27 Aralık 2009 Pazar

Yahudi-Mason ittifakı; “Allah’a ve vahye inananlar insan değillerdir…”

Yaratık bir insan olan peygamber İsa’yı tanrılaştırarak, kendilerini de yaratıcılığa ve tanrı’nın veliahtlığına yükselten Hıristiyan Dünyası, barbar düzenlerinin adaleti yağmalaması ve Tanrı inancında çelişkiler doğuran olayları açıklayamamasından ötürü “akılcı ve modern” hilesiyle laik ya da seküler düzenleri dayatarak; özgürlük, çağdaşlık ve yaratıcılık akımıyla toplumların kabulünü çarçabuk sağlamışlardır. Yaratıcı bir Tanrı’ya kulluk etmektense neden özgür bir yaratıcı olmayalım benliği insanoğlunu kuşatmış, böylece gerçekler çarptırılmak suretiyle Allah ve vahiy karalanarak ve zalimce kötülenerek, yerine kurulan din-dışı düzenlere azgın nefislerin kolayca mutabakatında hiçbir zorluk çekilmemiştir. Din ve oluşturduğu düzen ne kadar şiddetle kötülenirse, seküler düşünceler de o kadar daha rahat ve hızlı bir meşruiyet kazanır.

İnsanoğlun benliğini okşayan yeni değer yargıları erdemliği doğramış, dolayısıyla görüşler, insani değerler, hedefler ve beklentiler kökten değişerek, insanlar insan olmaktan çıkarılmış; böylelikle adalet, merhamet ve paylaşım yerle bir edilip, teorilerin esaretine hapsolunmuştur. Sekülerist inançla kökleşen resmi ideolojiler, bireyi ve halkı değil devleti önemseyerek her türlü acımasızlığı ve vahşeti hak görmüş, insanlar da mazoşistmişçesine itaati özgürlük ve vatanperver dürtüsüyle hazmedebilmişlerdir. Yaratıcılarına kulluk etmeyi benliklerine layık görmeyenler, barbar yaratıklara kulluğu ise çağdaşlıkla özdeşleştirebilme lanetiyle acılara ve ezilmeye müstahak olmuşlardır.

Yahudiler ile Tapınakçı masonlar arasındaki korkunç ittifak, önce Avrupa sonra da Müslüman toplumlarını büyük değişimlere uğratarak, dini otoritenin egemenliği altındaki düzenleri yıkmış, yerine “Seküler Düzen” yani din-dışı düzenleri getirmişlerdir. Ancak Yahudiler, kendi din ve inançlarında hiçbir değişikliğe ve dönüşüme gitmeyerek, özenle din egemenli düzenlerini korumuşlardır. Tüm dünyayı din-dışı seküler anlayış temelinde değiştirirlerken, neden İsrail’in Yahudi şeriat düzenine devam ettiği hiç sorgulanmamıştır.

Hıristiyan ve İslam’a ezelden beri düşman olan ve insan dahi görmeyen Yahudiler, Ortaçağ’ın bütün kötülüklerin kaynağı olan karanlık, baskıcı, zalim bir dönem, yani “karanlıkların kökeni” propagandasını yayarak, asıl hedefleri olan Hıristiyanlık ve İslam’ı, dinin karanlık düzenler yarattığı gerekçesiyle hayattan çıkarılmasını, böylece kötülüklerin kaynağı olan Hıristiyanlık ve İslam’ın etkisinden toplumlar kurtarılarak, din-dışı düzenlere geçilmesini kanlı darbeler ya da hilesel geçişlerle gerçekleştirmişlerdir. Neden Yahudiliği değil de seküler düşünceyi empoze etmelerinin sebebi ise, Yahudilerin devşirmelere karşı olduğu ve kökten Yahudi olmayanlara kapılarını kapatmalarındandır. Örneğin Atatürk’ün Yahudi ve Tapınakçı mason ittifakıyla gerçekleştirdiği kanlı devrimlerle seküler düzene geçişimizin dehşetsi acı ve korkusu hala yaşanmakta, adalet ve bütünlük yıkılarak, herkesin birbirine amansızca düşman olduğu ve saf dışı bırakmak istediği vicdansız bir ayırımcılık, sözlü veya fiziki saldırı ve nefretler sıcaklığını muhafaza etmektedir.

İyiliğe, huzura, güvene, birliğe ve aydınlığa kavuşabilmek için kötülüklerin kaynağı gösterilen dinin, ancak toplumdan ve devletten uzaklaştırılmasıyla mümkün olunacağı düşüncesi, dini, ibadethanelerin duvarlarına ve cenazelere hapsettirmiş, kesinlikle laik düzeni rahatsız etmeden yaşamasına izin verilerek, sınırları çizilmişti. Dinin laik düzen aleyhine tek bir muhalefeti veya müdahalesi, zincirlendiği o duvarların içinde bile yaşamasına izin verilmeyecek bir zorbalıkla yasalaşmıştı.

Tapınakçı masonların yıkıcı, kahredici ve öldürücü propagandaları, dini Ortaçağ ile, Ortaçağ’ı da cehennemle özdeşleştirerek, vicdani ve ahlaki dokunulmaz tüm değerler biçilmiş; ırkçılık, ulusçuluk, devletçilik, liberalizm, komünizm ve kapitalizm gibi düşüncelerin seküler düzenin birer öğeleri olarak, insanlar birbirlerini boğazlamış, sömürmüş, dışlamış ve hunharca öldürmeye devam etmişlerdir. Şüphesiz fıtratları yaratan ve evrensel kâinata hükmeden Yaratıcı Allah’ı değil de yaratıkları ilahlaştırarak düzen kurucu edinmenin sonucunu, suçlu-suçsuz tüm insanlık çekmektedir.

Modern Çağ’ın bir aydınlık değil karanlık getirdiği, benlikleri kuduran ırkçı, faşist ve emperyalist iktidarlardan anlaşılmaktadır. Vahyin hâkim olduğu iktidarlar ile günümüz laik iktidarları kıyaslandığın da, hangi toplumun suç oranının daha yüksek olduğu aşikârdır… Kâinattaki işleyiş nasıl hiçbir sapma olmaksızın hatasız bir düzen ve istikrar içinde akıp gidiyorsa, toplumların düzen ve istikrarı da, ancak vahyin otoritesiyle mümkün olabileceği gerçeği, nefislerce kabul görmemektedir.

Bozulan insan, öyle korkunç bir yaratığa dönüşmüş ki; dinlisi-dinsizi her değerin saflığını becermiş, aydınlanma felsefesiyle oluşturulan “Modern Çağ”, dinin getirdiği ahlakı, fazileti ve birliği doğrayarak, ırk ve ulus gibi yapay kavramlarla insaniyet erimeye, dolayısıyla caniler çoğalmaya başlamıştır. Ne var ki dinin getirdiği doğrularda kararlılık gösteren inananların varlığı, küresel laneti geçici de olsa önlemeye kâfi gelmekte, tüm olumsuzluklara rağmen vicdani adalet kendini hissettirmektedir.

Din-dışı kurulan yeni düzenlerin resmi ideolojileri, kendini meydana getiren halkının dini, ırkı, düşünce, inanç ve değerlerini yok farz ederek, baskı, şiddet, hatta katliamı meşru sayıp, yalan ve ihanet üzerine inşa ettikleri tarihle insanları aldatmışlardır. Türkiye’de işlenen onca soykırımsı katliamlar, cinayetler, sürgünler ve idamlar, “dersim” örneğinde olduğu gibi arada bir kamuoyunun dikkatine sunulsa da, seküler rejim, tehlike endişesiyle alelacele geçmiş barbarlıklarının üstünü kapatmaktadır.

Laik düşünce, geçici yaşamın ilahsal amacını ortadan kaldırarak, “mutlak bir dünya”ya inanma felsefesiyle dinin amaçsal değerlerini kökünden değiştirmiş; artık Allah tarafından yaratılan ve Allah'ın egemenliği altında olan geçici bir dünyada yaşadıklarına inanmayı bırakıp, nasıl oluştuğu belli olmayan bir evrim saçmalığına kanılarak, soru ve tenakuzların hiçbirine cevap bulunamamıştır. Neden teorilerindeki zevksel, zenginsel ve güvensel bir hayat kuramadıklarını; ölümsüzlük bir yana, mümkün olduğunca uzun ve sağlıklı yaşayamadıklarını; topluca çok kazanıp tüketemediklerini; bela ve felaketlerden sıyrılamadıklarını, güçlü ve bilge iken çaresizliğe ve bilgisizliğe dönüşebildiklerine somut bir yanıt verememektedirler.

Yahudilerin, masonlarla gerçekleştirdiği ittifakla kurdurdukları din-dışı devlet düzenlerinin yalnızca daha çok para, daha çok cinsellik ve daha çok tüketimle insanları erdemsiz hayvani bir varlığa dönüştürmeleri, “Eski Ahit” kehanetlerini hayata geçirerek, kendilerinden olmayanları “evcil hayvanlar” misali gütmektedirler. Atatürk Türkiye’sinde çok daha aşağılayıcı ve açık bir radikallikle uygulanan bu süreç; “Laik olmayan insan, insan bile değildir, onların kanından şüphe ederim”, “Atatürk milliyetçisi değilseniz, vatan hainisiniz” saldırıları, sanırım herkesin hafızalarındadır. Onlara göre dini ve Allah’ı olan müminler, birer hayvandır… Oysa evrim teorisine inanan kendileri olduğuna göre; kimin hayvan ya da insan olduğu ortadadır!

Alman mason locasına kayıtlı Atatürk başta olmak üzere, laik Türkiye Cumhuriyetini kuran CHP’lilerin birçoğu mason olup, Modern Türkiye her ne kadar bir mason locası değilse de, Yahudi-mason ittifakının idealleri benimsenmiş, dolayısıyla anayasalaştırılmıştır…

Osmanlı Devletinin yıkılıp, laik Türkiye Cumhuriyetinin kurulma aşamasında izlenen yol da, 1776 yılında Almanya, Bavyera'da kurulan "İllüminati" (İllümineler) adlı locanın prensipleri de etkili olmuştur. Locanın Yahudi asıllı kurucusu Adam Weishaupt, Atatürk’e ilham vermiş ve Laik Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında amaçlarıyla ilke olmuştur. Ayrıca İllümineler, Sosyalist-masonik geleneğin oluşmasında da en önemli rol sahibiydiler. Almanya içinde gittikçe güçlenen İllüminati hareketi, bütün masonik ritüelleri uygulamakla beraber, önceleri geleneksel mason localarından ayrı bir yapıda olmalarına rağmen, 1780'de Alman mason localarının üstatlarından olan Baron Von Knigge'nin katılımıyla, örgütün gücü iyice artmış ve daha sonra deşifre olmalarıyla birlikte örgütü dağıtıp, mason localarına katılmışlardı. İllüminati Hareketi, Türkiye’deki devrimlerde olduğu gibi, Fransız devrimlerinde de çok etkili olmuşlardı.

Birkaç örnek daha verirsek; İtalya ulus-devletini kuran Mazzini-Garibaldi-Cavour üçlüsünden, Bolivya ulus-devletinin kurucusu ve hatta "Latin Amerika Kurtarıcısı" Simon Bolivar'a, Haiti Cumhuriyeti'nin kurucusu Alexandre Petion'dan, Çin'in kurucusu Sun Yat Sen'e kadar pek çok ulus-devlet kurucusu masondur. Ayrıca Marksizm’in, yani Komünizm’im kurucusu Yahudi Karl Marx ve Komünist Sovyetler Birliğinin ilk başkanı ve bilimsel sosyalizmin de fikir babası olan Vladimir Lenin birer masondular. Kapitalist dünyanın İngiliz Başbakanı Winston Churchill, ABD’nin kurucusu George Washington, başkanları F.D.Roosevelt, Nixon, Ford ve birçoğu masondu.

Kimilerinin aklına, farklı ideolojileri savunan kişilerin mason olması nasıl açıklanabilir diye bir soru gelebilir. Öncelikle masonik felsefe temelinde şu çok iyi bilinmelidir ki, birbirinde çok farklı ideolojileri, gizli bir biraderlik bağıyla bağlanmış kişilerin savunduğu unutulmamalıdır. Bu, iki farklı açıdan değerlendirilebilir; ya masonluk bu kişiler için çok önemli bir şey değildir ve mason olmaları birbirlerine taban tabana zıt ideolojiler geliştirmelerine engel olmamıştır. Ya da bu kişiler için masonluk her şeyden önemlidir ve savundukları ideolojiler ne denli zıt olursa olsun, gerçekte ortak bir amaç olan sekülerizm’e hizmet edebilmek için yekvücut olmuşlardır.

İnsanı akli, yani rasyonel bir varlık gören, çağdaş politikanın, tüm din-dışı düşüncelerin ve seküler psikolojinin atası ünlü filozof Aristo, aklı, gerçekte sayfalarında hiçbir şeyin yazılı olmadığı boş bir kitap, duymayan insanın hiçbir şeyi bilemeyeceği ve anlayamayacağını, herkesin canı isteyince düşünülebileceğini, duyabilmek için duyulan nesnenin var olmasının gerektiğini, ölümün de kişinin isteğiyle gerçekleşebileceğini savunmuştu. Ne var ki Aristo, tüm bu hezeyansal felsefe ve teorilerine rağmen, Kral İskender’in korumasında saltanat sürdüğü saraydan, İskender’in ölümüyle din düşmanı gerekçesiyle öldürüleceği korkusuyla kaçarak bir adaya sığınıp, herkes gibi düşleri ve felsefesinin dışında bir hayata tutsak olmuş ve yine de öldürülmekten kurtulamamıştı. Madem ölüm, kişinin isteğiyle gerçekleşiyorsa, neden öldürülmekten kaçarak tutsak bir hayat yaşadı ve ölümüne mani olamamıştı?

Pozitivizmin bayraktarı olan ünlü bilim adamı Archimedes de, basit bir ayna ve güneşle Roma donanmalarını yakarak, Romalıları hezimete uğratabilirken, sıradan bir askerin kafasını uçurmasını neden engelleyememişti? Rasyonel bir varlık olduğu iddia edilen “tanrı akıl” ve “Özgür İrade”, neden ileriyi göremeyerek, sahiplerinin ölümlerine mani olamıyor ve tedbir almaları için uyarmıyor ya da tedbirlere rağmen püskürtemiyorlar?

Unutulmamalıdır ki kentlerin ve insanların çok süslenmelerindeki amacı, tıpkı teoriler gibi gerçekleri gizlemek istemelerindendir.

19. yüzyılda daha da politize olan masonluk, Fransız Devrimiyle fışkıran dini-dışı ideolojileri genişleterek; liberalizm, sosyalizm, ulusçuluk ve çıkarcı ırkçılığı geliştirdi, böylece monarşilerin yıkılmasıyla doğan boşlukları ideolojik temelde doldurdu. Birbirinde farklı olan bu ideolojilerin kuramcılarının neredeyse hepsi masondu.

Örneğin; ulusçuluğun en önemli kuramcılarından İtalyan filozof ve siyasetçi Giuseppe Mazzini, anarşist sosyalizmin kurucusu Fransız düşünür Pierre-Joseph Proudhon ve ünlü komünist Rus düşünür Mihail Bakunin’e kadar birçok mason teorisyen, çok yönlü masonik felsefenin ortak noktasında buluşmuşlardır. Amaç; Müslüman milletin yaşadığı Türkiye’deki ya da Avrupa’da yaşayan Hıristiyan dinlerin siyasal ve toplumsal hayattan çıkarılması, seküler din-dışı düzenlerin egemen olmasıdır.

Dinin, sürekli yaratılış amacını hatırlatarak, geçici dünyaya önem vermemesinin üzerinde durması seküler düşünceyi zor durumda bırakmakta, böylece insanların yaratılış amaçlarını tamamen unutarak, hatta reddederek, Yaratıcı Allah'ı tanımamalarına en köklü çözümü, bilime dayandırılan “Evrim Teorisi” ile bulmaya çalıştılar. Sonuç; Allah’ın otoritesi değil, Yahudi-masonik ittifakının ortaya koyduğu otoritenin kabul edilmesiydi…

Evrim teorisinin başlıca savunucuları mason locaları olup, dünyanın dört bir tarafına resmi ideolojinin “olmazsa olmaz” bir parçası haline getirerek, sanki gerçekmişçesine, devlet, medya ve üniversiteler kanalıyla toplumlara kabul ettirebilmişlerdir.

Özellikle Atatürk ve laik çevrelerin sıkça dile getirip, inananları etkilemeye çalıştıkları sözde aydınlanma propagandasını masonlar şöyle telkin etmektedirler: "Hepimize düşen en büyük insancıl ve masonik görev; olumlu (pozitif) bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun Evrim'de en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek, bu inancımızı insanlar arasında yaymak, halkı olumlu bilimlerle yetiştirmektir."

Evrim teorisini şeytani bir kurnazlıkla müminlere inandırarak, dönüşümlerini sağlayan Yahudi-mason ittifakı, 19. yüzyıl içinde ürettiği ideolojilerden biri olan liberalizm ile ilahi kıstasları tanımadan, dolayısıyla Evrim'e dayalı olarak kurulan bir sistemi allayıp pullayarak, hem Allah’a inanan hem de liberal olan ya ahmak ya da münafık gazeteci ve politikacılarca gerçek amaç saptırılmaya çalışılmakta, dolayısıyla asıl hedef örtülmektedir. Onun için liberallikle liberalizmi ısrarla birbirinden ayrı tutmaya çırpınarak, masum bir kalkınma gibi empoze etmeye uğraşırlar.

Kadersel yazgıyı değiştirememe ve yönetememe iradesizlikleri, gizemsel birlik ve gizli dernekler aracılığıyla hükümetleri, yargıyı ve üniversiteleri hegemonyaları altına alarak, görünmez bir biçimde yönetmeye çalışan bir itici güçle toplumları etkilemekte, zıt düşünce ve ideolojileri aynı merkezde birleştirip, “bilim, özgürlük ve aydınlık” manipülasyonuyla Allah’ın adına dahi tahammül edememektedirler.

Sözde düşünen ve muhakeme yetisi olduğu iddia edilen insanoğlu aslında öyle aptaldır ki, önüne konanı sorgulamadan ve amacını irdelemeden derhal sahiplenmekte, sekülerizm, yani din-dışılık temelinde oluşturulan liberalizm, sosyalizm, kapitalizm ve ulusçuluk gibi birçok yapay ideolojileri düzenlerinin tartışılmaz anahtarı yapabilmektedirler. Yahudi-mason ittifakının iktidarda kalabilmesinin sırrı, düzenlerin seküler kalmasında yatar. Onun için “biraderlik bağı” öylesi bir halkadır ki, üyelerin sol ya da sağ kanatta olmaları hiçbir önem arz etmemektedir.

Dinin devletten, siyasetten ve kamuoyundan dışlanabilmesi için dayatılan seküler sistem, görünürde birbirinden değişik gruplara ayrılmış iseler de, gerçekte yeryüzündeki tüm iktidarları şeytani bir sinsilikte yönetmeye çalışan bir güçtür. Bu sebeple masonların farklı ideolojilerin önderliğini yapmaları, birbirine aykırı politik hareketlere lider olmalarının sebebi de, işte bu hedeftir…

Dini otoriteyi ortadan kaldırarak, din-dışı ideolojilerin doğuşuna zemin hazırlayan Yahudi-mason ittifakı; toplum düşünce ve kültürüne göre kabul edilebilir ideolojiler doğurarak, bu ideolojileri kendi hedefleri doğrultusunda “bilim ve çağdaşlık” adıyla ustalıkla kullanmışlardır.

Liberalizm’in kurucusu İngiliz filozof ve politikacı John Locke da mason ve Gül-Haç’tır. John Locke, Aristo gibi insan zihninde doğuştan gelen hiçbir bilginin olmadığını ve doğuştan boş bir levha olarak doğduğunu öne sürer. Liberal kapitalizmi, siyasi liberalizm’den farklı göstermeye çalışan özellikle Müslüman kimlikli illegal masonlar, her iki kavramında aynı masonik hedef doğrultusunda bir dinamo olduğunu reddetseler de çabaları boşunadır.

Liberalizmin taşıdığı masonik etki, Yahudi kanadı için çok özel bir anlamı bulunmaktadır. Çünkü liberalizm, Yahudilere politik eşitlik sağlanmasının en önemli nedenidir. Dikkat edilirse liberalliği savunanların tamamı Yahudi hakları konusunda mücadele ederler. 19. yüzyıla kadar Avrupa devletlerinin çoğunda, Yahudilerin politik yönde yükselebilmelerine engel yasalar bulunuyordu. Bu yasalar nedeniyle, Yahudi önde gelenlerinin politik mekanizmaları doğrudan yönetebilmeleri de mümkün değildi. Liberalizmin getirdiği eşitlik prensibi, Yahudilerin bu engeli aşmasına yaradı. Fransız Devrimi'nin ardından Avrupa'da başlayan liberalleşme, güya insan haklarını da ön plana çıkaran bir dönemi başlattı. Böylece Avrupa ülkeleri, Yahudiler üzerindeki tüm kanuni sınırlamaları kaldırdılar. "Yahudi Reformu" denen ve Yahudilerin kendi yaşam tarzlarını koruyarak, yerli halkın arasına karışmalarını öngören akım, liberalizmle başladı ve yayılarak siyasi diktatörlüğe uzandı.

Vahyin buyruğu doğrultusunda Yahudilere politik özgürlük tanınmasının büyük bir tehlike olduğu, liberalizmle beraber özgürlüğe kavuşmalarıyla ortaya çıktı ve "dünyaya egemen olma" hayallerinin sembolü olan “Mesih'in ilk ışıkları” olarak yorumlayarak, kendilerine tanrısal bir misyon yükleyip, yeryüzüne egemen oldukları düşüncelerinin neticesi, fitneleriyle dünyayı karıştırmaya ve birbirine düşürmeye başladılar.

Kimi Avrupalı entellektüeller, lanetli Yahudilerin yüzyıllardır kapalı bir toplum halinde yaşamalarının nedeninin, onlara getirilen kısıtlamalar olduğunu düşünüyorlardı. Buna göre, eğer Yahudilere politik özgürlükleri verilip, tam bir "yurttaş" olarak kabul edilirlerse, onlar da kendilerini diğer milletlerden ayrı tutma hastalığını bırakıp, sözde "Yahudi sorunu" da kendiliğinden çözülecekti. Oysa Yahudi liderlerin, kendilerine bu tür bir hak tanınmasını "Mesihi dönemin ilk ışıkları" olarak yorumlamaları, hiç de diğer toplumlarla kaynaşma hevesinde ve samimiyetinde olmadıklarını ortaya koyuyordu. Onların bakışıyla Mesih, İsrail ulusunun egemenliğini diğer uluslara kabul ettirecek kişi olduğuna göre, onun gelişinin beklenmesi de bu egemenliğin beklenmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Yahudilerin politik özgürlük kazanmalarına çalışan Yahudi önde gelenleri, bu fırsatı, Yahudilerin içinde bulundukları devlet yönetimlerini daha doğrudan etkilemeleri ve bu sayede Mesih Planı'nın ya da o dönemlerde yavaş yavaş duyulmaya başlayan modern ismiyle Siyonizm’in gerçekleşmesine katkıda bulunabilmek için masonlarla ittifak kurdular. Kendi dini önyargılarından asla taviz vermeyen ve vazgeçmeyen Yahudiler, neden Hıristiyan ve İslam devletlerinin dini kimliklerinden ve haklarından vazgeçmelerini talep ediyordu?

Yahudiler ve Yahudi önde gelenleri/Kabalacılar, amaçları diğer uluslarla kaynaşıp bir arada yaşamak değil, "dünyaya egemen olma" hayallerini gerçekleştirmek peşindeydiler. Liberalizmin içeriğini, bu hedefe uygun olarak kullandılar. Bu da başta Türkiye’deki liberaller olmak üzere, diğer Müslüman ve Hıristiyan kimlik taşıyan liberallere kapak olsun…

Masonluğun ve Yahudi geleneğinin liberal kapitalizmin gelişmesindeki büyük rolü son derece alenidir. Kapitalizmin Yahudi kültüründen kaynaklandığı zaten bilinen bir gerçektir. Masonluğun "burjuva örgütü" olduğu ve liberal kapitalizmle büyük bir uyum içinde bulunduğu da herkesçe bilinir. Ancak asıl ilginç olan, Yahudi-mason ittifakının sosyalizmin gelişiminde de büyük bir katkısının olmasıdır. Masonluk bir "burjuva örgütü" olmasına ve çoğu sosyalistin kabul etmek istememesine rağmen, sosyalizmin doğma ve gelişmesinde büyük rol sahibidir. Ayrıca, sosyalizm, aynı kapitalizm gibi Yahudi geleneğinden etkilenmiştir.

Fevkalade çelişki gibi görünen şeytani bu oyun, gerçekte Yahudi-mason ittifakının kurmuş olduğu “Küresel Düzen”'in yapısı hakkında çok önemli kanıtlar ortaya koymaktadır. Düzen'in temel özelliği, seküler, yani din-dışı olmasıdır. Söz konusu şeytani ittifak, ancak seküler devletlere hâkim olabilir. Ancak toplumları, modernizmin nimetlerini yem olarak kullanarak, kendisine itaatkâr kılmaya çalışır. Bu nedenle Düzen'in ayakta kalması, her şart ve koşulda sekülerizmin yaşatılmasına bağlıdır. Dolayısıyla ittifak, Düzen'e karşı oluşacak her türlü muhalefeti bu seküler çizgi içinde ya tutmayı hedefler ya da ideolojisine bağlı “kardeş” yargı ve silahlı güçleri kışkırtarak tahrip eder. Tıpkı Türkiye’deki gibi!

Yahudi-mason ittifakının dine karşı duyduğu "patolojik nefret”, sanırım Müslüman Türkiye Halkı’nın yıllardır nasıl şeytani bir aldatmacayla karşı karşıya olduğunu aydınlatabilecek açıklıktadır.

Yahudiler, sadece seküler düşüncelerle insanları etkilemiyor, bizzat kendi dinlerine de hoşgörüyle bakılmasını ve ibadet yapılmasını teşvik edebiliyorlar. Şüphesiz her hangi birinin dinine ve inancına zerrecik müdahale, İslam’ın da yasak kıldığı bir eylemdir. Ancak Müslüman Türk Silahlı Kuvvetlerinin başındaki Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, eğer Yahudilerin kutsal ibadet yeri olan “Ağlama Duvarı”’n da dua ederek ayin çıkarabiliyorsa, işte buna sessiz kalınamaz. Çünkü onun, cenaze törenlerinin dışında Müslümanların mabedi olan bir camii de secde veya dua ederken tek bir görüntüsü ve duyumu bulunmamaktadır.

İslam inancına bağlı ibadet “irtica”, Yahudi inancına bağlı ibadet mi “modern”lik?

“Allah nezdinde hak din İslam'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.” Âl-i İmrân 19

“Kim, İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” Âl-i İmrân 85

Hiç yorum yok: