15 Aralık 2009 Salı

Einstein ve Planck gibi dehalar da Kuantum safsatasını reddetmişlerdi…

Mantık'ın, "Tanrı'nın tanımlanması" yazısında baz aldığı Aristo mantığına göre; Tanrı'nın sahip olduğu sıfatlar ile sonsuz kudrete sahip olmasının çelişkili olduğu ileri sürülerek, evrenin oluşması ve yönlenmesinin ruhsal değil fiziksel olduğu varsayımıyla “Kuantum Teorisi” gibi tamamen ütopik bir mantığa odaklanılıp, güya söz konusu çelişkilerin ortadan kalktığı hipotezi savunulabilinmektedir. Sormaz ki bilsin, bilmez ki sorsun…

Dini bilimle çatıştırarak, kendilerince egemenlik yarışına sokan ateistler, sözde dinin daima bilimle kavga ettiği, açıklarını ve eksiklerini ortaya çıkardığı manipülâsyonuyla bilimi, hiçbir kanıt olmaksızın bağımsız mutlak bir güç olarak dayatmaya çalışmaları; ruhsuz bir hayatın olamayacağı gerçeğini dahi reddedebilen bir mantıksızlıkla dinsiz bir bilimin ya da ruhsuz bir fiziğin en korkunç paradoksuyla çırpınmaktadırlar. Ruhla bedenin kavgası nasıl imkânsız ise, ne dinin bilim ile ne de bilimin dinle kavgası mümkün olamaz. Hiçbiri birbirine karşı ne güvenilmez ne de yeteneksizdir. Ruhun maddeye fizik kazandırması gibi din de bilime ilham kazandırarak gütmekte, dolayısıyla her iki tarafında hiçbir kaygısı bulunmamaktadır. Isaac Newton’un da ifade ettiği gibi, “Bilim, yalnızca doğanın matematiksel davranışını ortaya koyan yasalardan oluşur.“

Vahiy olmadan bilim, ruh olmadan fizik var olamayacağından, düşünebilecek ne bir akıl, yaşanabilecek ne bir dünya, ne de bir hayat var olamaz. Hiçbir şey ne o an, ne de o kadar basit, sıradan, sebepsiz ve kendiliğinden oluşmamaktadır. Onun için olayları fiziksel bir gözlemlemeyle veya deneysel metotlarla değil, yaşamı var eden ve enerjiyi sağlayan vahye ve ruha yoğunlaşarak irdelemeli ve böylece akılcı bir sonuca gidilebilmelidir. Cevaplamaları kaçınılmaz oldukları soru: Ellerindeki moleküler biyoloji, kuantum teorisi ve genetiğin inceliklerine, bireysel, toplumsal ve küresel özgür iradelere, bilimsel ve teknolojisel üstünlüklere rağmen; neden mutlak ve sürekliliği olan sarsılmaz ve kalıcı bir yapı inşa edemedikleridir.

Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki serüvenleri herkesçe bilinir. Alice’in yolculukları, küçülmesi, nükleer bir parçacık olması ve başkalaşımları, belirsizliğin, sırrın ve gizemin yaşandığı Kuantum Diyarı olduğu teorisidir. Peki, Kuantum Diyarı nedir? Bir atomdan bile küçük olan, entelektüel bir eğlence parkı düşünün. Bu eğlence parkındaki her düzenek, her oyun ve ilgi çekici her nesne, kuantum mekaniğinin farazi değişik bir özelliğini açıkladığı iddiasıdır. Doğaya ve nesneye ilişkin konularda çoğumuzun aklını karıştıran olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesinin güya bu eğlence parkında bulunduğudur. Böylece geleceğin belirsizliği, düşüncelerde oluşan ve kurgulanan bir ütopyada gerçekmiş gibi yaşatılmaya çalışılır.

Düş dünyası ile bilimi birleştiren Briston Üniversitesi fizik bölümünden Robert Gilmore, Alice’in yolculuklarının alegorisini kullanarak, kuantum dünyasının önemli noktalarını kolay anlaşılır bir zemine oturtmaya çalışmış, ancak pratikte başarıya ulaşamamıştır. İçinde bulunduğumuz dünyanın anlaşılmasının zor olduğu sanılıp, belirsizliği kuantum fiziğine dayandırarak, olaylar aydınlatılmaya ve bilimsel kadere bir nitelik kazandırılmaya çabalanır.

Kuantum Fiziği nedir? Atomun yapısını, atomu oluşturan temel parçacıkları ve bu parçacıkların birbiri ile etkileşimini inceleyen fiziğin hipotez dallarından biridir. “Fotoelektrik etki ve ısı kuramı” ile gerçekleştirilen deneyler arasında garip uyumsuzlukların baş göstermesi, bilim adamlarını derin bir arayışa itmişti. İşin ilginç yanı, bilim adamlarının pek önemsemediği bir konunun tüm detaylarının önceden açıklandığı bir kuramın başlarına çorap örmeye başlaması endişeye dönüşmüştü.

Ünlü kuramcı Bohr, “Kuantum teorisiyle şok olmayan kimse, onu anlamamıştır” der. Gerçekten de matematiksel olarak açık bir şekilde ifade edilmesine karşın, bu teorinin felsefi alanda yorumlanması ve oluşturduğu problemlerin çözümlenmesinin imkânsızlığı, ruhsuz bir fiziğe, yani Yaratıcısız bir kâinatı çözebilme arayışındandır. Çünkü matematiğin insanı üstün bir doğruya götürmediği bilimsel bir gerçektir. Çekirdeğin çevresinde dolanan her tam dalga, ancak belli bir yörüngeye rast gelmekte ve elektronların, neden belirli yörüngelerde dolandığı bütünüyle açığa çıkmaktaydı. Bohr, farkında olmadan sezgisiyle, teorisinde söz ettiği belirli yörüngeler çıkarımını böylece doğrulamaya gayret ediyordu. Bu durumda enerjinin kuantumlu olmasına ek olarak çizgisel momentum gibi açısal momentumun da kuantumlu bir büyüklük olabileceğini düşünüyordu.

Belirsizlik ilkesi, dualite, olasılık tanımı ve gözlemci-gözlenen bütünlüğü kuantum mekaniğine, Kopenhag yorumu olarak girmiş, tüm çelişkilere ve tartışmalara rağmen, hâlihazırda kuantum teorisinin en etkin yorumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kuantum felsefesinin sorunlarına bakıldığında, önemli tartışmaların temelinde Young deneyinin yorumlanmasındaki aykırılıklar görülür.

Bilim adamları, fotonların iki ayrı delikten geçişinin mantıksal olarak nasıl algılanması gerektiği üzerinde durarak; fotonlarla gözlemci arasındaki ilişkiyi aramaya çalışmışlardır.

Bohr ve Kopenhag ekolü savunucuları, fotonların iki ayrı delikten geçmelerini iki ayrı dünya hareketleri olarak düşünürler. Onlara göre, girişim, bu birbirinden tamamen iki ayrı iki dünyadan her birinin birlikte hazırlanarak, birbirinin üstüne çakışmasıyla ve birbirlerini bütünleştirmesiyle oluşur. Yani, düşüncelerde oluşan sanal dünya ile yaşanılan gerçek dünyanın çakışması, ya da ezelde programlanmış olan olayların zaman sürecinde güncelleşmesi! Dolayısıyla sonuçta her iki dünyayı oluşturup yönlendiren tek bir iradenin varlığını istemeden itiraf etme zorunluluğundan sıyrılamazlar. Vahiysel anlamda ise, her iki dünyanın çıkış noktası, “o kitap”’ta ruhsal temelde programlandığı doğrultuda fiziğin vuku bulmasıydı.

1935’te “Schrödinger kedisi” yorumu ortaya atıldı. Bu görüşe göre; her an zehirlenme tehlikesi olan bir kedi kapalı bir kutudadır. Gözlemciye göre bu kedi her an ölü ya da diri bir halde bulunmalı, iki ayrı olasılık eşit olarak göz önünde tutulmalıdır. Bu aynı zamanda, Young deneyinin iki ayrı delikle oluşturulan farklı dünyalarına benzetilmektedir. Farklı nokta ise; kedinin ölü ya da diri olduğunu kesin belirleyene kadar kedinin iki durumunun da yan yana bulunduğunun öne sürülmesidir. Yani kedi, aynı zamanda yarı canlı ölüdür. Kuantumluluk hipotezine doğrulama getirmeye çalışan ve teorinin tanımını genişleten bu paradoks, beden ile ruhun, tıpkı vahiyle bilimin bütünlüğü ve fiziksel hareketi sağlayan sebepler zincirine mutlak ilâhsal bir olguyla yaklaşılmaması, ancak doğanın fiziksel güncellik kazanmadan önce programlanmış olduğu gerçeğiydi. Olaylara ruhsal değil fiziksel yorum getirmelerinden, teorileriyle yaşanılan pratik gerçeği örtüştürememektedirler.

Herkesin bildiği üzere bir ışık demeti ilerlemeye başladığında, o anda gündelik dil yetersiz kalır. Çünkü söz konusu olan elektriksel ve manyetik alanların nitelikleri, her hangi bir yerde ne "olacağıdır". Burada dilek kipi, özellikle dilek şart kipini kullanmak sonucu etkiler mi? Örneğin, karanlık bir sokak köşesinde neler olup bittiğini bilmiyorsunuz ama mücevher takmış bir turistin oradan geçmesi anında neler olabileceğini kestirdiğiniz halde, sonuçla ilgili kesin bir yargıya varamıyor, % 1 ihtimal dahi olsa tahmin edilenin aksi bir sonuçla karşılaşabiliyorsunuz. Öyle ki meteorolojik olaylar, gökyüzü ve yeryüzündeki değişik gelişmeler, afetler, savaşlar, planlar, öldürücü hastalıklar, intiharlar, alınan tedbirler ve caydırıcı yasalar misali!

Kuantum teorisinin felsefesi: Kuantum teorisinin bilime ve doğaya farklı bir bakış açısı getirerek, mutlak bir ilahsal kaderin olmadığı sözde bilimsel teorilere dayandırılıp, belirsizliği aşabilecek matematiksel hesaplarla kanıtlayabilme arayışıdır. Şimdi, bu yenilikleri görebilmek için, klasik ve kuantumlu anlayışın belli başlı özelliklerini ortaya koyalım. Öncelikle klasik fiziğin felsefi dayanaklarını inceleyelim.

Klasik fizikte bir cismin hızı, ivmesi, enerji ifadeleri gibi tüm nicelikler, cismin konumunun zamana göre ölçütleriyle ifade edilir. İrdelenen olaylar belli bir kesinlik, belirlilik taşır, istenilen doğrulukta ve aynı anda bütün fiziksel büyüklükler ölçülebilir. Evrenin geçmişinde oluşan olaylar incelenerek, geleceğe ilişkin olasılığa dayalı bir yöntem geliştirilmeye çalışılır. Sözgelimi, Jüpiter gezegeni şu zamanda, yörüngesinin şurasında ve bize bu kadar uzaklıkta olacaktır, denilebilir. Gözlem ve deneylerde hatalar çıkabilme olasılığına karşın tahmini sonuçlar verilir. Böylece klasik fizik ile incelenen her sistem ya da olay, birbirinden bağımsız olarak düşünülür; bu sistemi oluşturan ve birbiriyle iletişim olanağı bulunmayan varlıklar bütünüyle ayrı olarak ele alınır. Klasik olarak incelenen olay, gözlemci ve kullanılan deney aleti ile değişiklik göstermez.

Kuantum görüşünün temel olguları ise, olayların incelenmesinde kompleks yapıda bir olasılık dalga denklemi kullanılır. Fiziksel nicelikler kesikli parçalı yapıda ele alınır. Kuantum teorisi, fiziğe kuşku götürmez bir biçimde belirsizlik (indeterminizm) olgusunu sokmuştur. Yani, tanısızlık, anlamsızlık, gizlilik ve sır. Parçacıklar söz konusu olduğunda, her büyüklük olasılıklarla belirlenir ve gelecekle ilgili tahminler olasılıklara dayandırılarak yapılır. Örneğin, ışığın yapıtaşı olan fotonların uzayda bir yerde bulunması, ancak olasılıklarla belirlenir. Birbiriyle hiç iletişim olanağı bulunmayan iki varlık arasında “bağlılaşım-correlation” görülebilir. Sözgelişi, aynı kaynaktan çıkan fotonların karşıt doğrultularda göstermiş olduğu davranışları birbirleriyle uyuşum halindedir. Kuantum da; gözlemci, gözlenen ve gözlem aleti birbiriyle bir bütünlük oluşturur. Bunlar birbirlerinden ayrı düşünülemez. Tıpkı Yaratıcı, ruh ve yaratık misali!

Bilinen hiçbir cevabı olmayan soru, fotonun içyapısının ne olduğudur. Foton nelerden yapılmadır? Mahiyetlerinin, gerçek matematiksel anlamda, “nokta” olduğuna inandığımız foton ve elektron gibi bazı elemanter (en basit yapıtaşı) parçacıklar bulunur. Fiziksel hiçbir büyüklükleri yoktur ve parçalardan oluşan içyapıları bulunmadığından parçalara ayrılamazlar. Fotonla ilgili olarak cevaplanması en zor soru ise, onun bir parçacık mı yoksa dalga mı olduğu gizemidir. Her zaman olduğu gibi burada da bilimsel bir teori paradoksun varlığı aşikârdır...

Şurası kesin ki, dalga ve parçacık yorumları asla uyumlu değildir. Parçacıklar, enerjilerini konsantre paketler halinde verirken, bir dalganın enerjisi, bütün dalga cephesi üzerinde düzgün olarak yayılır. Örneğin, ışığı sadece parçacıklar olarak ele alırsak, çift-yarık deneyinde gözlenen girişim desenini açıklamak çok zor olur. Bir parçacık, ya bir yarıktan ya da diğerinden gitmelidir; sadece bir dalga cephesi ikiye ayrılarak, iki yarıktan geçer ve sonra birleşir.

Dalga ve parçacık yorumlarını geçerli, fakat birbirini dışlayan alternatifler olarak kabul edersek, bir kaynaktan çıkan ışığın ya dalga ya da parçacık olarak yayılması gerektiğini de kabul etmemiz gerekir. Kaynak, ne tür ışık (dalga veya parçacık) üretmesi gerektiğini nasıl bilebilir? Farz edelim ki kaynağın bir tarafına çift-yarık düzeneği, diğer tarafına da fotoelektrik düzeneği koyduk. Çiftyarık düzeneği tarafına yayılan ışık dalga gibi davranır, fotosel tarafına yayılan ışık ise, parçacık gibi davranır. Kaynak, hangi yöne dalga ve hangi yöne parçacık yayınlayacağını nasıl bildi? Belki de tabiatta hangi deneyi yaptığımızı geriye, yani kaynağa haber veren bir tür “Gizli Kod” var ve kaynak, dalga veya parçacık üretmesi gerektiğini geri gelen sinyale göre anlıyor. Evrensel ruhun fiziksel yansıması! Evet, bugüne kadar keşfedilemeyen gerçek: Fotonların ruhsal bir enerji olduğudur.

Görüldüğü gibi klasik fizik ile kuantumcu düşünce birbirinden birçok noktada farklılık gösterir. Bu farklılıklar ayrıntılı olarak göz önüne alındığında şu yorumlar yapılabilir: Kuantum teorisinin dayandığı en önemli şey, belirsizlik bağıntısıdır. Örneğin, bir elektronun bulunduğu uzayda konumunun tespiti için, elektronun üstüne büyük frekansta ışık göndermeliyiz. Aksi halde elektronu gözlemleyemeyiz. Bu durumda yüksek frekanslı ışık, elektronun konumunu belirler. Ancak elektrona hız vermez ve etkileşme sağlamaz. Dolayısıyla konumun belirlenmesiyle beraber parçacığın hızını ve momentumunu yitirmiş oluruz. Tersi olarak elektronun momentumunu belirlemek için küçük frekanslı ışık kullanırız, bu durumda da konum belirlenemez. Hâlbuki kadersel düzende hiçbir belirsizliğe yer yoktur. Her varlığın yerleri, konumları ve hareketleri bellidir, fiziksel etkileşmeyi sağlayan vahiysel dürtünün ve ruhsal enerjinin programsal yapısı bir bütünlük içinde zincirsel halka düzeneğine göre biçimlenmekte olgunlaşmakta ve etkileşmektedir.

İkinci önemli bulgu da “dalga/parçacık” dualitesidir. Huygens’ten beri ışığın kırınım ve girişim yaptığı biliniyordu. Örneğin; ışık, Young deneyi düzeneğinden geçirildiğinde karşıdaki ekranda aydınlık-karanlık noktalar oluşur. Yani girişim yapar. Yine yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık olarak algılandığı görülür. Bu gibi olayların hepsi, ancak dalga modeliyle açıklanabilir. Einstein, fotoelektrik olayını açıklamasından sonra ışığın parçacık yapıda olması gerektiğini düşünmüştü. Yine ışığın cisimler üzerine uyguladığı anlık basınçlar ve “Geiger sayacı”nda göstermiş olduğu etkiler de bu düşncesini destekler. Sonunda Bohr, “Işığın dalgacık mı tanecik mi olduğunu belirlenmesi, ancak gözlemcinin sorduğu soruya göre cevaplanabilir” diyerek, gözlemcinin de vazgeçilmez biçimde teoride yerini alması gerektiğini belirterek, iddia edilenin aksine kesin bir yargıya varamayarak, gözlemcinin yorumunu ön plana çıkarır.

Evren ve içindeki her şey, mutlak iradece yönlendirilen ruhsal düzeneğe göre fonksiyon gösterdiğinden; fiziksel belirsizliğin, ruhsal etkileşme ve güncelleşmesiyle belirlilik kazanması ve bu doğrultuda hiçbir sapma göstermeden akışını sürdürmesi, öncesinde her ne kadar fiziksel belirsizlik olarak algılansa da, ruhsal ve kadersel bir bilinmezlik değildir. Yalnızca fiziksel bilinmezliktir, zamana ve programa göre güncelleştiğinden, öncesinden kestirebilmek mümkün olamamaktadır.

Gelecekle ilgili belirsizliği aşabilmek için, geçmişte olan olaylar incelenerek, geliştirilen yöntemlerle tahmine dayalı saptamalar yapılması, yanılgıların devamını sağlamaktadır. Gerçek dünyanın ekranında oluşan aydınlık ve karanlık noktaların fiziksel belirsizliği, tıpkı yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık olarak algılanmasından farksızdır. Çünkü fiziki gelecek meçhuldür ve geçmişe dayalı üretilen olasılıklar, hiçbir bağlayıcılık taşımamaktadır. Ancak geçmiş olayların ve hareketlerin geleceği yansıtan dalgacıkları zamansal ve kuvvetsel belirliliğe kesin bir katkı sağlamadığından, gözlemci ve bilimsel teoriler sürekli yanılabilmekte, dolayısıyla mutlak bir sonuca ulaşılamayarak, umutlar pratiğe dönüştürülememektedir.

Yaratığın bilgi ve iradesinin belirleyici ve yönlendirici bir güce sahip olamaması, tamamen kadersi ruhsal enerjinin cisimler üzerindeki etkisinden ve programına müdahale edilememesindendir. Fiziksel olayları oluşturan ruhsal gücün zincirsel halka bütünlüğü içinde varlık göstermesi, aslında ciddi bir sorgulama ve gözlemlemeyle anlaşılabilecek açıklıktadır.

Bir parçacığın, bir uzay bölgesinde bulunması ve ona çeşitli efsaneler rivayet edilerek, mutlak bir fikir edinmesi veya kesin bir yargıya varılması mümkün olamamakta, yalnızca düşsel yansımalar ve olasılıklar olarak teoride yer almaktadır. Söz konusu parçacığın konumuyla ilgili nasıl kesin koordinatlar verilemiyorsa, hakkındaki bilgilerde kuramdan öte somut bir değer taşımamaktadır. Yaratığın ya da maddenin yönlendirici mutlak bir iradeye sahip olamaması, hiçbir konuda mutlak bir sonuç alınamamasına neden olmaktadır. Aslında bilginin teorisel doğruluğundan ziyade, gelecekle ilgili zaman, hareket ve kuvvet birimi fevkalâde önem arz etmektedir.

Meselâ, Everett’e göre; birçok gözlenemez paralel evren mevcuttu. Bunlara Everett, “alternatif kuantum dünyaları” diyordu. Bütün olaylar, bu dünyaların birinde olasılıkların hepsi gerçekleşecek biçimde olacağı varsayılmaktadır. Sonuçta, çoğu olasılıkların evrende var olması ve zaman ilerledikçe daha pek çok yorum ortaya atılması, düşünce ve sezgilerin programlanan ruhta var olmasından ve bilgilerin önceden belirlenmiş zaman dilimlerinde açığa çıkarak, biçimlenmesinden ileri gelmektedir. Zamansal yanılgıların inanılmaz sonuçları şoklara neden olmakta, fiziki bütün olasılıkları ve plânları çökertebilmektedir.

Kuantum ve bilim! Kuantum teorisinin ortaya koyduğu kuramsal yeniliklere göre, klasik fizikten farklı olarak doğanın bir bütünlük içinde ele alınması gerektiği belirtilir. Özellikle gözlemcinin ve gözlenenin birbirini bütünleyici unsurlar olarak nitelendirilmesi, fotonların, elektronların ve diğer parçacıkların birbirine bağımlı hareket etmeleri, bu bütünlüğü ortaya koymaktadır. Yaratıcı ile yaratığın ruhsal ilişkisi, sebepler zincirinin kadersel bütünlük içinde akış göstererek aracıları dürtmekte ve doğrudan olayların içine çekmektedir.

Kuantum teorisinin doğuşundan günümüze kadar ki sürece bakıldığında, bu teorinin fiziğin uygulamalı bir dalı olduğu düşünülse de, tamamen ütopiktir. Sayısız deneyler yardımıyla kuantum teorisinin genel esasları ortaya konmaya çalışılmış ama hiçbir zaman pratik bir başarı sağlanamamıştır. Diğer yandan Young deneyi problemi gibi gözlemci, gözlenen ve zaman kavramları üzerinde net bir felsefi çözüme de gidilememiştir. Felsefi çatıdaki eksikliklere rağmen atom ve çekirdek yapısı, elektriğin nakli, katıların mekanik ve ısıma özellikleri gibi fenomenler kuantuma dayandırılmıştır. Öyle görülüyor ki ateist bilim adamlarının tüm evreni tanımlayan bir teoriye bağlanması, başka bir deyişle bilimin mutlak yaratıcı özelliğini kanıtlayabilmek için belirsizliği, olasılıklara dayalı Kuantumla aşabilme düşünceleri; doğasal ve toplumsal sorunları çözmeye yeterli olamamıştır.

Kuantumu daha anlaşılabilir bir açıklıkta izah etmek gerekirse; fiziksel hareketlerin oluşumunu sağlayan “bilimsel kader” olduğudur. Yaratıcı ve kadersel düzeni ısrarla reddeden sözde bilim adamları, bilgilerin varoluş sürecini düşler diyarı olan kuantumdan kaynakladığına inanabilmektedirler. Tanrısal kadere karşı, bilimsel kader, yani fiziksel kuantum!

Ateist bilim adamları, keşiflerin rastgele doğuşu ve her şeyin birbirleriyle olan zincirsel bağını kabul etmelerine rağmen, bilginin Yaratıcı’dan değil de kuantumsal bir fizikle gerçekleştiğine inanmaya zorlanmaları, nasıl bir dayatmanın sonucudur? Her ne kadar mantıkları kabul etmese ve cevaplandırılamayan birçok soru bulunsa da! Her bilginin fiziki bir Kuantum Diyarında saklı olduğunu ve zamanla ortaya çıkarak biçimlendiğini savunarak, fiziksel bir kaderi kabul ediyorlar ama ruhsal olanına ısrarla karşı çıkıyorlar. Neden? Özgür değil kul olma korkularından… Einstein ve Planck gibi dehaların kuantum teorisini reddeden bilim adamları olmaları, gerçeğin anlaşılmasına yeterli değil mi?

Kuantum da gözlemci, gözlenen ve gözlem aletinin birbiriyle bir bütünlük oluşturduğu düşüncesiyle beyin, bilim ve teknoloji tanımlanmaktadır. Bu, öylesine akıl almaz bir anlayıştır ki, Tanrı’yı reddetmelerinin akabinde bilim ve teknolojinin doğuşuyla ilgili ortaya çıkan sebep ve sonuçları yargılayamamaları, boşlukta kalmalarına neden olmuş ve dolayısıyla mutlaka maddi bir fiziksel dayanağa ihtiyaç duyarak, düşler diyarı kuantum adında bir teoloji ve buna bağlı hurafeler geliştirebilmişlerdir. Ne de olsa onlara göre ruhsal olan Tanrı’nın beyin hücreleri bulunmadığından, nasıl olur da evrenin sahibi olarak hücresiz bir Tanrı’yı tanıyabilirler?

Dünyanın gerçekleriyle ilgili konularda akılları karışmış, olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesini doğru ve anlaşılabilir bir açıklıkta ortaya çıkarabilmeleri için, biyolojik beynin ve tanrısız doğanın zannettikleri fotonsal, maddesel ve fiziksel gücüne yoğunlaşmışlardır. Oysa fotonların gizsel varlığı ruhsal oluşlarını kanıtlamaktadır. Eylemleri ve varlıkları ortaya çıkaran etkenlerin her zaman var olduğuna ve onları harekete geçiren bir nedenin mutlaka olduğuna inanmışlardır. Gelecek ile ilgili fiziki belirsizlik her ne kadar aşılamıyorsa da, hiçbir şeyin rastgele veya tesadüfe bağlı oluşmadığı, gelişmediği ve muhakkak bir merkezden yönetildiği, Kuantum saçmalığı da olsa rasyonalistleri, mantıkçıları, evrimcileri ve maddecileri kabule zorlamıştır.

Evrende vuku bulan tüm olayların birbirleriyle olan bağlantısına inanmışlar ama tetikleyici ve yönlendirici “ilk halka” olan mutlak iradeyi yadsıyarak, Kuantum teolojisi adına sanal diyarlara özenip, her zamanki hayalperest hülyalarını sürdürebilmişlerdir. Şüphesiz felsefi ve akli dayanağı dahi olmayan böylesi bir teorinin mantıklı bir açıklaması olmadığı, hiçbir koşulda hayatla örtüşmediğinden anlaşılmaktadır. Çünkü ruhsuz bir akıl ve fizik düşünülemez.

Ne var ki bilimin güvenirliliğini baltalayan Kuantum Teorisi’nin gerçekle bütünleşmeyen bilimsel bir teoloji olduğunu fikir babaları dahi itiraf etmişken, hâlâ Yale Üniversitesi Uygulamalı Fizik bölümünde görevli Prof. Robert Schoelkopf ve ekibinin Kuantum bilgisayarı inşat etme yolunda ilk adım olan bir buluşu gerçekleştirme yolunda ilerlediklerini dünyaya duyurarak, bu buluşun inanılmaz bir potansiyel vaat ettiği açıklamalarıyla, pratik anlamda hayata geçirilmesi ve kompleks yapıdaki sorunların çözülmesi yolunda önlerinde daha epey bir zaman olduğunu duyurmaları, Nasreddin Hoca’nın göle maya çalmasına benzemektedir. Teori ve düşteki başarılar bir de pratikte kendini kanıtlayabilseydi, zaten hiçbir sorun kalmazdı!

Daha geçenlerde; dünyayı ayağa kaldırarak tanrılığa özenen nükleer fizikçilerin Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu Başkanlığında bir araya gelerek, Cenevre’de yerin 100 metre altında 27 kilometrelik bir tünel inşa edip, evrenin oluşumu arkasındaki sır perdesini aralamayı, madde ve antimadde, yani ruhsal enerjiyi anlamak maksadıyla “Büyük Patlama”dan hemen sonra saniyenin binde birindeki sürede ortaya çıkan şartları yeniden yaratmak amacıyla yaptıkları yüzyılın deneyi, hatırlanacağı üzere fiyaskoyla sonuçlanmış, 5 binden fazla mühendis ve çalışanın tükettikleri 10 yıllık zaman ve harcadıkları 10 milyar dolar çöpe gitmişti. Ancak temel bilgiden yoksun insanları etkilemeleri bile onlar için propagandasal büyük bir zaferdi. ÇÜNKÜ İNSANLARIN BİLİME OLAN GÜVENİ SARSILMAMALI VE ÇALIŞMALARLA MOTİVE EDİLMELİ…

NASA’nın sürekli gezegen avı, her ne kadar “Tanrı” bulma umuduyla gerçekleşse de, araştırmalarının boşa çıkıp yeraltına inerek orada da hüsrana uğramaları, kulluğu kabul etmelerine yeterli bir sebep değil mi?

Karanlık maddeyi oluşturan ki bu karanlık bir madde değil ruhsal bir sırdır, ancak tüm oluşumları maddeden ibaret sanan eçheller, dünya görüşü ve kâinata bakışı topyekûn değiştirecek sonuçlar üreteceğinden emin bir vakarla, kâinatın %23’ünü oluşturan “Karanlık Madde” yi açığa çıkarıp, karanlık enerji olan “ilahi parçacığı” keşfetme ütopyaları, teorik fiziği altüst etmiştir.

Birçok araştırmacı tarafından teorik olarak incelenip ama hiç kimsenin görmediği “Higgs Bozonu” adlı parçacığı izleyen CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu ), söz konusu ilahi parçacığın diğer bazı parçacıklara kütle kazandırdığını düşünerek, soyut olan bir bilinmezin peşine takılsalar da, hiçbir şeyi tespit edemeyecekleri aşikârdır. İngiliz fizikçi Peter Higgs’in adını taşıyan “Higgs Bozonu”, tümdengelim (dedüksiyon) gibi fiziki bir yöntemle ruhsal keşfin yapılabilmesi nasıl mümkün olur? Ancak Yaratıcı’yı bulup yok edebilirlerse dilediklerini başarabilmeleri, dolayısıyla yeni bir düzen ve dünya yaratabilmeleri mümkün olur.

“Öyle horozlar vardır ki öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.”
G. Dumant

Hiç yorum yok: