançsal taleplerinizi karşılayamaması onurunuza ve insanlığınıza dokunmuyor mu?

Ayrıca, pkk terör örgütü merkezi kandilin devletle pazarlık yaptığı açıklamasını hükümete konumlandırmak, apaçık referandumu provoke edebilmek için Ergenekon’ca tertiplenen kara bir lekedir. Hem hükümetin pratikte devlet olamaması hem de gerek bdp gerekse pkk’nın hükümeti amaçlarına engel düşman ilan etmelerinden söz konusu iddia bir hezeyandır. Pkk ile ittifak içindeki Ergenekon terör örgütü ve hain komutanların deşifre olan işbirlikleri tüm kamuoyunca bilindiğinden, nasıl oluyor da pkk’nın “acıma yok, tepeleme var” sloganıyla özdeşleşmiş darbecilerin, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli gibi düşmanlarınızın tuzaklarına düşebiliyorsunuz? Her şeyi bu kadar çabuk unutmanızın nedeni lânet mi, yoksa muhakeme yetisini kaybetmeniz midir?

Benliği kudurmuş sekülerist, Kemalist, şovenist ve kapitalistlerin ortaya koyduğu kurallar, kendilerinden başka hiç kimseye eşit adalet ve hakça bir yönetim sağlamamaktadır. Öyleyse neden onların ardına takılıp doğrudan devlet olabilecek bir fırsatı tepiyorsunuz? Hayatın yaşantı aramak değil, kendini aramak olduğunu idrak edememiş cinsellik düşkünü art niyetli sefillerin, çarpık ve ahlaksız yaşamlarında bir değişkenlik olabileceği endişesiyle ortaya koydukları kaygılarla amacı saptırma çabalarına kanıp, neden bir müdahale olabileceği paranoyasıyla egemenlik hakkınızdan vazgeçiyorsunuz?

Eğer bağımsız, adil, erdemli ve hür bir insan duygusu taşıyorsanız; laf cambazlarının maskeli hiçbir gerekçesi asli varlığınızı iğfal etmemelidir. Bir avuç maymundan veya kurttan türediklerini iddia eden ya da Allah’a inanırız da peygamber ve vahye asla diyen sapkınların üzerinize çöktürdükleri lânetten kendinizi değilse de, ana-baba diye sizlere güvenen o masum çocuklarınızı kurtarabilme muhakemesini yapmak, ebeveyn olarak hayati yükümlülüğünüzdür. Siz dürüst, inançlı ve adil olun ki sapan kimse size zarar vermesin ve Allah’ın laneti sevdiklerinizi karartmasın…

Ayasofya camiye dönüştürülmez ve CHP’nin adımları izlenmeye devam edilirse; Türkiye’nin lanetten kurtulabilmesi asla mümkün değildir.

“Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?” Casiye.23

“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız" diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçek kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” Nisa.150-151

Gelin, karar vermeden önce bir daha muhakeme ediniz; insanlık ve merhametten nasiplenmemiş yalancı, riyakâr, hain, insafsız ve sömürücüler için değil; kendiniz, eşleriniz, ebeveynleriniz ve sizleri onurlandıracak o masum ve saf çocuklarınızın geleceklerine kıymayınız… İnşallah, bir bilgiye göre saptırılıp kulaklarınızın ve kalbinizin mühürlenerek gözlerinize perde çekilen zümreden değilsinizdir.

Her ne kadar bir önceki yazımda Ramazan Ayında yazı yazmayacağımı ifade etmiş isem de, milletimi kasıp kavuracak lanete dikkat çekerek, halkımı uyarmayı imanı bir görev bildim.

Hepinizin Ramazan Bayramını tebrik ederim…

17 Ağustos 2010 Salı

Ancak muhakeme edebilen insanlar;

Referandumda “EVET” kullanarak varlığını deklare eder...

Nisan 2006’da yazdığım “Neden Oy Kullanmıyorum” adlı kitabımda Türkiye’nin cumhuriyetle yönetilen bir hukuk devleti olmadığı; parlamentonun, hükümetin, yargının, kurumların ve halkın sultalaştırılmış Genelkurmay diktası altında varlık gösterdiği, seçimlerin ve millet egemenliğinin laik ve Atatürkçü ideolojik rejimi meşrulaştıran aldatmaca bir manipülasyon olduğunu vurgulamış; seçimle başa gelen hiçbir hükümetin yasal yollarla Genelkurmay ve yüksek yargı esaretini kıramayacağı ve halkı iktidar yapamayacağı üzerinde durarak, milletvekili seçimlerinin belediye seçimlerinden hiçbir farkı bulunmadığı gerçeğiyle iktidar olunamayacağını açık delillerle işleyerek, kullanılan oyun mastürbasyondan öte zerre kadar bir yaptırımı bulunmadığını ortaya koymuştum. Diğer bir ifadeyle fırsatçı ve çıkarcı politikacılarca gizlenen totaliterliği halkın dikkatine sunmuştum.

Bugüne kadar gelen hükümetler diktatörlüğün sınırlarını zorlamayıp belediyecilik misali rutin işleri yaptıklarından hem dinsel hem ırksal hem insansal hem de yargısal sorunlar kökleşmiş, düşmansı kamplar derinleşerek fitilin ateşlenmesine ramak kalmıştır. Değişik gerekçeler, muhalefetin ihaneti ve zoraki ötelemelerle köklü bir çözüme ulaşılamamakta, halkı temsilen hükümet ile diktatörlüğü temsilen Genelkurmay’ın iktidar mücadeleleri çatışmayla sonlanacaktır. Eğer geçmişte olduğu gibi hükümet beyaz bayrak çekerse, haksızlık ve adalesizliğe meydan okuyan ve kendini halka adamış bir hükümetin doğuşuna kadar olması gereken çatışma, mutlaka başka bir bahara kalacaktır.

Hükümet ne kadar hukuka ve yasalara bağlı bir direnç gösterse, halkın huzuru, özgürlüğü, eşitliği, refahı, güveni, birlik ve beraberliği adına yapıcı bir siyaset gütse, anayasal haklarını kullanmaya çalışsa da; irtica lehine Müslüman milletini düşman ve tehdit bellemiş rütbeli ve cübbeli anıtkabir tapınak şövalyelerini uzlaşıya veya hukuka yanaştırmamaktadır. Çünkü ideolojileri uğruna Müslüman halkını doğramayı düşünebilen, pkk terör örgütüyle işbirliği yapabilen, emrindeki askerleri pkk’ya kurban verebilen, hükümetine ve halkına kanlı darbeler planlayabilen, adaletle hükmetmeye çalışan yargı üyelerini ya görevden ihraç edip ya açığa alıp ya da sürebilen bir düşünceyle anlaşabilmek asla mümkün değildir.

Türkiye’nin yasalara bağlı bir hukuk devleti değil teamüllerle yönetilen bir derebeylik olduğunu açıklamakta hiçbir sakınca görmeyen CHP Diktatörlüğü’nün kukla genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ak Parti Hükümetinin YAŞ’taki anayasal hakkını kullanmasına tepki göstererek, “neden teamüllere karşı çıkıyorsun” hesabını sorabilmiştir. Zaten bugüne kadar o teamül yetkileriyle sultalaşıp yasalara, hükümetlere ve halka meydan okumadılar mı?

Kukla Kemal; darbeleri, muhtıraları, tehditleri, baskıları ve karşı durulmaz emirleriyle siyasetin merkezi olan Genelkurmay’ı siyasetin içine çektiği gerekçesiyle Başbakan’ı ve hükümeti eleştirmesi, siyasetin anlamını dahi bilmediğini kanıtlamaktadır. Anayasayı ve yasaları yapan, devleti yöneten siyaset olduğuna göre; devlete bağlı bir kurumu nasıl olurda siyasi iktidardan ayrı tutulabilir ve dışında konumlandırılabilir? Acaba laiklik ve Atatürkçülük siyasi bir düşünce değil midir? Laiklik ve Atatürkçülük adına Genelkurmay ve yargının siyaseti meşru da, Allah adına diyanetin siyaseti neden yasak? Çünkü laik rejimde; Allah’a ve vahye geçit yoktur!

Diktatörlüğün çakma milliyetçi taşeronu MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli; partilileri gibi haklıda aptal sanarak Başbakan Erdoğan’ı ülkeyi germek ve Genelkurmayla savaşmakla suçlayıp, tüm sorunların müsebbibi ve terörün azmettiricisi olarak takdim etmesi; onun nasıl işbirlikçi bir halk ve din düşmanı olduğunu ortaya koymaktadır. Acaba; onca kanlı darbe planını gerçekleştiren; halka, hükümete ve yargıya baskı ve tehditler yağdıran; İslam’a karşı pkk terör örgütüyle işbirliği yapan; terörist yandaşları kayıp verdiği gerekçesiyle heronları düşürmek veya koordinatlarını değiştirmek isteyen; teröristleri gördükleri halde Mehmetçiklerimize yardım göndermeyip alçakça şehit düşüren; halkı fişleyen, peygamberimize hakaret eden, Müslümanlara yaşam hakkı tanımayan, Mehmetçiklerimizi tuzağa düşürtüp hain emelleriyle arkadan vurduran; Ergenekon gibi azılı bir terör örgütü kuran; hukuk karşısında delilleri yok edip yargıyı karartan; suçluları değil deşifre edenleri cezalandıran; Müslüman halkına karşı acımasız bir tepelemeye yeltenen hükümet mi, genelkurmay mı?

Halkının ırkına ve inancına düşman bir kurumla gerginlik yaşanmayacak da ödül mü verilecek? Ayrıca yetmiş milyonluk Türkiye’nin neden ayağa kalkmadığını hala anlamakta zorluk çekiyorum. Ki hükümet, ısrarla kurumlar arası gerginlikten kaçınarak TSK’nın zarar görmeme duyarlılığıyla hareket etmesinden azgınlar daha da cesaretlenmektedirler. Başka bir ülkede olsaydı; halkın egemenliği ve özgürlüğü adına muhalefet partileri hükümetin yanında yer alır, suçlu general ve yargı üyelerini ihanetten yargılayıp idam ederek, Genelkurmay ve yüksek yargının düşmansı ideolojik yapısında reforma gidilirdi. Ancak totemsi ideolojileri halkın ve vatanın üstünde bir değer taşıdığından milleti, hukuku ve TSK’yı mahvedecek her türlü felaketi ve acımasızlığı çekinmeden işlerler.

Vicdanlarını acımasız ideolojiye tahvil edenlere karşı korku ve endişe duyunuz ki, kurtuluşa eresiniz.

Anayasa Paketi ile ilgili yapılacak referandum, bilinmelidir ki Türkiye’deki insan ve Müslüman sayısını güncelleştirecektir. İnsanlığa ve İslam’a savaş açmış oligarşik güçlerin halk iradesine teslimiyetlerinin önünü açacak referandumda şehitlerin ve alçakça katledilen insanların berzahtan haykırışlarına kulak verip mutlaka “EVET” deyiniz ki, maskeler düşsün ve bugüne kadar hiçbir düşmanın zincir vuramadığı milletimiz, geçmişteki onuruna, kardeşliğine ve yenilmez gücüne kavuşabilsin.

Statükonun bertaraf edilmesine karşı düzenlenmiş Anayasa değişikliğinin ne Başbakan Erdoğan’a ne de Ak Partiye menfaat sağlayıcı bir ayrıcalığı vardır. Çünkü Ak Parti seçimle hükümet olduğundan her an gidici ve eğer bir suçları var ise yargının önüne hesap vereceği yasalarda faaldir. Kalıcı ve dokunulmaz olan ise Genelkurmay, yüksek yargı ve CHP’dir. Halka ve dine amansız düşman azılı suçlu üyelerini dahi nasıl koruyup kollayarak hukuku, adaleti ve vicdanı doğradıkları ve millete meydan okudukları yaşanan bir gerçekken; nasıl olur da ‘hayır’ diyebilirsiniz? Yoksa CHP’nin milletimize mazoşist iddiasını haklı mı çıkaracaksınız? “Hayır” la kendini reddeden bir yaratığa muhakeme edebilen bir insan fıtratıyla bakabilir misiniz?

Bu öyle bir mühür ki; maymundan evrimleşen Kemal ile kurttan evrimleşen Devlet’in tüm pespayelikleri, riyakârlıkları ve sinsilikleri âmâların dahi görebildiği bir gerçekken; peşine düşenlerin gözleri oldukları halde görememeleri, kulakları oldukları halde işitememeleri, kalpleri oldukları halde hissedememeleri; onların insan olmadıklarını dair bir kanır değil de nedir?

Referandum insanlığın oylanmasıdır.
Referandum Müslümanlığın oylanmasıdır.
Referandum özgürlüğün oylanmasıdır.
Referandum hak ve adaletin oylanmasıdır.
Referandum millet egemenliğin oylanmasıdır.
Referandum diktatörlüğün oylanmasıdır.
Referandum vicdanın oylanmasıdır.
Referandum geleceğin oylanmasıdır.
Referandum kardeşliğin oylamasıdır.
Referandum faşizmin oylanmasıdır.
Referandum terörün bitirilme oylamasıdır.
Referandum hainlerin etkisizleştirilme oylamasıdır.
Referandum ırki ve dini bölünmeleri ortadan kaldıracak oylamadır.
Referandum düşmanlığa son verecek oylamadır.

Referandum oylamasında bırakın hayır demeyi, tereddütte kalıp hayır’ı düşünmeniz bile kendinizi, insanlığı ve dininizi inkâr etmek demektir. Sizler için canlarını verip yaşadığınız vatan topraklarını armağan eden kahraman atalarınız ve ölmekten sakınmayan şehit evlatlarınız ve kardeşleriniz için mutlaka “EVET” demelisiniz. Onlar gibi canlarınızı feda etmeseniz bile en azından evet diyerek, o hain kardeş düşmanı münafıklara gerekli yanıtı verin; güdülen köleler değil, devletin ve vatanın sahibi olduğunuzu belgeleyin.

Sen bir insansın; sen Allah’a iman etmiş bir Müslümansın; sen şehit veren bir babasın, anasın ve kardeşsin; asla hainlerin yalanlarına kanma…

Ramazan boyunca yazılarıma ara verdiğimi bilgilerinize sunar, tüm halkımın mübarek Ramazan Ayını tebrik ederim…



12 Ağustos 2010 Perşembe

Neden Yaratacı’na değil de hain kuluna… -

Kendini yoktan varedip sahip olduklarını lütfederek kuvvet ve kıymete kavuşturmak suretiyle yaşamını yönlendiren, rahmeti ve musibetleri yaratarak can verip can alan Allah’a değil de kendi gibi yaratığa gösterilen ilgi, alaka, güven ve tazimi özellikle inananların duyabilmesi; inandıkları halde iman edemediklerine açık bir delildir.

Sinir kütlesinden ibaret beyinleri olup da muhakeme edebilecek akılların olmaması, insanı “yığın” yapan sebeptir. Akıl ve iradenin özgürlüğüne kanıt gösterilmeye çalışılan sözde bilimsel kuramlar; beyin ile fizik, mantık ile duygu, ruh ile beden gibi somut ve soyut varlıkları ya birbirleriyle çatıştırıp üstün kılarak ya da yok farz ederek paradoks oluşturmaktadırlar. Ancak sinir kütlesi olan maddesel beynin tıpkı beden gibi öldüğünde çürümesi misali yaşarken de insanı hiçliğe ve akılsız bir kümbete dönüştürmesi, aklı yöneten özgür veya cüz’i bir iradenin ve mutlak bir hürriyetinin olmayışını ortaya koymaktadır.

Hilkatteki eşinden fayda veya zarar beklentisi içinde yanlışı kayıran, savunan ve çıkarları uğruna adaletle şahitlik etmeyen insanların ateist, teist veya deist olmalarının hiçbir önemi yoktur. Sonuçta Yaratıcı’larına teslim olmak yerine yaratıklara sadakat göstermeleri, dinsel veya bilimsel inançlarına hiçbir değer katmadığı gibi ikilemden de kurtulamamaktadırlar.Ruhsuz bir madde ve fiziğin gücüyle üstün ve egemen olabileceğini pozitivist savlarla ispatlamaya çalışan çevreler, özgür olamama ve hür düşünememe kaygısıyla ısrarla Yaratıcı’dan ve mutlak iradesinden kaçınmakta, dolayısıyla bir yaratık olduklarını kabullenmeme adına benliklerini tanrısal yüceliğe ulaştırabilmek için saçma ne var ise, bilimselleştirmeye veya siyasallaştırmaya kalkışmak suretiyle bilimin ve siyasetin saygınlıklarını da baltalamaktadırlar. Doğrudan vahyi değil de hurafeleri yol edinen çakma müminler de aynı girdabın içinde bocalamaktadırlar.

İnsan benliğindeki yücelik hırsı, ebedi iktidar, sonsuz heves, talep ve arzunun süresi; ancak başa gelecek musibetin tadılmasına kadar sürdüğü halde yine de gerçeğin reddedilmesi; özgür iradenin ve muhakeme edebilen bir aklın verebileceği tepkiler değildir. O an, birde bakarsınız ki böbürlenerek gökyüzünde dolaşan benlik yerde sürünmeye başlamış, namütenahi dileklerden vazgeçilerek, başa gelen belâdan kurtulabilme arayışına girilip can derdine düşülmüştür. Böylece her şeyin hile, aldatma ve görüntüden ibaret bir yalan olduğu gerçeği fark edilebilse de, olumsuzluklardan kurtulduğunda benlik yeni baştan coşar, tanrısal hırs ve ihtiras anaforuna kapılır. Ne zamana kadar? Yeni bir fecaat ve sıkıntıya kadar! İşte benlik egemenli beyinsi irade ile Allah teslimiyetli mutlak irade arasındaki fark…

Evrimci bilimcilere göre; insan, “beyni” sayesinde düşünür ve akıl sahibi olur. Beyni olmadan düşünemiyor ise; beyinli akılsızlar hangi kategoride değerlendirilmelidir?

Eski Yunanlılar, işlerine geldikçe ve zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak, yani iradeyle elde edilen bilgiydi. Evrensel gerçekler ve günlük olaylarla ilgili somut bilgiler, onların gözünde “ikinci sınıf” bilgiydi. Tıpkı günümüz insanların “din ve bilim” ya da “kader ve özgür irade” ikilemleri gibi!

İnsanoğlunun mutlak güç olarak biyolojik beyni, ruhsuz fiziği ve kadersiz yaşamı savunması, özgür ve egemen olabilme arayışından ileri gelmektedir. Tanrı, ruh, kader, vahiy, melek, cin, peygamber ve şeytan gibi mutlak soyut varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirmeleri, benliksel kompleksin egemen olabilme talebinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olmalarına rağmen, fikirlerindeki ısrarcılıkları yine de gerçekleri ve mutlak hükümranı gizlemeye yeterli olmamaktadır. Ne de olsa gerçek dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, sanal alemin yaşamla örtüşmeyen ütopik düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve hipotezleri ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte, böylece teoride yaratıcı olabilme vasfına ulaşarak, kurtarıcı “sanal tanrı” kimliğine bürünebilmektedirler. Ancak bizzat tecrübe edinen hayat, iddiaların çöpten ibaret olduğunu kanıtlayan delillerle doludur.

Ne sefilliktir ki, Yaratıcı’ya kulluğu ilkellik, gericilik ve karanlık addedenler, lider belledikleri canlılara, hatta ölülere kulluğu akılcılıkla, aydınlıkla ve uygarlıkla özdeşleştirebilmektedirler. Çeşitli toplumlardaki putperestsi örnekler, yaratıkların en yücesi olan insanı en aşağıya çekebilmektedir.

Gerek geçmişte gerekse günümüzdeki insanlar; ya semavi ya da semavi olmayan sekülerist düşüncelerin egemen olduğu inançlarından dolayı sürekli çatışmaktadırlar. Her ikisini birden yaşayan Türkiye gibi karmaşık toplumlar, başkalaşımlarının sonucu özlerini yitirmiş melezlerdir. Bir taraftan Allah’a iman ettiklerini iddia ettikleri halde diğer taraftan insanı tanrılaştıran laik düşüncelerden dolayı liderlerinin gücüne, ululuğuna ve kurtarıcılığına da inanırlar. Hem din-dışı laikliği hem de vahyi bir arada yaşayabilen Türkiye, dünyada eşi olmayan korkunç bir riyakârlıkla özdeşleşmiş olabilmenin derinsi bir çelişkisini ve lanetini yaşamaktadır. Bundan dolayı ruhsal bir Tanrı’dan yeterince tatmin olmamakta, dolayısıyla karşılarında görebilecekleri, duyabilecekleri ve dokunabilecekleri fiziki bir veliaht tanrıya rağbet etmektedirler.

Vahyi reddeden CHP Diktatörlüğünün sözde cumhuriyeti kurmasıyla birlikte evrimci veya Atatürkçü laikler ile vahye iman etmiş anti laiklerin bitmez tükenmez iktidar savaşı öylesi bir canavarlığı, gözü dönmüşlüğü ve vicdansızlığı doğurmuş ki; sırf Müslümanların zarar görebilmesi için emrindeki Müslüman askerleri katleden generalleri; pkk gibi eşkıyalarla işbirliğine, halkını tepelemeye ve acımadan öldürmeye yöneltebilmiştir.

Gerçektende bozularak yoldan çıkmış insan görüntüsündeki yaratıklar çok hain ve çok zalimdir…

Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa, acımasızlık ve tutarsızlık içinde sürmektedir ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu dinsel veya bilimsel platformlarda aralıksız tartışılmakta, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla düzmece anlayışlar, dinler, mezhepler ve gizli tanrılar, karşılıklı bir uzlaşı içinde meşrulaştırılabilmektedir. Oysa herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya tek ve olaylar da aşağı yukarı birbirini tamamlayan çeşitlerdir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar; bu tür anlamsız, tutarsız ve sonuç getirmez tabansız tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları “o kitap”ın takdir ettiği zaman ve mekân dâhilinde gereğini yaparlar.

Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken; tartışmanın ya da rejim koruyucu uzlaşının hiçbir yarar getirmeyeceği aşikârdır.

Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle irade, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma; beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta, zihinsel ve bedensel özgür düşünce ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kulluk, yönetim ya da yönlendirme de sorumlu olan egemen gücün ya daima Yaratıcı Allah ya da daima yaratık insan olmasının zaruriyeti dikkate alınmamakta, Young deneyindeki yarım bardak suya sokulan bir cismin kırık görüntüsündeki yanılgı misali tartışmaları sona erdirecek gerçek sorgulanmamaktadır.

Hâlbuki düşünce ve eylemi denetleme zorunluluğu olan beyin, her türlü dış müdahaleye karşı kalkan misali kendini koruması gerekirken, arzu etmediği bir şeyi yapabilmekte, acı, kayıp ve dehşeti önleyememekte, duygulara mağlup olabilmekte, planlarıyla başını belaya sokabilmekte, kendi içinde çatışabilmekte, programlarını hezimete uğratabilmekte, hiç beklemediği olaylar karşısında sarsılarak yenilgiye uğrayabilmekte, dolayısıyla korku ve endişe içinde geleceğinden şüphe duyabilmektedir. Bilimsel değerler ve kurallar işletildiği halde aksaklıklar baş gösteriyor, güç ve irade etkisiz kalabiliyorsa; bilimsel aklın ve mantığın kabul etmek istemediği fevkalâde önemli temel bir sorun ve tehdidin varlığı gözlenmektedir. Neden çözemiyor ve diledikleri akli bir toplum yaratamıyorlar?

Acaba kafatasçı çağdaş beyinciler; insanları hangi gerekçelerle peşlerinden sürüklüyorlar?

Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem, fiziksel görüntü ve aldatmaların ilk merkezidir. İnsanın temel oluşumu ruh ve asla kurtulamadığı hastalık, ölüm, musibetler, kader ve yaşam sürecinde ilerleme kaydedemeyen “tanrı krallar”, debdebeye önem vererek insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini pekiştirebilmek için, öncelikle mimari alanda yenilikler yaptılar. Bu şekilde büyük binalar yapılmaya başlandı ve şehirciliğe önem verilerek, benlikler okşandı. Ululuk ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla süslemeye aşırı önem verildi. Gösteriş, lüks ve konfor merakıyla evler değiştirildi. Mozaikler, mermer sütunlar, süslü mobilyalar ve biblo gibi eşyalar kullanılmaya başlandı. Ancak her şey, tıpkı bakımlı ve şehvetsel vücutların leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle yerle bir oldu, dolaysıyla tanrısal gösterişler de kısa sürdü.

Krallar, tanrısal güçte olduklarını kanıtlayabilmek adına ihtişama, azamete ve gösterişe olağanüstü önem verip insanları etkilemeye çalıştılar. Bu gösterişin adı ve gücü, o gün nasıl bir uygarlık idiyse, bugün de aynıdır. Değişen sadece aksesuar, süs, boya ve makyajın cinsi, markası, görüntüsü ve çeşididir. İşte çağdaş olarak övünülen ve iradenin gücünü simgeleyen olgular, şüphesiz etkisel amaçlı ve gerçekte hiçbir kalıcılığı olmayan illüzyonsal kozmetik ürünlerdir.
Eğer sinir kütlesinden müteşekkil beyne, şeytanın cirit attığı zihne, nefsi duygulara ve dilediğini yapamayan iradeye güvenilirse; yapılabilecek bir şeyin de olamayacağı alenidir. Geçmiştekiler ne yapabilmiş ki gelecektekiler yapabilsin!

Öyle bir toplum düşünün ki hem diktatörlük hem de cumhuriyet ile yönetiliyor. Kendini devletin ve milletin efendisi, ayrıca cumhuriyetin yaratıcı tanrısı Atatürk’ün veliahdı ilan eden Genelkurmay ile halkın seçimle başa getirdiği hükümetçe yönetilen Türkiye; adalet, refah, huzur ve barış içinde olabilir mi?

Vicdanlarında Yaratıcı korku ve sevgisi olmayan “laik” kesim öylesine tahammülsüz, merhametsiz, hoşgörüsüz ve uzlaşısız ki, kendinden başka hiçbir hükümete, bürokrata ve yasalarca destekleyen millete yaşam hakkı tanımak istemiyor; ülkeyi bölüp parçalayacak ve kardeşin birbirlerini katledebileceği komplo, kumpas, entrika ve fitnelere acımasızca başvurarak, despotik iktidarını faşist yollarla korumaya çalışıyor. Bu nasıl bir beyin ve aklın ürünüdür?

Silah ve ordunun verdiği güçle bağlı olduğu hükümete, meclise, yargıya ve millete meydan okuyan Genelkurmay; nasıl bir ruh halindedir ki halkını acımadan tepelemeyi, kurduğu provokasyon amaçlı illegal yollarla ve örgütlenmelerle halkı hükümete ve birbirine karşı saldırtarak terör, anarşi ve savaş çığırtkanlığı yapabiliyor? Neden içlerinden biri de çıkıp hesap sormuyor? Bu mudur Atatürkçülük barış ve aydınlanma?

Müslüman halkına karşı muhtıralar vererek, üniversiteleri, sivil toplum örgütlerini ve medyayı kışkırtarak, silahlı örgütler kurdurarak, militanlara destek çıkarak, teröristlerle işbirliği yaparak, destekleyerek, yargılanmalarını önleyerek, milletinin dinini irtica gerekçesiyle aşağılayarak, ibadetlerini engelleyerek ve asiliğe zorlayarak varlığını sürdürmeye çalışan bir kurum; nasıl bir beyinle muhakeme ediliyor?

Bazıları halk nezdinde öyle dokunulmaz ve değerlidirler ki, bitki gibi çiçek açmaları, nebatat vermeleri sizi asla yanıltmasın. Çünkü salgıladıkları zehir, tüm toplumu helak edebilecek sinsi bir tehlike arz etmektedir.

“Kabul edilen bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.” Gascoigne

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Önümüz düşman, arkamız münafık…

Kimin düşman kimin münafık olduğu o kadar aleni ki; halkının üzerine tankları yürütmeye, acımadan tepelemeye ant içmiş, dini inançlarından ötürü 1. derece tehlike ilan edip fişleyerek dışlamış sekülerist bir devlet; o devletin dikta rejimine bağlılığını sürdüren ve sözde halkı temsilen hükümette ve muhalefette görev yapan partiler, dini ve laik cemaat ve sivil toplum örgütleri…

Düşünce ve inancı ne olursa olsun taraflarca kuşatılan halk, kendi olmak yerine onların kuklaları olmayı sindirerek insanlıklarını tarumar etmiş, dolayısıyla itilip kakılan modern veya dini köleler olmaktan kurtulamamışlardır.

İnsanları benlikleştiren ve gaddarsı hırs veren düşüncelerin kimilerini iyiyi, kimilerini kötünün iyisi arayışındaki umutlarıyla yanlış bataklığında debelenerek büsbütün doğrudan uzaklaştırıp vicdandan, haktan ve adaletten soyutlanmaları, böylesi pespaye bir düzeni meşrulaştırmış, güç sahiplerinin milletin efendileri olma anlayışı kabul görmüştür. Oysa ayırımcılığı ve kötüyü üreten rejime dokunulmadan iyinin hâkim kılınabileceği anlayışı nasıl bir muhakemedir?

Düşman ve münafıklarla barış adına bir arada yaşayabilirsiniz ama doğruyu eğip bükecek bir uzlaşmaya asla girişemezsiniz. Nasıl ki merkezi sinir sisteminde herhangi bir hücre tahrip gördüğünde organlar atıl hale gelebiliyor ise, mahkûm olmuş bir rejim de aynıdır. İşte bundan dolayı rütbeli ve cübbeli rejim bayraktarı suçlulara adalet işlememekte, hukuk atıllaştırılabilmektedir.

Milletin silahlı kurumu Genelkurmay, millete karşı silme operasyonunu planlayabiliyor ve hukuk temeli çerçevesinde suçlular hakkında bir yargı süreci başlatılıp isyansı bir dirençle karşılabiliniyorsa; o Genelkurmay’ın hukuk tanımaz bir işgal gücü olduğu; halk, hukuk ve adalet adına hesap sormayan hükümet ve muhalefetinde halkı etkisizleştirmedeki hain rollerinden dolayı dokunulmazlıklarını ve cesaretlerini derinleştirdikleri tartışılmazdır. Oysa aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi tutuklanmaktan kaçınmaları, nasıl birer hiç olduklarına da açık delildir.
Kanalizasyonda temiz bir yer bulabilmek nasıl imkânsız ise, yanlışla inşa edilmiş bir yapıda doğru ve temiz bir kurumun, bozulmamış bir insanın, siyasi ve dini liderin var olabilmesi söz konusu değildir. Herkesin birbirinden beter ve çıkarı için çalıştığı bir düzende insan kalınabilmesinin mümkünsüzlüğü vahiyle de açıktır.

Cesedi görsellikte ölümsüzleştirebilmek maksadıyla çürümesini engellemeye çalışsanız da o bir ölüdür. Yapılan makyajsı müdahaleler gerçekten uzaklaşmaya neden olmakta, gelecekte daha korkunç ahlaki ve politik öldürücü salgınlara zemin hazırlamaktadır. Onun için önümüzdeki anayasa değişikliğiyle ilgili referandum sürecinin evet veya hayır sonucu laik diktatörlüğü etkilemese de, adam yerine konmayan köle milletin adaletsizliğe ve esarette karşı bir duruş koyabilmesi adına “evet” denmesinin kendisine saygı ve caydırıcılığını hissettirebilecek bir mecburiyet olduğunu düşünüyorum.

Yoksa halkı katletme niyetlisi terörist rütbelilerle işbirliği yapabilen Başbakan Erdoğan ve Ak Parti hükümetine zerre kadar güvenmiyor, canlarını feda ederek hakkı ve adaleti egemen kılan kahramanların cesaret ve erdemliğinde olmadıkları; acizlik, korkaklık ve gizli pazarlıklarıyla ortadadır. İktidar olduğunu dahi hazmedememiş milletimizi ve seçmenini küçük düşürücü skandallarıyla şöhretli acınası bir Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, eğer “Biz emniyet müdürünü görevden aldık, aynısını asker de yapmalı” diyebiliyor ise, artık ne söyleyebiliriz ki? Açıkça askerin vesayeti altında olduğunu ve iktidar olarak kendilerine müdahale edemediklerini itiraf edebilen bir hükümet anlayışından icraat yerine ancak şov beklenir. Sonrada hakkında yakalama emri çıkarılan halk düşmanı terörist general ve amirallerin neden tutuklanamadığı tartışması yapılıyor. Onlar, sadece sokaktakilere efelik taslayarak tatmin olurlar…

Dünya, hakkı ve adaleti hâkim kılan ve halkına zulmeden barbarları ortadan kaldıran kahramanlara ev sahipliği yapmış bir âlemdir. Kahramanı kahraman yapan akademik veya askeri kozmetik unvan, rütbe ve ödüller değil, yüreği ve yıkılmaz inançlardır. Tıpkı 1987 tarihinde NATO tarafından şahsıma verilen plaketi tuvalete asmam gibi, o makamlar ve ödüllerin gerçek yeri de tuvalettir…

Bir kölenin oğlu olan Tarık Bin Ziyad; kökenleri Cermen ırkına dayanan ve Batı Roma İmparatorluğunu yıkarak, Roma’yı yağmalayan ve halka ağır işkencelerle zulmeden çok güçlü Batı Gotları, diğer bir namıyla Vizigotlar’ı, yedi bin kişilik ordusunu gemilere bindirip denizleri aştıktan sonra İspanya kıyılarına çıktı. Bunu haber alan Vizigotların Kralı Rodrik, doksan bin kişilik ordusunu Tarık’ın üzerine sürerek savunmaya geçti. Tarık’ın komutasındaki yedi bin kişilik İslam Ordusu, kendilerinden 10 kat fazla Vizigotların ordusuyla karşılaşarak çarpışmanın yaklaşıp gerilimin yükseldiği sırada; Tarık, askerlerinin zoru görünce kaçmalarını önleyebilmek amacıyla oraya gelmek için kullandıkları tüm gemileri ateşe verdi. Askerlerine şöyle seslendi: “Artık bizim için geri dönmek olanaksızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Vekil ve destek olarak Allah size yeter. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem, zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın.”

Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine; “Kahramanlar, nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Şehitlikten daha üstün bir izzet ve şeref var mı? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız” diyerek düşmana doğru atıldı. Kendisine barbar ordusunun sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında zaferden emin bir gururla oturan Vizigot kralı Rodrik’i bir anda karşısında bulan Tarık, barbar kral Rodrik’in başını gövdesinden ayırdı. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu dağıldı. Tarık, düşmanını kovalayarak Vizigotların başkenti olan Toledo kentini alarak, 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa’da yaklaşık sekizyüz yıl sürecek olan İslam uygarlığı dönemi başladı, dolayısıyla herkes barış ve adalet içinde yaşadı.

İşte 7 bin kişilik cesur ve imanlı bir ordunun 90 bin kişilik barbarları nasıl püskürtebildiğini fiziki değil ancak ruhi bir sorgulamayla anlayabilirsiniz…

Yine, I. Dünya Savaşı’nın son dönemlerinden Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar geçen 1917-1922 döneminin hazin şartlarında Osmanlı-Türk askerinin hangi imkân veya imkânsızlıklarla düşman karşısına çıkıp zaferler kazandığını da irdelemenizde yarar görüyorum. “Yamacımızdan bir ordu gelecek, çok hain ve acımasız olan bu ordunun askerleri gözü dönmüş canilerdir. Arkamız ırmak, önümüz düşman gidecek yer yok.”

Bugün iktidar kavgasıyla İstiklal savaşlarında yekvücut mücadele ederek can vermiş atalarına ihanet eden Genelkurmay ve parti liderlerini Mehmet Çavuş adlı yiğit delikanlının din ve vatan aşkı adına şu sözlerini ibret alıp, eğer zerre kadar bir muhakemeleri, ar damarları ve vicdanları kalmış ise yıkıcı hırslarından vazgeçmelerini öğütlüyorum.

Seddülbahir ve Conkbayır’ın büyük kahramanlarından biride Bombacı Mehmet Çavuş ‘tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar, karşı tarafa fırlatır ve zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları bir kaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş ‘un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş ‘un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı vazife şuuruyla hastaneden tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Sağ kolumu kaybettim, zarar yok, sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni müteessir eden ve yüne kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz muhterem kumandanım…”

Azmışlara ne anlatsan da boştur…


3 Ağustos 2010 Salı

Acıma yok, tepeleme var…

Öncelikle halk düşmanı hain rütbelileri tutuklayan İstanbul 10.Ağır Ceza Mahkemesi Hâkimlerini; baskı, şantaj ve tehditlere meydan okuyarak adaletin yerini bulması adına gösterdikleri vicdani cesaret ve kararlılıktan tebrik ediyor, katledilmeyi düşünülen halkımıza güven ve umut tesis ederek, tedirgin oldukları gelecek yarınlardan bir korku duyulmaması emniyeti vermelerinden kahraman ilan ediyorum.

Halkın ırzını, namusunu, vatanını, evladını, malını ve canını teslim ettiği komutanların ideolojik gerekçelerle emanete ihanet edip insanları hayvanmışçasına itlaf emellerini insani hiçbir düşünce savunamaz. Ancak insan kisvesindeki yaratıkların gerek hukuk gerek TSK gerekse masumiyet karinesini gibi argümanları istismar ederek aklama girişimleri, insan düşmanı teröristlerin nasıl bu kadar cüretkâr ve gaddar olabildiklerine açık bir delildir.

Adaletsizliği işleyenin çekenden daha sefil olduğu gerçeği; maalesef rütbe, makam ve aydın şöhretli pespayeleri kamufle etmeye yeterli olabilmektedir. Kamuoyuna deşifre olan onca delilere rağmen insanlıktan çıkmış acımasızları müdafaaya, koruyup kollamaya çalışanların muhakeme edebilen insanlar olamayacağı aşikârdır. Ne var ki vicdandan yoksun maskelilerin halkı ve yargıyı etkileyerek suçluları masumlaştırılabilme çırpınışları aklıselim vatandaşlarımızca itibar görmemesi, aklın tanımıdır.

Mafya ve terörist âleminde olduğu gibi oligarşik güçlerin raconları bırakın halkı, kendi yakınları, hatta aile bireylerini dahi öldürmeye odaklı bir vicdansızlık taşımaktadır. İdeolojileri aleyhine herhangi bir düşünceyi dahi kanla bertaraf etmeye yemin etmiş canilere duyulabilecek zerrecik bir acıma veya kayırma, daha korkunç felaketleri doğuracak bir tetiklemeye neden olmaktadır. Bundan dolayı insanlığın, ülkenin ve halkın bekası için acımasızlıkla bütünleşmiş insafsızlara karşı adaletten asla taviz verilmemeli; referansları, rütbeleri, makamları ve kariyerleri adaletin egemenliğine mani olmamalıdır.

Onuru, vicdanı, zaferleri ve kahramanlıklarıyla tartışılmaz bir şöhrete sahip TSK’ni abluka altına alan Müslüman düşmanı laik Ergenekoncuların ordu komutasındaki hâkimiyetleri, sadece TSK’yı değil halkımızı da derinden tehdit etmekte; kimilerinin eyleme dönüşmemiş bir plan ya da düşünce olarak geçiştirmeye çalışarak cezasız kalmalarını talep ettikleri hainlerin fırsatını yakaladıklarında daha beterini yapma intikamında olacakları gelişmelerden anlaşılmaktadır. Oysa iddialar ve ortaya konan deliller sokaktaki bir adi suçlunun planları değil, yetmiş milyonluk halkı acımadan tepelemek isteyen silahlı ve tehlikeli bir terör örgütüyle ilgilidir. Üstelik devletin kalbinde görev yapan silahlı bir teşkilat…

Halk ve hükümet düşmanı bu kadar çok general ve amiralin fail olabilmesi ürkütücüdür. Sanki Genelkurmay’ın tamamı Ergenekoncuymuş gibi bir tablo yansıyarak YAŞ’ta yapılması düşünülen terfilerde tutuklanan ve yargılanan subayların yerine kimin getirileceği tartışması apaçık bir vahamettir. Adı terörizme karışmış subayların terfisindeki ısrar, başarılamamış darbenin yeniden ifası için midir? Geçmişte de hep böyleydiler de bugün mü deşifre oldular? Sayılarının çokluğu dokunulamaz diktatörlüklerinin yargıdan muaf tutulmalarının bir sonucu değil midir?

Pkk terörü, askerlerimiz ve halkımızı deşerken ve ülkeyi bölmeye niyetlenmişken; nasıl oluyor da teröre değil de masum ve mağdur halkın dinine savaş açtılar? Şerefli TSK’ni komuta edenler, nasıl oluyor da Ergenekon Terör Örgütü gibi asi bir yapılanmanın içinde yer alabildiler? Neden pkk’ya ve ülkemizde emelleri olan düşmanlara acımayıp tepelemediler de camileri ve Müslümanları hedef seçtiler? Nasıl oldu da halka karşı pkk ile işbirliğini sindirebildiler? Askeri okullar ve harp akademilerindeki din karşıtı eğitimlerle Müslüman Halka ve seçtiği hükümete karşı düşman yetiştirilmelerinin nedeni vahiy değil de nedir?

Perdenin açılmasıyla aydınlanan gerçek, artık rütbelilerin dikta ettiği düzeni sarsıp güveni yok ettiğinden, bundan böyle cübbelilerin hükmedeceği bir yapılanmayla yüksek yargı oligarşisini muhafaza edebilecek manevralara girişilmiştir. CHP’nin sinsi bir manipülasyonla yüksek yargının etkisini devam ettirebilmek için yargının ideolojik yapısını delecek olan referandumdan hayır çıkabilmesi için öyle bir hileye kalkıştı ki, ani bir atakla TSK İç Hizmet Kanunun 35. Maddesinin değiştirilmesi teklifini getirerek, güya darbeye meşruiyet kazandıran gerekçeyi ortadan kaldırmaya gönüllüymüş. Hâlbuki darbeyi yasaklayan Anayasa’nın tartışılmaz maddeleri darbecilere caydırıcı olmamış, işledikleri cinayet ve işkencelere rağmen dokunulmaz kılınabilinmiştir.

Oysa komutanlara sivil yargı yolu açılması, zaten darbe heveslilerini zincirleyen en hayati bir düzenlemedir. Anayasa Değişiklik Paketine “hayır” diyen, Ergenekon Terör Örgütünün avukatlığını yapan ve acımasızlara söz söyletmeyen CHP’ye birden ne oldu da söz konusu 35.maddeyle ilgili mahşerin şövalyelerini dizginleyecek bir duruşun yanlısı olabildi? Zaten darbelerin, muhtıraların, baskıların ve Kemalist terör örgütlerinin nedeni CHP Diktatörlüğü’nü muhafaza edebilmek değil midir? Eee, nasıl olsa halkımız aptal!

Kişiyi veya düşünceyi özde değil de sözde değerlendirdiğinizde aydınlığa kavuşabilmeniz mümkün değildir. MHP’de aynı hileyle tanrısı bozkurt’u, Demirel’de masonik felsefeyi kalplerinde gizleyerek ve laikliğin Allah’a olan iman ve inancı reddeden temel doktrinini saklayarak Müslümanları aldatmadılar mı? Hükümete ve halka karşı gizli veya aşikâr yekvücut birleşmiş CHP-MHP-BDP, Genelkurmay ve yüksek yargıdan müteşekkil Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin hedefi, yalnızca İslam ve iman etmiş Müslüman halktır. Ancak kötülerin iyi yanları; yalan, hile, ihanet, acı ve dehşetin anahtarı olmaya devam etmektedir.

Hiçbir pazarlık ve çıkar ilişkisi, adaleti lağvedecek bir felakete kurban edilmemelidir. Özellikle hükümetin terörist general ve amiralleri salıverip aklayacak bir menfaat arayışına girerek iktidar pazarlığı yapması, tartışılmaz bir adalet cinayetidir. Gerek adı olup kendi olmayan Milli Savunma Bakanı, gerekse İçişleri Bakanının suçlu subayları görevlerinden almayıp görevlerini sürdürmedeki çıkarsı duyarsızlıkları, korku içindeki halka bir ihanet değil de nedir? Güne değil geleceğe odaklanılması ve adaletin mukim kılınması siyasettin felsefesidir. Lakin endişe duymakta ve gelişmelerin filizlenen adaleti yeniden öldürecek bir sonuç doğurabileceği telaşı içindeyim.

Referanduma kadar sürecek olan terör saldırıları, cinayetler, provokasyonlar ve gerilimlerin sorumlusu Anıtkabir Tapınak Şövalyeleridir.

Genelkurmay, ayyuka çıkıp TSK’in itibarını ve güvenini yıkan yasadışı bağışlanamaz ihanetlerle ilgili halkından özür dileyip suça karışmış mensuplarını dışlayacağına doğrudan sahip çıkarak, hukuki manevra ve taktiklere başvurması çok büyük bir felakettir. Acaba halktan ve adaletten yana tek bir mensubu bulunmamakta mıdır?

“Öyle büyük boş laflar vardır ki içinde bir millet esirdir.” S.Lec