3 Ocak 2010 Pazar

Kadersel lanet kalkabilir mi?

Adaleti, merhameti ve ahlaki değerleri yeryüzüne dağıtmış Müslüman milletimizin önce yüce dinlerine, sonra devletlerine ve birlikteliklerine ihanet ederek, asla kabul edilemez bir seküler inançla bütünleşebilme bedhahlığını egemen kılabilmek masadıyla savaştığımız yabancı düşmanlardan daha acımasız bir zorbalığa ve kıyıma girişip, kurdukları laik ve ataist cumhuriyetin cehennemsi günahları, tövbesiz söylem ve yapılanmalarla arındırılamaz, umut edilen içsel barışa, huzura ve güvene kavuşulamaz.

Modernizmin para, cinsellik ve kozmetiği temel alan felsefesi, insanoğlunu öyle etkilemiş ki, canından üstün ve uğruna savaştığı değer yargılarına hasım kesilmesine, amacı süs, eğlence ve şehvet olan yaratıklara dönüşmesine sebep olmuştur.

Gerçekte değişen bir şey var mıdır? Sadece makyaj, estetik, dekor, süs, moda, düşünce ve teorilerdir. Dolayısıyla şeytanı temsil eden benliğin onurlanmasına, gururunun okşanmasına, kendini üstün görmesine sebep olan ve başlı başına görsellikten ibaret gösteriş ve debdebedir. Bundan dolayıdır ki insanoğlu için görünüş her şey demek olup; siyasal, sosyal, bilimsel ve ekonomik politikalar, tahrik edici ve baştan çıkarıcı şovdan öte köklü hiçbir değişimi başaramamış olmanın acizliği, işte bu aldatıcılığın temel ürünleri olarak “çağdaş ve özgürlük” etiketiyle ahmak insanoğluna sunulmaktadır.

İlk yaratılıştan itibaren insanlar; geçimlerini, ulaşımlarını, barınaklarını, giyimlerini ve ticaretlerini zamana göre en iyi koşularda gerçekleştirmiştir. İlim, bilgi, iktidar, kültür ve sanata büyük önem verilerek, sözde modern insanın paha biçemediği mükemmel eserlerin yapılması, icatların oluşması, zaferlerin kazanılması, harf ve yazı karakterlerinin, konuşma yeteneklerinin bulunması, farklı fikir ve felsefelerin türemesi, savaş, araç ve gereçlerinin üretilmesi, gemiler ve diğer araçlar inşa edilerek filoların kurulması ve en zor şartlarda hayatta kalınabilmesi, ciddî anlamda düşünülmesi gereken bir tarihtir. Aslında insanoğlunun fıtratı ve ihtiyaçları, ruhsal dürtüleri, yaşam güdüleri, duyguları, heyecanları, sıkıntıları, ölümleri, hastalıkları, iyilik ve kötülükleri, yani kadersel yazgısı hiçbir değişikliğe uğratılamamış, dualiteye son verilememiş, daha rahat ve modern bir hayat adına, her devrin aldatıcı makyajımsı değişikliklerin etkisinde kalınarak, güya kadersel yazgının aşıldığı ve artık kaderleri yazanın birey veya toplumların özgür iradeleri olduğu kuramlarla desteklenmiştir.

Görüntü, övgü, makam ve şatafat; benliksel kompleksi her ne kadar yüceltip keyif veriyorsa da ani bir afet, felâket, kayıp, savaş, hastalık, belâ ve kıtlık durumunda hissedilen duygular ve yükselen feryatlar; taş devrini andıran karanlığı canlandırmaktadır. Bu kadar devrimsel inkılâp ve sözde yaratıcı bilimsel gelişmelere rağmen, binlerce yıl önce yaratılan insan o gün nasılsa, günümüz insanının evresi, temel ihtiyacı, hırsı, amacı, kaderi ve dünyadaki işlevi de aynıdır ve hiç değiştirilememiştir. O gün nasıl insanoğlu ölmek için yaşıyor ise, bugünde ölmek için yaşamaktadır!

Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem, fiziksel görüntü ve aldatmaların ilk kışkırtıcı merkezidir. İnsanın temel oluşumunda, ruhunda, hastalığında, rızkında, ölümünde, kaderinde ve yaşam sürecinde ilerleme kaydedemeyen ve diledikleri mutlak düzeni kuramayan krallar, debdebeye önem vererek, insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini pekiştirebilmek için, öncelikle mimarlık alanında yenilikler yaptılar. Bu şekilde büyük binalar yapılmaya başlandı ve şehirciliğe önem verilerek, ululuk yarışına kalkışıldı ve böylece benlikler tatmin edilerek, sanalı gerçekmiş gibi kabul ettirdiler. İktidar ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla ihtişama, dolayısıyla süslemeye aşırı önem verildi. Gösteriş, lüks ve konfor merakıyla yapılar değiştirildi; mozaikler, mermer sütunlar, süslü mobilyalar ve biblo benzeri eşyalar kullanılmaya başlandı. Ancak her şey, tıpkı bakımlı, seksi ve şehvetsel vücutların leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle yerle bir oldu ve tanrısal gösterişler, göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürdü.

“Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış; arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir.” Kehf 45

Krallar, tanrısal güçte olduklarını kanıtlayabilmek adına şatafata, azamete ve gösterişe olağanüstü önem verip, insanları etkilemeye çalıştılar ama halkının tamamını kendi yaşam seviyelerine yükseltemediler. Bu gösterişin adı ve gücü, o gün nasıl bir uygarlık idiyse, bugün de aynıdır. Değişen sadece aksesuar, süs, boya ve makyajın cinsi, markası, görüntüsü ve çeşididir. İşte çağdaş olarak övünülen ve insanların etkilenmesine çalışılan olgu, gerçekte hiçbir kalıcılığı olmayan yanılsamalardır. Moda denilen şeyin ne kadar çirkin olduğu, nasıl altı ayda bir değiştirilmesiyle ortada ise, maddi olan beden veya pozitivizme dayalı tüm seküler düşünceler, yasalar ve iktidarlar da aynı çirkinliktedir ve sürekli motivasyona ihtiyaç duyarlar…

Neden toplumlar birbirlerinin lisanlarını, kültürlerini, karakterlerini ve geleneklerini devam ettirememiş de, akıl almaz değişimler ve dönüşümler birbirini takip edebilmiştir? İlkyazının Sümerler tarafından bulunduğu iddia edilse de, M.Ö.3350 yılında, yani Sümerlerden 150 yıl önce Mısırlılar tarafından bulunduğu varsayımını doğru kabul edersek, bu bilgi ve yeteneğin mantıksal, zekâsal, iradesel, eğitsel, içgüdüsel, kalıtımsal veya çevresel etkileşmeyle izahı mümkün olabilir mi? Daha sonra çeşitli medeniyetlerin oluşturduğu farklı düşünceler, lisanlar, renkler, yazılar, sanatlar, eserler, buluşlar; beynin ve aklın hangi pozitif bilimin kıstaslarına göre çoğalabilmiştir? Bu inanılması imkânsız buluşları ve denklemleri zihni boş bir insan aklının ve iradesinin yapabilmesi, Aristo mantığına ya da liberalizmin kurucusu mason ve Gül-Haç olan filozof John Locke’nın görüşüne göre; ihtimal dâhili midir?

Herhangi bir beyin hücresinin önceden işitmediği, görmediği, bilmediği ve tanımlayamadığı boş bir levhanın bir bilgiyi üretebilmesi, yeteneği geliştirebilmesi, bilinmeyen ve örneği olmayan yeniliği keşfedebilmesi, formülleştirebilmesi ve işlevlik kazandırabilmesi, iddia edilen pozitivist bilimsel bir akıl ve mantığın tanımına tamamen aykırı değil midir?

Dünya, kötülüğün her türlüsüne sahip inanılmaz entrika ve suçların işlendiği olaylarla doludur. Ne eğitim, ne caydırıcı yasalar, ne de yaşanan tecrübeler bu gerçeği değiştirememektedir. Benliksel anlayışlara ve şeytan postuna bürünmüş bilimsel, dinsel ve siyasal kimselere öylesine güvenilmekte, inanılmakta ve teslim olunabilmektedir ki, bir sabah uyanıldığında damarların uyuştuğu, vücudun titrediği ve kalbin yerinden çıkarcasına fokurdadığı hissederek, anlatılanın aksine gerçek dünyanın ne kadar çirkin, hain, acımasız ve aldatıcı olduğu anlaşılır ve muhakeme yetisi olanlarca sorgulanmaya başlanır. Pembe hayaller ve teorilerle süslenen sanal âlem ile her türlü fiziğin bizzat tadıldığı kâinat, tıpkı ölümle yaşam ya da ruh ile beden gibidir.

Sabah güneşinin doğuşuyla müspet gelişmelerle şımararak, başarıyı iradelerinin güdüsüyle elde ettiklerini sanan birey ya da iktidarlar, akşam karanlığın çökmesiyle karşılaştıkları olumsuzlukları iradelerine değil de ya Tanrı’ya, ya doğaya, ya derin güçlere, ya da başkalarına yüklemeye çalışmaları, gerçekte nasıl bir tutarsızlık içinde bocaladıklarını kanıtlamaya yetmektedir.

İnsanoğlunun bir cinsel temas anında kendinden geçerek, ışık hızıyla gök yüzene yükselircesine ulaştığı tatmin anı nasıl birkaç dakikadan ibaret ise, sevinç, mutluluk, kazanç, başarı ve zaferlerde öyledir. O tatmin sonrası bekleyen kahır ve pişman edici musibet ve felaketler nasıl hesap edilemiyorsa, Yaratıcı’yı reddeden laik veya seküler inancın aldatıcı nefsi hileleri de öyle fark edilemiyor.

Herkesin kendi mutluluğu ve zaferi peşinde koştuğu din-dışı egoist düşünceler, ötekilerini elimine etmeyi kaçınılmaz bir hak görmekte, dolayısıyla güçlülerin her türlü baskı, şiddet, yasak ve işgali meşrulaşabilmektedir. Oysa sadece kendi mutluluğunu düşünenlerin insanlık dışı gerekçelere sığınarak hegemonyalık kurma ihtirasları; suçların, adaletsizliğin, terörün, savaşların, çatışmaların ve lanetin yegâne sebebidir.

İşte hem laik hem de Müslüman Türkiye, bu gerçeği en şeffaf hatlarıyla içinde barındırmakta, böylelikle her din ve etnik kesim; huzursuzluk ve güvensizlikle kendi düşünceleri doğrultusunda çarelere başvurarak, ya silahla ya da uzlaşarak haklarının iadesine uğraşmaktadırlar. Ancak Allah’a olan iman ve inancı reddeden laik ve putperest seküler anlayışlar, vicdani bir duygu, hoşgörü ve sorumluluk taşımadığından kendi dayattığı ideolojilerden öte insancıl bir barışa, uzlaşıya, sevgiye, tahammüle ve bütünlüğe hiç yanaşmamaktadırlar.

Altyapısı olmayan bir “açılım” ile ayrılıkları ortadan kaldırmaya ve insani değerleri hâkim kılmaya çalışan sözde demokratik projenin tutarlı bir bağlayıcılığı ve istikrarı bulunmamaktadır. Öncelikle nefreti, düşmanlığı ve bölünmeleri tetikleyen merhametsiz ve totaliter resmi din-dışı ideoloji lağvedilmeli, ulusal putperestliğe son verilmeli, hıncı ve benliği körükleyen buyurgan eğitim kökten değiştirilmeli, Türkiye’nin Atatürk diktatörlüğünden kurtarılıp her ırkın ve inancın söz sahibi ve bir Atatürk(!) olduğu anlayışı oturtulmalı, hiç kimsenin diğerinden üstün ve ayrıcalıklı bulunmayacağı bir hukuk ve adalet düzeni getirilmeli, hiçbir ırk ve inancın dışlanmasına ve aşağılanmasına fırsat verilmeyecek bir anayasa inşa edilerek, barbar Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri ya ıslah edilmeli ya da en ağır cezalara çarptırılarak, kökleri kurutulmalıdır. Aksi takdirde tüm çabalar beyhude ve göz boyamadır.

Atatürk gibi kralların ulu önder ve kurtarıcı hüviyetleri toplumları köleleştirmiş, kendileri saraylarda saltanat sürerken, yüksek bedeller ödeyerek saltanat yatları satın alırken, çizme ve ayakkabıları yurt dışında özel tasarlanıp koleksiyonlarına katılırken, köpekleri dahi saraylarda ayrıcalıklı yaşarken, keyiflerinin en doruğunda hayat sürerlerken; neden barınakları ve bir lokma ekmek dahi bulamayan yoksul halk düşünülmüyordu? Halkı yırtık pırtık elbiseler içinde, delik çarıklarla dolaşırken, açlık ve kıtlık diz boyu sürerken, onlar nasıl saltanat sürebiliyorlardı? Sadece yakınlarını zenginleştiren ve tüyü bitmemiş yetimin haklarını hoyratça savururlarken ve diledikleri gibi devletin malını tasarruf ederlerken, neden o çok sevdikleri halklarından kendilerini ayrıcalıklı tutuyorlardı? Yoksa vatanları uğruna ölenler hayvan, sadece kendileri mi kurtarıcı?

Şu açıkça beyan edilmelidir ki, devleti ve ülkeyi meydana getiren her insan, dağdaki çoban dahi Atatürk gibi kralların sathında değere ve saygıya tabi tutulmalı, bir ülkenin varlığı sadece bir kişiye mal edilerek, canlarını veren, vermeye devam eden ve her türlü fedakârlığı canından üstün tutanlara ihanet edilmemelidir. Hiçbir insan, diğerinin kölesi ve kulu değildir.

Vahye ve yaradılış gerçeğine karşı çıkarak, hilkatte eş oldukları insanlardan kendilerini ayrıcalıklı gören egoist ve faşist CHP, MHP, laik ve ataist putperestler; Müslümanlar ve Kürtlerden asla hazmedememekte, Osmanlı Devletinde olduğu gibi bir arada kardeşçe yaşamayı içlerine sindiremeyerek, çeşitli fitnesel tahriklerle toplumları birbirine düşman kılan sözlü ve fiziki eylemlere başvurmaktadırlar.

Yahudi-mason ittifakının, her türlü muhalefeti seküler çizgi içinde tutmayı hedefleyen politikaları; gerek Müslüman gerekse Kürt kesimleri o çizgi içinde asimile ederek çarklarında öğütmeye, dolayısıyla hiçbir sorunun anında çözülmeyerek ertelenip birikmesine neden olmuş, zamanla artan nefretsi enerji, günümüzün kamplaşmasına, gözyaşlarına, ağıtlarına ve beddualarına sebebiyet vermiştir.

Bir çığlığın bir çığ getirebileceğini umursamayan oportünist devşirme lider ve sözde aydınlar; seküler diktatörlüğe karşı insani direnişi gösterememiş, saltanatları ellerinden alınır tedirginliğiyle barbarların karşısında hazır ol durmuşlardır. Söz konusu ihanetsel düzene adapte olan Müslüman ve Kürt temsilcilerle beklenti içindeki taraftar yığınlar; haksızlıklar karşısında inim inim inleyen mağdurların insani hiçbir taleplerini yerine getirmemişler, ikinci sınıf vatandaş olmalarının haklı müdafaasını yapmamışlardır.

Sözde açılım sürecindeki samimiyetsiz, yapay ve güdümlü çözüm girişimleri iğrenç provokasyonların etkisinde sürdürülmeye çalışıldığından, olumlu hiçbir netice alınamamakta ve alınamayacaktır da. Ne inananların dinleri özünde ne de dışlanan ırkların eşitlik haklarının kendilerine verilebilmesi mümkün değildir. Egemen ideolojinin olmazsa olmaz müstebit şartları, çözümsüzlüğün sebebidir.

Bir taraftan yaklaşık 33 binin katili olarak Abdullah Öcalan’ı idamdan af ederek, krallara ve devlet başkanlarına tanınmayan ayrıcalıkla özel bir ada tahsis edeceksiniz, sonra da o terörist başıyla müzakere yapılamaz diyeceksiniz. Söz konusu ihanetsel affı CHP ve MHP ideolojisi yapmadı mı? Bugün subayların rahatsızlığından dem vurarak şikâyet eden Genelkurmay, neden o affa karşı çıkmadı ve türbanlı kız çocuklarına gösterdiği muhtırasal tepkiyi ortaya koymadı?

İşte onun için diyorum ki asıl katiller, o riyakârlardır. Başlar dağa değil, başkente çevrilmelidir.

Politize olmak suretiyle çeşitli düzen partilerine angaje olmuş ve düzenin kendilerine sağladığı imkanlarla mal, mevki ve mülk edinmiş Kürtlerin zaten bir sorunu bulunmamaktadır. Tıpkı Müslüman kimlikli politikacılar, bürokratlar ve zenginler misali… İslam’ı simgelemesinden dolayı türbanın dahi çözüme kavuşturulmadığı bir Atatürk diktatoryasında, hangi özgürlükten, kişi inanç ve ibadet hürriyetinden bahsedilebilir? Ama hiçbir şey yokmuş gibi baskı ve yasakların yasalarla savunulması ve ideolojik çerçevede susturulmaya çalışılması, bilinmelidir ki kinetik enerjinin artarak patlama seviyesine ulaşma süreci beklentisinden başka bir şey değildir.

Eğer açılımın gayesi terörü bitirmek ve dağdakini indirerek topluma huzur ve güven sağlamak ise, benliğin hapsedilip Abdullah Öcalan’la masaya oturulmak zorunluluğu göz ardı edilmemelidir. İster hazmedilir, ister edilmez… İdamdan kurtarmayı hazmediyorlar da, uzlaşmayı neden hazmedemiyorlar? Ancak CHP ve MHP, o vahşi ve yıkıcı ihtiraslarıyla arzu ettikleri iktidara gelebilecek bir fırsat yakalasalar, biliniz ki geçmişte olduğu gibi yine Apo’nun sırtından oy toplar ve politik hırslarından bugün aleyhte kükreyip şehitleri sömüren muhalefetlerinin aksine İmralı’nın kapısından ayrılmaksızın Apo’ya yalvararak, cumhurbaşkanlık vaadinde dahi bulunurlar…

Kravatlı Tapınak Şövalyesi CHP’nin hükümeti devletten kopararak, silahlı koruyucularının egemen tek güç kalabilmesi için öyle hadsizleşti ve sinsi emellerini deşifre etti ki, Emniyet Sandığı binasının Başbakanlığa devredilmesini yanı başındaki Genelkurmay’ın izlenip dinleneceği iddiasında bulunarak, böylece meclisin, hükümetin ve milletin nasıl bir dikta rejiminin baskısı altında olduğunu kanıtlamışlardır. Hükümet, devlet değil mi? Genelkurmay başta olmak üzere Emekli Sandığı ve diğer resmi kurumlar, ajan olmak suçlanan halkın seçtiği hükümete bağlı değil mi?

Ancak katliamcı CHP, her ne kadar siyasi bir parti görünümünde ise de, tapınakçı mason ve putperest olmalarından halkın özgür seçimini ve yönetimini asla sindiremiyor, her koşulda tapınakçı terörist şövalyelere arka çıkarak hükümetle çatıştırıp, ihtilal yapma kışkırtmalarını sürdürüyor, taraftarı yargı üyeleriyle de hukuku ve adaleti kilitleyerek, hükümetin yargıyı vasiyet altına aldığı provokasyonlarıyla bizzat kendi kanunsuzluklarını kamufle etmeye çabalıyorlar.

Oysa Tapınakçı Şövalyelerin hain planlarını deşifre etmeye çalışan yargıya en korkunç müdahaleyi Genelkurmay yapmış, devlete karşı suç işleyen ve tapınakçı olmayanların yaşatılmamasına ve devleti yönetmemesine and içmiş Özel Kuvvetler Komutanlığının içyüzünü ortaya çıkarabilmek için hukukun gereğini yapmaya gayret eden mahkeme ve hâkime taciz, gözdağı ve sonunda da sert bir uyarı göndererek, derhal aramaya son verilmesi istenmiştir. Peki, hukuku doğrayan böylesi bir darbeye, acaba hükümeti eleştirenler neden sessiz kalıyor ve destekliyorlar? Subayların yargılama süreçlerine, sözde Yargıtay başsavcılığı yapmış putperest bir hukukçunun yargıya meydan okumasına, bağımsız olması gereken HSYK’nın putperest üyelerinin yargıya müdahalelerine, sözde hukukçuların sivil ve askeri Anıtkabir Tapınak Şövalyelerine arka çıkmalarına ne demeli!...

Ne hükümet ne de onurlu hâkim ve savcılar yılmamalı, millet ve adalet adına kanlı ve hain diktatörlerin sonunu getirerek, yiğitlikleriyle anılmalıdırlar. Eğer bu şerefli yolda şehit olur iseler, NE MUTLU ONLARA…

Hükümet, gerçekten samimi ve uluyanların ulumalarına kulaklarını tıkayabilecek bir cesarete sahip ise, muhataplarının millet olduğu hakikatiyle barış için elzem olan benlik şeytanını ve yenilgiye uğratacak korkaklık zilletini gömer ve asıl suçluların üzerine gitmeye devam ederek, Osmanlı’daki birlik ve beraberliği yeniden tesis edebilecek altyapının sağlam temellerini atarlar.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri TSK’ni sinsice sömüren ve şehit edilen vatan evlatlarının kanlarıyla semizlenen Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri; gerek hükümetler ve gerekse halkımız tarafından öyle şımartılıp başıboş bırakıldılar ki, organize ettikleri terör örgütleri ve hain planlarıyla hem milletimizin hem de TSK’nin başlarına bela oldular, hedeflerini dış düşmanlara değil, içteki dindar ve etnik kökenli halkına yönelterek, kıyasıya zulmettiler. Bu sebeple tıpkı inanç ile iman gibi Genelkurmay ile TSK’nin farklı kuvvetler olduğunu, Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin egemen olduğu Genelkurmay ile Müslüman milletimizin kendisi olan TSK’ni kalın hatlarla birbirinden ayrı tutmanın önemini bir kez daha vurguluyorum.

Unutulmamalıdır ki insan siluetindeki vicdansız, gaddar, inançsız ve hain tapınak şövalyeleri cesur olamadıklarından, İstiklal harbindeki gibi bir dış saldırıda savunma yapmak yerine kaçar, saklanacak ya bir in ararlar ya da düşman saflarına geçerler. Allah, milletimizi olabilecek böyle bir savaştan korusun…

Aslında silahşorluğuna soyundukları Atatürk gerçeğini herkesten iyi bilmekte, ancak azılı düşman saydıkları İslam’a karşı Atatürk’ü kullanmaktan başka milletçe kabul edilebilir bir argümanları bulunmadığından sinsi, bölücü ve totaliter emellerini sürdürmektedirler.

Eğer problemin bir parçası olmak, insanlığınızı, çocuklarınızı, analarınızı, babalarınızı ve vatanınızı kaybetmek istemiyorsanız; mutlaka çözümde görev almalısınız…

“Bir tek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan bir tehdittir.” Montesquieu

Hâlâ vicdanları deşen seküler statüko devam ettirilmek istendiğinden, layık olduğumuz lanetin üzerimizden kalkması mümkün değildir…

Hiç yorum yok: