11 Aralık 2009 Cuma

Yaratıcı, Var oluş, Akıl ve İradeyi ne kadar biliyoruz?

Gelin, çirkef oyunlardan bir nebze uzaklaşarak, bütün bu inanılmaz ve gayri ahlaki olumsuzlukları güdenin özgür düşünceler mi sorusunu ve nefsin kimin iradesinde olduğunu bir inceleyelim. Sayın Talat Yavaş adlı okuyucumun yaptığı yorumda; “bir köpek bile sahibine bunlar gibi ihanet etmez” sözü, neden akıllı insanların hayvanlar kadar sadık ve vicdanlı olamadıkları sorgusunu, İbn Sina’nın dinsel, felsefisel ve bilimsel bakışından çözmeye çalışalım…

Suçlunun suçsuz, suçsuzun suçlu, okulsuzun başarısı, akademisyenin pespayeliği, mazlumun hakirliği, gaddarın saygınlığı, inançlının sahtekârlığı, inkârcının dürüstlüğü, ilâhiyatçının korkaklığı, ateistin cesareti, politikacının ihaneti, devletin zulmü, askerin diktatörlüğü, bireyin sadakati, rütbelinin faşistliği, erin ölümüne fedakârlığı, duyguların insancıllığı, mantığın bencilliği; özgür aklın mı, Etin Aklın mı bir tasarrufudur?

Yaratıcı Allah nezdinde en yüksek mertebede bulunan peygamberlerin dahi özgür iradeleri ve hür bir akılları yokken; sıradan insanların olabilmesi mümkün mü?

“Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin.”
İsra. 74

Akılsal kuralları, iradeyi ve mantığı bertaraf eden olaylar, düşünsel ve davranışsal bir ayniyet sağlayamıyor ve yaşanan ikilemler önlenemiyorsa; iddia edilen akılcı bir muhakeme ve yargıyla mutlak olmayan bilime dayalı iradesel bir çözümü gerçekleştirebilmek söz konusu değildir. Sadece verimsiz ve iradesiz entelektüellerin tartıştığı; okullarda, ekonomik, sosyal ve siyasi münazaralarda dolgu malzemesi olarak kullandığı asırlar öncesine dayalı ütopik doktrinlerin karşılığı olmayan kuramsal döküntüleriyle bilim adına “bilgi terörü” estirilmekte, böylece kaderin güttüğü pratik hayat, serapsı fikirlerle örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Bu yüzden ne politikacıların, ne entelektüellerin, ne de eğiticilerin insanlara hiçbir katkıları bulunmamakta, dolayısıyla düzenlenen tartışma şovlarıyla en iyi laf ebeliği yarışmaları yapılarak, insanların etkilenebileceği sanılmaktadır. Ancak kaderle örtüşenler istisna…

Kafatası devletlerce incelenen dünyaca ünlü bilim adamı, İslam bilgini ve filozofu İbn Sina; gençliğinde geometri, matematik, astronomi, kimya, mantık, fıkıh, fizik, kelam ve tıp alanlarında çığır açmış, daha 16 yaşında uzman hekim düzeyine yükselmişti. Çocuk yaşta bütün ilimleri hatmettikten sonra “İşte insan, nerede ilim”, musikiyle tanıştıktan sonra da “İşte ilim, nerede insan” diyerek, tüm dünyayı kendisine hayran bırakan bir şöhrete kavuşmuştu. İbn Sina, Batının inanıp güvendiği çok yüksek bir kaç otoriteden biridir. Elbette başkaları gibi oda tartışılmış ve fikirleri ateistlerce reddedilmiştir.

Batı düşüncesinde, Hipokrat ve Galen’den sonra gelen klasik tıbbın üç babasından biridir. Eserleri bütün zamanların en çok okunan tıp kitaplarından biri olmuştur. Tıbbın yeni paradigmalar kazanarak, modernleşmesi sürecine kadar hem doğu ülkelerinde hem de Batı’da en büyük otorite sahibi bir bilim adamı kabul edilmiş; eserleri, dünyanın birçok üniversitelerinde baş kaynak okutularak; dinin, aydınlanmanın, gelişmenin ve bilimin önünün açılmasına önemli katkılar sağlamıştır.

Yaşamı boyunca türlü zevk ve çileleri en uç boyutlarda tatmış, görmüş, geçirmiş, hapis yatmış, sürgüne gönderilmiş, kaçmış ve genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmiştir. On altı yaş gibi çocuk yaşta otorite sahibi bir bilgeliğe kavuşması, şüphe yok ki diğer seçilmişler gibi İbn Sina’nın da mutlak iradenin bir takdiriyle yüceldiği tartışılmazdır.

İbn Sina’nın öğretileri arasında yaratılış öğretisi özellikle önem taşır. O, bu konuda, özellikle 13. yüzyılda çokça tartışılmış olan yaratılıştaki kadersel gerçeği şöyle vurgulamıştı: Varlığa gelen her şeyin bir nedeni olması gerekir. Varlığa gelmek için bir nedene gerek duyan varlıklara ”mümkün varlıklar” adını verdi. Kendisi de mümkün bir varlık olan bir nedene, ondan önce gelen bir neden yol açmış olmalıdır. Bununla birlikte bu nedenler dizisi, sonsuz bir dizi meydana getirmez. Bundan dolayı, varlığı mümkün değil de zorunlu olan, varoluşunu bir nedenden değil de kendisinden alan bir “ilk” neden var olmalıdır. Bu ilk neden zorunlu varlık olan Yaratıcı’dır. O’nun zaman içinde bir başlangıcı yoktur; O, ezeli ve ebedidir. Yaratıcı, tam ve gerçek varlığını her zaman sergiler. O, her zaman fiil halinde olduğu için hep yaratmıştır. Yaratılış, İbn Sina’ya göre; hem zorunlu hem de ezeli ve ebedidir. Yaratıcı’nın kendi ruhundan üfürerek canlıları yaratması ve bilgilendirmesi, ruhların ölümsüzlüğü ve fiziksel bedenlerin ölümlülüğünü, dolayısıyla yaratmanın ezeli ve ebedi olduğunu kanıtlamaktadır.

Varlığa gelen her şeyin bir nedeni vardır. Yaratıcı’dan çıkan ilk birlik, akıldır. Buna göre ruhlar ve ona bağlı akıllar yaratılır. “Etkin Akıl” olan Yaratıcı, bu dünyadaki varlıkların maddi unsurları ve ruhları yaratan varlıktır. Etkin Akıl, aynı zamanda insanların ruhlarına yahut zihinlerine bilgi için gerekli olan form ve kategorileri aktarır. İbn Sina, bir insan zihninin bir başlangıcı olduğu için, insanın mümkün bir varlık olduğunu söyler. İnsan, aynı zamanda mümkün olan bir ruha ve ondan türeyen akla sahiptir. İbn Sina, yaratıklarda iki farklı unsur bulunduğunu ifade ederek, burada özle varoluş arasında bir ayırım yapar. İnsanın özü varoluşundan ayrıdır; bundan dolayı insanın özü kendiliğinden gerçekleşmez. Yani, insanın var olmasıyla var olmaması eşit derecede mümkündür. Onun özü gerçekleşebilir de gerçekleşmeyebilir de. Ona varoluş veren ve onun özünün gerçekleşmesini sağlayan varlık Yaratıcı, dolayısıyla ruhudur.

İbn Sina’ya göre Yaratıcı, mutlak olarak birdir. Bir olandan ise yalnızca bir çıkar. Bu durumda evrendeki varlıkları açıklamak nasıl mümkün olabilir? İbn Sina, Yaratıcı’dan çıkan ilk birliğin, ilk Akıl olduğunu söyler. Çünkü akıl olmazsa bilgilerin toplanma yeri olan hafıza olmaz. Akıl, iddia edildiği gibi özgür ve mutlak bir güç değil, Yaratıcı’nın etkisi ve yönlendirmesi altındadır. Tüm varlıkların en tepesinde bulunan Yaratıcı’nın kendi kendisini düşünmesi, O’ndan ilk aklın var olmasına yol açar. İlk aklın kendi nedenini, yani Yaratıcı’yı düşünmesi, ilk akıldan sonra gelen akılların doğuşuna neden olur.

Bu sebeple insanın özgür bir iradeye, hür bir düşünceye ve egemen bir güce sahip olabilmesi nasıl mümkün olabilir? Şayet mümkün olsaydı, hiçbir olumsuzluğu sahiplenmez, menfi her şeyi bertaraf ederdi…

İnsan zihninin özü, bilmektir, ancak insan her zaman biliyor değil ya da bildiğini yapabiliyor demek değildir. İnsan aklı, bilebilmeye yetilidir, fakat insanın bilme tarzı yalnızca mümkündür. İnsan zihni gerçekte herhangi bir bilgi olmadan, ancak bilebilme gücüyle bezenmiş olarak yaratılmıştır. İbn Sina bilgi anlayışında, insan zihninde bilginin varoluşu için, iki öğenin zorunlu olduğunu belirtir. Duyusal nesneleri algılamamızı sağlayan duyular ve algıladığımız bu nesnelerin suret ya da imgelerini bellekte saklama gücü ve soyutlama yoluyla nesnelerdeki özü ya da tümel unsuru yakalama yetisi. Fakat bu soyutlama, İbn Sina’ya göre insan zihni tarafından kendiliğinden gerçekleşmeyip, Yaratıcı’nın Etkin Aklı’nın bir eseridir. Etkin Akıl, bilgi sahibi olabilmesi için insan zihnini aydınlatır. Allah, bundan dolayı insanın yaratıcısı ve buna ek olarak, insan bilgisindeki aktif güçtür. Demek ki tüm insanlarda hepsinin birden pay aldığı tek bir Etkin Akıl vardır. O’da Yaratıcı’dır.

İbn Sina, Aristo ve Plato’nun etkisinde kalarak Aristotolesçi felsefeyi İslam anlayışına göre felsefik yorumlarından dolayı; Yaratıcı, ruh ve yaratık, peygamber ve şeytan, mutlak irade ve özgür irade, duygu ve mantık konusunda paradokslar göstermiş, kaderin halkasal zincirinde birbirinden farklı ve aykırı tezler üreterek, inanç ve düşünceleriyle çelişkiye düşmüştür.

İbn Sina, ünlü Yunan filozof Aristotales'in ortaya koyduğu varoluş felsefesini, İslam-Doğu medeniyetleri düzleminde yorumlamasından ötürü Kur’an’ı temel almak yerine, Aristocu özgür iradeye ve mantığa odaklanarak, varoluş, gelişim ve yok oluş sürecini oluşturan kadersel yazgıyı pratik olarak değil, teori bazında değerlendirmiş, dolayısıyla mutlak irade ile özgür irade arasında tereddüt yaşayarak, büyük bir hataya düşmüştür.

Şöyle diyor; insanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür iradeyle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İrade özgürlüğü, akılla başarı arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal ihsan ile gerçekleşir. Özgür irade tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak onlarda, insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin Etkin Akıl ile buluşmalarını ve gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahiy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar. Akıl bütün insanlarda ortak olup, kavramayı ve bilmeyi sağlayan bir yetenektir.

Bir yeti olarak işlek akıl; yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel akıl, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan akıldan daha üstündür. Kazanılmış akıl, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından aklın olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada aklın kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır.

Yaratıcı’ya ait olan Etkin Akıl, aklın en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan bir bütünlük içinde kavrar, bilgilendirir ve yönlendirir. Bu yüzden insan, ayrıntıları duyularla algılar, bütününü akılla kavrar. Her şeyi kavrayan yetkin akla, nesneleri anlama yeteneği olan Etkin Akıl olanak sağlar. İnsan aklının algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Akıl, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için, ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini aklın genel kurallarına göre işlemden geçirir ve yargıları ortaya koymada onları aşar. Her şeyi önceden belirleyen Etkin Akıl, yönlendirmeyle mutlak iradeyi hâkim kılar.

İbn Sina, bir taraftan insanın özgür iradesiyle iyi ile kötüyü seçme olanağı bulunduğunu iddia ederken, diğer taraftan insan elinden çıkan bütün eylemlerin tanrısal ihsan ile gerçekleştiğini belirtmektedir. Eğer bütün eylemler tanrısal ihsan ile gerçekleşiyorsa, özgür irade nasıl ve nerede etkili olmaktadır? Akıl ile irade arasında bir çatışma olması ve sonunda aklın üstün gelmesi, Etkin Akıl’ın üstünlüğüdür ki o zaman özgür bir irade ve düşünceden bahsedebilmek imkânsızdır. Yani özgür irade ile kader!

Üstün bir aklın başarısızlığa uğraması, ancak mutlak bir gücün ve müdahalenin sonucudur. İnsan zihninin aydınlanmasını ve bilgilenmesini sağlayan aktif gücün Yaratıcı’nın Etkin Aklı ve mutlak irade olan kaderin ruhla bütünleşmesi olduğunu açıklayan İbn Sina; nasıl oluyor da böyle bir denklemde otomatikman özgür bir iradenin varlığının imkânsız kılınabileceğini hesap edememektedir? İfadesinde, “Akıl; özgür ve mutlak bir güç değil, Yaratıcı’nın etkisi ve yönlendirmesi altındadır” diyor. Buna göre; Etkin Akıl’la bilgilendirilen akılların bağımsız olabilmesi, özgürce düşünebilmesi ve dilediğini yapabilecek hür bir iradeye sahip olabilmesi müthiş bir yanılgı ve kabul edilemez bir paradoks değil midir?

Peygamberler ve bilginlerin bilgilerinde bir seziş olduğu, bu sebeple, kavrayış yeteneğinin Etkin Akıl’la buluştuğunu ve gerçeklerin kavrandığını ifade ediyor. Dolayısıyla ruhun otoritesi altında gelişen duyuların egemenliği altında akıl işlerlik kazanarak, programı doğrultusunda yönlendiği ortaya çıkmıyor mu?

İbn Sina, bir taraftan vahyin ve mutlak iradenin kayıtsız hâkimiyetini kabul ederken, diğer taraftan Aristocu bakışla özgür iradenin de var olabileceğini beyan edebilmesi anlaşılır gibi değildir. Maalesef Aristotoles felsefesine bağlı İslami bir sentez oluşturarak, mantığa dayalı rasyonalizmle vahyi harmanlama girişimi onu ikileme ve korkunç bir çıkmaza sokmuştur. Bu anlayışın hemen hemen tüm İslâm bilginlerinde var olması, Aristo felsefesinin rasyonalist mantığına hayranlıklarından değil, kendilerini yücelten benlik ve mantıklarının nefsi yargılarındandır. Akıl ile vahyin ruhsal bağı ve Etkin Aklı ile olan bütünlüğünü pratikte ilişkilendiremediklerinden irade ve yetki karmaşası yaşamaktadırlar.

Yaratılış konusunda İbn Sina, “bir’den bir çıkar” ilkesiyle hareket eder. İlk “bir”, zorunlu varlık olan Tanrı’dır. O’nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı’nın özünden gelen gereksimdir.

İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı’dan ilk ruh ve akıl ortaya çıkar. Çokluk, ruhla ve akılla başlar. Bundan da felek ve nefsin akılları türer. Her akıldan da, o aklın özü ve cismi oluşur. Akıl cismi, ruhsuz hareket edemeyeceğinden, akıllar sırasının sonunda Etkin Ruh bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri, insan özleri ve bilgileri doğar. Etkin Akıl, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk akıl, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk akıl kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her soyut feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan ruhsal enerjidir.

Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemini “Etkin Ruh”, şeytan aracılığıyla dürter. Evrenin varlığı, zorunlu olan Yaratıcı’yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Hareket, nesnenin özünde saklı ruhsal güçten doğar. Her nesnenin özünde hareket ettirici ruhsal bir güç vardır. Nesne kendi kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırmaktadır. Yaratıcı, özgün bir yapıcı değil, zorunludur. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır, dolayısıyla değersel bir nitelikleri yoktur, ancak yaratıksal nicelikleri vardır. Bu yaratma olayı da yanardağ misali bir fışkırmadır.

Ölüm, ruhun gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan ruhların geldikleri kaynakta toplanmaları, insan da ahret kavramını oluşturur. Ruh, soyut bir özdür, ölümsüzdür, vücuda yani maddeye egemendir. İnsana ve maddeye bireyselliğini kazandıran O’dur. Vücudun yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme ruhsaldır, fizik mazerettir.

Yaratıcı, her şeyi çift yaratarak tek kalmayı kendisine has kılmıştır. Sahibi olduğu canlıları istediği gibi yönlendirmesi ve farklılıklar oluşturması, hiç kimsenin sorgulayamayacağı ve değiştiremeyeceği mutlak kimliğindendir. Yaratığın Yaratıcı’ya özgürce hesap sorabilmesi veya baş kaldırabilmesi özde kabil değildir, ancak sebepte ve “bir bilgi”’deki şeytani misyonun gereğinden mümkündür. Allah, melekler ve cinler âleminde olduğu gibi, dünyada da dengenin sağlanabilmesi için, hidayete erdirdiği iyi ruhlar ve saptırdığı kötü ruhlar programlamıştır. Zaten peygamber ve şeytanın varlık sebebi de bu yüzdendir.

Ruhların her birine değişik bilgiler ve görevler yükleyerek, kimi yaşamın sonuna kadar iyi, kimi kötü olarak bedendeki ve dünyadaki görevlerini sürdürürler. Kimileri de farklı davranışlar sergileyerek iyiyle kötü arasında gidip gelirler.

Ruhların programları gereği bedenlerinde olduğu insanlara işlev kazandırması ve yönlendirmesi, mutlak iradenin “o kitap”ta ki yazgısındandır. Her ruh; çirkin veya güzel, sakat veya sağlam, sağlıklı veya hastalıklı, kudretli veya zayıf bir oluşumla bedenleri biçimlendirmekte ve programı doğrultusunda fiziği meydana getirmektedir. Bu oluşumun zaman içinde farklılıklar doğurması tamamen fıtratsal yapıdandır.

Cennet ve cehennem de dünyadaki yansımanın sonsuz hayattaki ezeli ve ebedi uzantısıdır. Dünyada olduğu gibi ahiret hayatında da Allah, dilediği kulunu mükâfatlandıracak, dilediğini ise cezalandıracak; yaratık olan, yani kul olan hiç kimsenin hesap sorma hak ve salahiyeti bulunmayacaktır. Sadece layık olunan, hak edilen tadılacaktır.

“Biz dilesek elbette herkese hidayet verirdik. Fakat ‘Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde. 13

İbn Sina gibi her türlü ilim hatmetmiş ve buluşlar gerçekleştirmiş nice bilim adamları ve düşünürleri şöyle bir inceleyin de; kıyaslanabilmeleri dahi kabil olmayan bilgilerini irdeleyerek, nasıl dağları yaratmışçasına böbürlenebildiklerini ve peşlerine düşerek himmet dilenebildiğinizi sorgulayınız.

Amaçları şöhret, para ve saltanat olan eçhel ezbercilerin hissiz dolguları toplumları da körelterek, hem ilmen hem de ahlaken korkunç bir çöküşe neden olmakta, yüzeysel kopyalarını paraya ve güce tahvil edebilme gayreti içinde gerek dini gerekse bilimi sömürerek, insanları istismar etmeleri nasıl benliksi bir aklın sapmasıdır?

‘Benim’ diyenin suratına tükür ki bir hiç olduğunu anlasın…

Oysa İbn Sina; Buhara prensi Nuh bin Mansur'un hastalanması üzerine, bilgisine başvurulduğunda, uyguladığı tedavi yöntemi başarıya ulaşınca, Samanoğulları sarayında hükümdarın özel doktoru olarak görevlendirilmişti. Karşılığında para yerine, devrin bilinen ve bilinmeyen en önemli bilimsel eserlerinin orijinal nüshalarını içeren, eşsiz bir kaynak zenginliğine sahip saray kütüphanesinden istediği şekilde yararlanma hakkı talep etmişti. Böylece kendini birçok değerli eserin yardımında oldukça geliştiren İbn Sina, henüz 17 yaşındayken, fıkıhtaki, felsefedeki ve bilimdeki dâhiliklerinin yanı sıra, tıbbın temelini atan bir "tıp bilgini" olabilmesini sağlayan, nasıl rahmetsel bir aklın doğrusuydu sorusunu, sanırım çözüme kavuşmuşsunuzdur.

“Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör değildir.” İbn Sina

“İnsanın ruhu kandil, bilim onun aydınlığı ve Tanrısal bilgelik de kandilin yağı gibidir. Bu yanar ve ışık saçarsa o zaman sana "diri" denilir.” İbn Sina

Hiç yorum yok: