20 Aralık 2009 Pazar

Batı’nın hor ve sapıkça gördüğü ruh bilimi, bir şarlatanlıktır…

Kendini yaratıcı vasfına ulaştırabilen insanoğlunun ortaya attığı çeşitli dinsel ve bilimsel hurafe ya da kuramlarla doğrudan yahut dolaylı yollardan mutlak iradeyi etkisiz kılmaya çalışmakta, beynin ürettiği zannedilen zihinsel ürünleri muhtelif tanımlama ve örneklendirmelerle özgür irade ve mantıkla özdeşleştirip, din veya bilim adına sistematik yönlendirmelerde bulunmaktadır. Teorisel donanıma haiz akıl sahipleri, ileri sürülen görüşlerin duygusal ve mantıksal açıdan tutarlı olup olmadığını, ampirik açıdan ise gözlem ve deney sonuçlarının gerçekle uyuşup uyuşmadığını sorgulayıp, pratikten ziyade varsayımlarla kıyaslayarak, doğru bir kanıya vardıklarını sanırlar. Herkes fikir yürütebilecek, yargılayabilecek ve eleştirebilecek özelliğe, ancak dayandığı temel kurallar doğrultusunda şartlı sahiptir. Bilginin nesnel olması, bireylerin tümünden birden yahut kaderden bağımsız olması demek değildir. Bilginin kamusal ve kadersel niteliğinin anlamı da budur.

Bir çocuğu boğmak niyetiyle suya iten adamın eylemiyle, çocuğu kurtarmak amacıyla kendi canını feda eden adamın davranışını ele alalım. Psikiyatrın kurucusu Sigmund Freud’a göre birinci adam bastırılmış dürtüleri, psikiyatride “Oidipus kompleksi” diye nitelendirilen, yani, çocuğun annesine karşı çekici, babasına karşı ise itici eğilimi yüzünden hasta olduğudur. İkinci adam ise bu kompleksten kurtularak, kendini yüceltmiş olmanın başarısıyla canı pahasına çocuğu kurtarmıştır. Freud’un öğrencisi ve psikanaliz kurucularından Alfred Adler’e göre ise, birinci adamın derdi aşağılık duygusudur ve olasılıkla bir suç işlemeye cüret edebileceğini kendi kendine kanıtlama ihtiyacı yaratmaktadır. İkinci adamınki de aynıdır, ancak bu kez duyulan ihtiyaç, çocuğu kurtarmaya cüret edebileceğini kanıtlamaya yöneliktir.

Ne var ki her iki anlayışta ateistçe olup, davranışları özgür iradece gelişen sağlıklı veya hasta bir aklın yönlendirmesi olarak kabul ediliyor ki, böylesi bir tezin mantıksal ve duygusal bir çatışma ve çelişkiye neden olmasından, zihinsel ve duygusal tepkilerin iradece kontrolünün geçersizliği, sanki bilinçle yapılmış bir düşünce ve davranışmış gibi kamufle edilmeye çalışılıyor. Ruhun dürtüsüyle oluşan zihinsel ve duygusal oluşumları bilinçli veya bilinçdışı, sağlıklı veya hastalıklı gibi sınıflara ayırarak, çeşitli farazi tanımlarla iradece yönlendirildiği iddiası ya da kendini kanıtlayıcı duygusal güdülerin özgür tepkisine yorumlanması, ruhun kadersel yapısı ve işleviyle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Ancak ruhu seküleştirip, iradenin egemenliği altına sokma çabaları, otomatikman absürt hipotezlere meşruiyet kazandırmaktadır. Oysa merkezi idareyi ve kontrolü sağlayan ruhun, kendi egemenliğinde zihinsel veya duygusal herhangi bir belirsizliğe, aykırılığa veya başıboşluğa izin vermesi mümkün değildir. Ruh hakkında pozitif hiçbir bilgileri olmayanların tanrısız ruh veya beyin merkezli tanı ve teşhisleri, bilimsel yalanın dehşetsi boyutunu ortaya koymaktadır.

Zaten Yahudi bir aileden gelen ve tapınakçı bir mason olan Sigmund Freud’un ruh çözümleme kuramları adına projelendirdiği seküler yahut laik psikoloji, diğer bir adıyla dinsiz ruh bilimi, inanmadığı Tanrı ve metafizik varlıklara uydurduğu hipotezlerle savaş açarak, ruhu tanrısal özelliğinden arındırıp benliksi egemenliğe sokabilme arayışıyla sürekli Tanrı ve dinle mücadele etmiştir. Oysa Yaratıcısız ve dinsiz bir ruh olabilir mi? “Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.“ S.Freud

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin işlerindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” İsra. 85

Psikanaliz, insan üzerine düşünmek demektir. Psikanaliz, ruhsal hastalıkların nedenini bulma amacıyla yola çıkmış, insan ruhsallığını ve genelde insanı anlamaya olanak verecek bir kuram oluşturmuştur. O nedenle psikanalitik uygulama, aynı zamanda bir düşünce eylemidir. Peki, yalnızca düşünmek ve teorisel mantık kuralları sorunları giderebilir mi? Önemli olan fiziki davranış ve tepkisel eylem değil midir? Psikanaliz, ruhsal hastalığı tedavi etme metodunda, bireyin düşüncesini değiştirerek, ruhu etkileyip zihinsel ve duygusal çatışmaya son verecek bir uzlaşmayı mı sağlıyor? Bu doğruysa düşünceyi düşünmek ya da “felsefe yapmak” tedavi edici midir? Fiziksel veya ruhsal eyleme dönüştürülemeyen bir düşünce veya duygunun etkilenebilmesi ve iradece yönlendirilebilmesi mümkün müdür?

Aslında hasta bir ruh yoktur. Kötülük ve benlikle programlanmış inkârcı, isyancı ve azgın ruhlar vardır. Yaratıcı’nın özünden çıkan bir varlığın hasta veya kusurlu olabilmesi söz konusu değildir. “Bir bilgi”’ye göre programlanan ruhlar, iyiliği ve kötülüğü, doğruyu ve yanlışı, ilmi ve cehaleti, rahmanı ve şeytanı temsil etmekte; etki ve tepkileri, hal ve davranışları, programı dâhilinde kadersel sebeplere göre biçimlenerek yönlenmekte ve dolayısıyla açığa çıkmaktadır. Kendi yaşam anlayışlarınca normal veya anormal olarak nitelendirilen düşünce ve davranışlar, ruhların bilgi ve programıyla ortaya çıkan gelişmelerin bir sonucudur. Her birey veya toplum, tutum ve anlayışları çerçevesinde karşıt düşünce ve davranışları anormal veya hasta olarak değerlendirip yorumlamaktadırlar. Ruhların kişiye özel niteliklerinden dolayı oluşan aykırılıklar ve uyuşmazlıklar, ruhun hasta oluşundan değil öyle olması gerektiğindendir. Eğer özgür irade ve eğitimsel etkileşim denetimi sağlayabiliyor ise, neden bireyin ya da toplumun psikolojileri dilenildiği seviyede sabitlenemiyor?

Bir dâhinin sonradan anormalleşerek dengesiz hareketleri, aklının yahut ruhunun hastalanmış olduğundan veya zihninin yaratıcı bölümünü aşırı kullanıp, “dahi sendromuolarak nitelendirilen farazi bir gerekçeden dolayı değildir. Çevresel kuralların hangi gerçekçi temel dayanağa göre değerlendirildiği ve alışkanlıklar dışındaki davranışların neden anormallik olarak tanımlandığı, ancak ruhsal gerçeği anlamakla mümkün olur. Farklı düşünce ve davranış taşıyan kimselerin birbirini hasta görmesinin hiçbir mesnedi yoktur. Özellikle Yaratıcı’sına karşı gelerek, kendini egemen gören yaratıkların gerçekte depresyon geçiren en azılı deliler olabileceği aşikârken, toplumları yönetebilmelerine ve iktidar olabilmelerine ne demelidir? Bir saat sonrası meçhul bir kimsenin aşırı hırs ve ihtirası, olaylardan ders almayıp yanlışta ısrar etmesi, nasıl bir seküler psikolojinin bilimsel bir sonucudur? Ancak muhakeme edebilecek ve doğru yolu seçebilecek özgür iradeleri bulunmadığından düşünce, inanç ve davranışlara yön verememekte, dolayısıyla farklılıklar ve aykırılıkların önüne geçilememektedir.

Yeryüzündeki insanların tamamı, dâhisinden cahiline, akıllısından aptalına kadar herkesin ruh sağlığı incelendiğinde; özellikle sözde ruh bilimcilerinin teorisel kriterlerine göre birer “hasta” olduğu ortaya çıkacaktır. Neye göre? Tarih boyunca birçok dahi, bilim adamı, düşünür, kral, lider, hatta peygamberler bile “deli” olmakla itham edilmediler mi? Akıllının deli, delinin akıllı olduğu bir âlemde, ruhun gizemli dünyasına müdahale etmek veya herhangi bir yargıda bulunmak, hangi pozitif mantık ilkeleriyle bağdaşır?

“İnsanlar akılsızlıkları yüzünden 'alınlarında yazılı olandan' daha çok acı çekerler.” Platon

Psikanalizciler, ütopik hipotezleriyle hayali hasta türleri üretmekte ve kendi ürettikleri nesnel hastalıklara tanım koyarak, tedavi etmeye kalkışmaktadırlar. Psikanaliz kuramını ortaya atan Freud bile başarısızlığını itiraf etmiş, ancak psikoterapist psikologlar, pedagoglar, sosyologlar, eğiticiler ve danışmanlar, mutlak “şifacı ve sorun giderici” kimliklerini sürdürmeye devam ederek, çare bulmaya çalışanları yanıtlama yerine sürekli sorular sorarak, büyük paralar karşılığı bir nevi psikolojik mastürbasyon yaparlar. “Siz cevaplar bulmaya çalışıyorsunuz, biz ise daha çok soru sormak niyetindeyiz.” S.Freud

Psikanaliz, psikopatolojik belirtilerin bastırılmış bir ruhsal süreci yansıttığını savunur. Söz konusu sürecin açığa çıkarılması için, bilinçaltını kullandığı iddia edilir. Psikanaliz, Freud tarafından ortaya atılan bir psikoterapi yöntemidir. Düş ve gizem üzerine, bilinçaltı düşlerin simgelediği anlamlar üzerinde durmuş, gözlemleme ve örneklendirmelerle kanıtlama yoluna gitmiştir. Ruhun gizemini çözebilmek için düş kurarak, bilinç dışı gelişen bilgileri dilediği gibi bilinçaltına itebilecek saçma bir kuram geliştiriyor ve çeşitli denekleri gözlemleyerek, sonuca gidebileceğini düşünüyor.

Freud bile ruhun çözülemeyen gizemi karşısında kendi psikanaliz kuramını reddetmek zorunda kalmış, ama günümüz psikiyatrileri ruha egemen olabilecek iddiasıyla aldatmaya ve sömürmeye devam edebilmişlerdir. Freud, teorisinin geçersizliğini şu sözlerle ikrar etmiştir. “Benim görüşümce, psikanaliz özel bir evren tasarımı kurma gücünde değildir. Buna da gereksinimi yoktur. Çünkü bilimin bir bölümü olduğundan bilimsel bir anlayışa katılabilir. Gel gelelim pek de tumturaklı bir biçimde övülmeye değer değildir. O pek yetersizdir, bütün gizlerin içine giremiyor, ne fikir tekelcisidir ne de sistemlidir.”

Metafiziksel düşünce, tarih sürecinde “Tanrı bilimi” gibi birtakım değişik anlamlar kazanmıştır. Oysa o varlığı ele alır, Tanrı’dan pek söz açmaz, fizik ya da doğa ötesi şeylerin üstünde bir kara bulut gibi dolaştığı düşünülür ama ne olduğu ya da nasıl denetlenebileceği konusunda hiçbir başarı gösterilemez.

Bazı anlayışlarca Freud’un geliştirdiği psikanaliz yöntem, metafiziksel tek yanlılığın yanılgılarını taşır. Yine bazı çevrelerce de Freud, nevrozları (ruh hastalığı) her türlü toplumsal bağdan kopuk bağımsız bir çerçevede işlemiş ve bilinçdışı öğelerin yorumlanmasını salt cinselliğe bağlamasından kıyasıya eleştirilmiştir.

Psikanalist, yaptığı çözümlemelerden sonra hastaya durumunu anlatıp teşhisini koyar. Hasta, bunun üzerine psikanalistin bundan nasıl bu kadar emin olduğunu sorar. Doktor da böyle bin tane hasta gördüğünü söyler. Hasta “Ben de bin birinci örneğim herhalde” diyerek, tedavinin onca saçmalığını belirtir.

Libidonun (şehvet), insanın bütün yaşamını şekillendirdiği düşüncesi hâlâ sürmesine karşın, cinselliğin bu konudaki payı, fıtratsal bağlamda sebepsel sınırlar içindedir. Bu durum, Freud’un dışlanmasına neden olmuş, ahlâkla ve yaşamın gerçeğiyle bağdaştırılmamıştır. Freud’un en vahim yanılgısı, ruhsal enerjiyi cinsel enerji olarak tanımlaması ve bütün teorilerini bu yanlış üzerine inşa etmesidir. Bunun da nedeni, ruhun tanrısal olduğu gerçeğini reddetmesidir.

Psikanalizde her şey hayal ürünüdür. Gözlemleme ve örnekleme neticesi rastlantısal olarak nitelendirilen vakalar ise ayniyet sağlamadığından çok farklı sonuçların doğmasına anlam verilememektedir. Onlarca psikanalistlerin uyguladığı serbest çağrışım, rüya yorumları ve edim hatalarının çözümlenmesi tek taraflı bakış açısının sonucu değildir. Psikanaliz kuramı cinsellik boyutunda dahi başarılı olamadığı gibi, insanların hiçbir sorununu çözememekte, tedavi edememekte ve antidepresan ilaçlarla insanlar büsbütün mahvedilmektedirler.

Hilekârlığın ve dolandırıcılığın inanılmaz bir başka boyutu ise; söz konusu antidepresan ilaçların yan etki yaparak yorgunluğa, uyku bozukluğuna, ajitasyona, uyuşukluğa, huzursuzluğa, halüsinasyonlara, saldırganlığa, unutkanlığa, kişilik kaybına, kâbusa ve manik depresyonlara sebep olmalarıdır. Yalnızca sıra dışı farklı bir ruh hali taşıyan sağlıklı insanların, söz konusu “beyinci ruhaniler” aracılığıyla hayatlarının cehenneme çevrilmesi, güvenilmesi gereken bilimin, seküler niteliğinden dolayı sırf dini yok edebilme gayesiyle tıpkı öldürücü silahlar misali nasıl şeytani bir amaçla kullanılabildiğini ortaya koymaktadır.

Fevkalade önemli olan başka bir yanılgı ise; maddenin (uyuşturucu) ruhu etkilediği iddiasıdır. Oysa uyuşturucuların amacının dışında birbirinden çok farklı yan etkiler doğurması, maddenin doğrudan hiçbir etki gücünün bulunmadığını, sebepsel faktörlerin, ruhun programsal düzeneği doğrultusunda tepki verip biçimlendiğini göstermektedir. Sevgi ve nefret, merhamet ve gaddarlık bunun bir kanıtı değil midir?

Freud öğretisi sübjektiftir ve bilime çalınmış en korkunç kara lekedir. Bunun için psikanalizcilerin ve terapistçilerin bilim adına ortaya attıkları varsayımların doğru olduğunu savunmaları, kendi tabirleriyle ruhsal rahatsızlıklarının bir neticesi olduğu demeyeceğim, ama saptırılmış olduklarından ileri geldiği kuşkusuzdur. Bu yüzden ruh bilimcilerin tamamı, sokak falcılarından ya da üfürükçülerden farksızdır. Tamamen hayal ürünü olan bir hipotezin ortaya koyduğu teşhis ve tedaviyle insanları aldatanların düşünce ve davranışları normal sayılabilir mi?

Uluslararası psikanaliz birliğinin ilk başkanı ve dünyaca ünlü psikiyatri Carl Gustav Jung, Freud’la tanışıp etkisinde kaldıktan sonra, psikanalize yakın ilgi duymuş ve bazı konferanslarda Freud’un sözcülüğünü yapmıştı. Kısa bir süre sonra Freud’la görüş ayrılığına düşerek, onun teorilerini eleştiren bir kitap yazdı. Jung, kolektif bilinçdışı ve bilinçle ilişkisini, kişinin psişik gelişimi ve bireyselleşmesini konu alan yayınlarda bulundu. Jung, bu araştırmalarını yaparken Amerika, Güneydoğu Asya ve Afrika kıtalarına giderek, modern hayattan uzak yaşayan topluluklar üzerinde de incelemelerde bulundu. Bu çalışmaları sonucunda kolektif bilinçdışı kavramının bireylerin beyinsel yapılarının ve düşünce şekillerinin daha eski katmanlarına ait yapılarla ilişkili olabileceğini öne sürerek, Freud’un aksine ruhun metafiziğe ve dinsel bir temaya ihtiyaç duyduğunu ifade etmiştir. Ancak ruhun mutlak iradece bilgilendirilerek, zihinsel, duygusal ve fiziksel oluşumları nasıl yönlendirdiği gerçeğini çözemediğinden ikileme düşmüş ve beyinsel saplantıdan kurtulamayarak, yanlış yolda bazı doğru yargılarda bulunmasına rağmen gerçeği keşfedememiştir.

Jung; mitolojiden, antropolojiye, en doğudan en batıya, kuzeyden güneye farklı coğrafyalarda ve farklı bilimsel alanlarda araştırmalar yapıp, farklı alanlarda farklı bakış açıları sağlamasına karşın, ruhsal olayların doğuşuna neden olan temel güdüyü kavrayamamış ve bulgularını varsayıma dayandırarak, Yaratıcı, yani ruhun egemenliği yerine, beyin ve kontrol sağlayabilen bir özgür irade üzerine yoğunlaşıp, düşünceyi bir güç olarak görerek etkilenebileceğini zannetmiştir.

Freud’un “libido” olarak adlandırdığı, pek çok his ve düşünceyi açıklamaya çalıştığı cinsel dürtülerin kök verdiği enerjiyi, sonradan ruhsal enerjinin bütünü olarak kabul etme zorunda kalmış, ancak ruhun; tanrısal niteliği ve işlevini reddetmesinden dolayı zihin ve duygular üzerindeki mutlak gücünü kavrayamayarak, müthiş bir karmaşa yaşamıştır. Jung, Freud’un libido kavramını saçma bularak, “psişik enerji” metodunu geliştirmiştir. Bu enerjinin bazen bilinçaltında toplanıp, bazen de çeşitli içgüdülerin birinden diğerine geçebildiğini söyleyerek, ruhsal etkileşimi fizyolojik bir oluşum olarak değerlendirmiş, ruhu; zihin ve duygu sisteminden ayırarak, sosyal aktiviteler, gelenek ve alışkanlıklarla enerjinin, iradesel güçle farklı eylemlere yönlendirilebileceğini savunmuş ama kendi sefil hayatına uyarlayamamıştır.

Jung’da, Freud ve diğer falcılar gibi, bataklığa inşa ettikleri yapılarını her ne kadar değişik faraziyelerle destekleyerek, bilimsel çatı altında doktrinleştirmeye uğraştılarsa da, somut hiçbir netice alamamış, farklılıkları giderememiş ve düşüncelerindeki çözümü gerçek hayatlarında kendilerine bile tatbik edememe acziyeti içinde bocalamışlardır. "Yaşadığım hayat her zaman bana sonu ve başı olmayan bir öykü gibi gözükmüştür. Kendimi hep, öncelikli ve başarılı bir sınavı kaçıran ve onu tekrar yakalamaya çalışan, tarihi bir yapıtın parçası gibi hissetmişimdir. Daha önceki yüzyıllarda yaşamış olabileceğimi düşleyebilir ve yanıtlayamayacağım yığınla sorunun olduğunu düşünebilirdim. İşte bu yüzden, bana verilen görevi henüz tamamlayamadığım için tekrar yeniden doğmak zorundayım." Carl.G.Jung

Analitik psikolojiye göre, her insanın bir dış bir de iç dünyası vardır. Yani ruh ve beden veya düşünce ve davranış misali! Ancak bunların iradesel bir özgürlük, çevresel ve kalıtımsal bir etkileşme sonucu ortaya çıkan bilinçsel bir başkalaşım olmadığı, düşünsel ve davranışsal yaklaşımlardan anlaşılmaktadır. Teorilerindeki çelişkileri aşabilmek için ruhu ve duyguları, akıl ve düşünceden bağımsız ele alarak, içgüdü denen hayali bir gen formasyonu türetmek zorunda kalmışlardır. Ayrıca içgüdü DNA’sının hangi kısmından transfer olduğunu neden bilemiyorlar?

Çevreye yönelik kişilikle gölgelenmiş kişilik, bilincin baskısıyla değil ruhun zaman içindeki programsal etkisiyle biçimlenmektedir. Zaten çözülemeyen gizemin bilgisi bu yüzden anlaşılamamakta ve yetersiz olunduğu kabul edilmektedir. Davranış ve düşünceleri sınıflandırarak, gözlemsel ve örneksel metotlarla bir neticeye varmak, fiziksel görüntüsü aynı ama DNA’sı farklı meni, retina veya parmak izine benzer.

Jung’un “Bireyleşme” olarak tanımladığı sürece göre, tüm yaşamımız boyunca kişiliğimiz şekillenir. Çeşitli dönemlerde çocukluktan ergenliğe, ergenlikten erişkinliğe ve “yaşam dönemeci” dediği otuzlu yaşlarda çeşitli aşamalardan geçer. Bazı doğal hayat, yaşayan kabilelerde bu geçiş dönemleri çeşitli törenlerle birbirinden kesin olarak ayrılır. Oysa modern toplum yapılarında bunlara çok daha az rastlanıldığından, kişiler yaşlarına uymayan davranışlar gösterebilmektedirler. Kişi, eğer bireyleşmeyi başarmış ise kendisiyle barışık olduğu, çevresi ile anlamlı ilişkiler kurduğu, başkalarına örnek olup ölümün getireceği pişmanlık, çaresizlik ve korku hissini yaşamayacağı öne sürülür ki; pişman olmayan, çaresizlik ve korku tedirginliği duymayan tek bir insan gösterilemez…

Her canlının ruhlarında programlanmış olan bilgiler, Jung’ın "kolektif bilinçaltı" ya da Doğu’da "Akaşik Kayıtlar" diye tanımlanmaktadır. Zamanın başından bu yana hissedilmiş, düşünülmüş, söylenmiş, keşfedilmiş ve yapılmış her şeyin kayıtlı bulunduğu kozmik arşiv, Kur’an’da bahsi geçen "o kitap"tır.

Türle ilgili bir örneğin bir bireyde gerçekleşmesi veya toplanması mümkündür. Ancak bu, kişinin bağımsızlığı veya çevresel etkileşme neticesi ortaya çıkan fizyolojik bir gelişme süreci değildir. Kişinin bireyleşmeyi başarması iradesel değil ruhsal, yani kaderce gerçekleşmektedir. Bu arada bireyselleşmekten ne kastedildiği ve hangi kriterde değerlendirildiği de ayrı bir muammadır. Bu yüzden kendisiyle olan barışıklığı veya çatışması, mantıkla duygularını mutlak bir denetimle ve düşüncelerindekini eyleme geçirebilecek mutlak iradeyle mümkündür. Çevresiyle olan ilişkileri ve başkalarına örnek olabilme davranışlarını ölüm gerçeğinin getirdiği pişmanlık, çaresizlik ve korku hisleriyle etkileştirmek, mantığın duygulara hükmedebileceği anlamı doğurur ki, yaşamı boyunca bunu tumturaklı başarabilmiş tek bir insan dahi gösterilemez.

Birbiriyle ilgisiz gibi görünen olaylar, aslında “o kitap”ça belirlenen bir bütünün parçaları olduğu için eşzamanlı meydana gelmekte, ancak düşünceyle eylem, tıpkı sanal ile gerçek misali birbirine karıştırılmaktadır. Ayrıca rüyalarda aynı karışıklığın bir neticesidir. Tıpkı Hz.Yusuf’un gördüğü rüyalar gibi istisnai bazı haberci rüyalar vardır. Bunlar hiçbir zaman genelleştirilemez, bilimselleştirilemez ve ölçü alınamaz. Tıpkı birçok peygamberlerin farklı mucizeleri gibi! Aykırılıkların doğuşuyla oluşan birbirine zıt fikir ve davranışların delilik nedeni görülebilmesi, şüphesiz herkes için geçerli olmalıdır.

Jung, ebeveyninden ve onların bitmez tükenmez tartışmalarından kaçmak için zamanının çoğunu evinin çatı katında geçirirdi. O sırada tahtadan bir bebek yaparak yalnızlığını paylaşır ve bir ona güvenirdi. Yaşamı öyle yalnız ve izoleydi ki, kendisinden dokuz yaz küçük olan kız kardeşi de ona deva olamamaktaydı. Bu münferit yaşam tarzına, küçüklükten tanıdığı bir yakının iler ki yıllarda onun için “o bir zamanlar asosyal bir canavardı” demesi, maalesef hipotezleriyle şifa dağıtan bilim falcılarını da etkilememektedir. Bu yalnızlığı Jung’un kuramlarında da gözlemlemek mümkündür.

Jung, insanın birey olarak kendini geliştirmesi üzerine yoğunlaşmış ama kişiler arası ilişkilere pek değinmemiştir. Freud’un aksine bu koşullar altında Jung, gerçeklerden kaçarak, hayaller âleminde rahatlamakta ve aradığı güvenlik hissini gündüz hayallerinde, gece rüyalarında bulmaktaydı. Sırf hep kaçındığı başka çocuklar yüzünden değil, aynı zamanda onu hayallerinden alıkoyduğu, kendi kendine istediği şeyleri okumak dururken ilgilenmediği şeyleri okumak zorunda bıraktığı için okuldan da nefret etmekteydi. Jung, durmadan bayılmakta ve bu yüzden okula gidemediği için çok memnun olmaktaydı. Bir gün babası, “hayatını da kazanamazsa bu çocuktan ne olacak” demişti. Ancak öyle olmadı ve Jung, yalan, yanlış hayali fikirleriyle tarihe geçen ve itibar edilen önemli bir psikiyatr kurucularından olmuştu. Yarının kadersel gizemi köklü değişimleri de beraberinde getirmekte, umutsuz görülen “asosyal canavarların” akıl almaz gelişmelerle dünyaca tanınan ünleri, kadere inananlar açısından pek şaşkınlığa neden olmamaktadır. lı

Jung, daha sonra yaşadığı deneyiminin kendisine nevrotizmin nasıl bir şey olduğunu öğrettiğini anlatacaktır. Psikanaliz bilim falcıları arasında çocukluğu sağlıklı, mutlu ve huzurlu geçmiş, sıkıntılarından arınıp teorilerini kendi yaşamlarında uygulayabilmiş birine rastlamak mümkün değildir.

“Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O’nun nimetini engelleyecek yoktur. O’nu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir.” Yunus.107

Jung, üniversitede tıp okur ve psikiyatride uzmanlaşmaya yönlenince, hocalarını hayal kırıklığına uğratır ve o zamanlar hor ve sapıkça görülen psikiyatri alanına duyduğu aşırı ilgiye bir anlam veremezler. Ya günümüzde!.. Ancak alın yazgısı, tüm asosyalliğine ve karmaşasına rağmen ona doğaüstü olaylar ve mistik mevzularla ilgilenme fırsatı verecektir.

Jung’ın psikiyatriye ilgisi hayran olduğu Freud’la başlamış, ancak daha sonra Freud’un öğretilerine karşılık kendi fikirlerini savunma direnişi gösterince, özlemini çektiği baba rolündeki Freud’dan kopmuştu. Hâlbuki hocalarının da tüm karşı çıkışlarına rağmen zilletsi görülen psikiyatrist olmasına neden Freud’un kuramlarıydı. Jung, daha sonra üç yıl süren ağır bir sinir buhranı geçirir ve geliştirdiği psikanaliz hipotezlerini kendinde uygulayabilecek iradeyi gösteremez. İşte psikanaliz tanrısının acı sonu!

Anlayabilenlere öyle ibrettir ki, Freud seksten hiç haz etmemekte ve onu hayatından uzak tutmaktayken, Jung gayet aktiftir, evlilik dışı ilişkilerde sınır tanımamaktadır. Oysa teorilerinde bunun tersi bir tablo karşımıza çıkar. Psikiyatrinin tanrıları olarak kabul edilen Freud ve Jung’ın teorileriyle uyuşmayan biyografileri, günümüz psikiyatrilerinin kavrayabilmelerine kâfi gelmemekte ve hayali abartılarla insanları dolandırmaya ve aldatmaya devam edebilmektedirler. Olmayan bir hastalık ve şifa adına ruh taraması ve sinir kütlesi olan beyni de ruhsal tespitlerin yapılandığı merkez kabul ederek, güya bilimsel teşhise ve tedaviye kalkışan psikiyatrilerin kendi bakış açılarıyla gerçek hastalar olabileceği, asla hakaret olarak değerlendirilmemelidir.

Seküler psikoloji temelinde doktrinleşenlerin ruhu tanımlayabilmeleri, çözebilmeleri ve başkalarına zerrecik bir fayda temin edebilmeleri kesinlikle söz konusu değildir.

Freud’da hipotezlerine tamamen aykırı öyle bir hayatı vardı ki, tıpkı sokaktaki pejmürdeler gibi çaresizlik içinde sefilce ölmüştür. Freud, intihar edercesine acılar ve ızdıraplar içinde kanserden ölmüş ama sebepleri ortadan kaldıracak iradesel bir aklı başaramamıştı. Psikoloji ve psikiyatrinin babası Freud, puroya olan aşırı düşüklüğünden ağız kanserine yakalanmıştı. Otuz yaşlarında nefes darlığı ve göğsünde ağrılar çekmeye başladı. Doktor olan arkadaşı Fliess, ona puroyu bırakması için inanılmaz baskı yapıyordu. Freud, Dr. Fliess’in terapilerine, baskılarına, zayıf-güçsüz bedenine ve geçirdiği otuz üçe yakın ameliyata karşın yine de puro içmekten vazgeçemiyordu. Geçirdiği kalp rahatsızlıkları, ameliyatlar, dayanılmaz acılar dahi iradesel kuramlarını kullanmada etkili olamıyor, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıramayarak, lanetli sefil bir hayat sürüyordu. Neden Mutlak iradenin karşısında kendi iradesini hâkim kılamıyor, bilgi ve teorileriyle darmadağın oluyordu?

Dr. Fliess, tüm çabalarına karşın Freud’u ikna edemiyordu. Bir gün Freud, Fliess’e yazdığı bir mektubunda, “Motivasyondan çok yoksunum, hani sen bir önceki mektubunda; ‘bir insan bir şeyi, ancak onun gerçekten hastalığına sebep olduğuna tamamen inanırsa bırakabilir demiştin. Peki, ben neden başaramıyorum.”

Freud, puro içmesi yüzünden onu öldürecek olan korkunç ağrılara neden olan ağız kanserine yakalanmıştı. Freud, damağında bir şişkinlik olduğunu fark etti. Aptal ve bilgisiz olmadığı, üstelik psikolojinin kurucusu olmasına ve söz konusu damağındaki şişkinlikten dayanılmaz acılar çekmesine rağmen; yıllarca hiçbir uzmana muayene olmadı ve kimsenin fark etmemesi içinde büyük çaba göstermişti. Çünkü puronun hastalığına sebep olabileceği ihtimalini düşünerek, puro alışkanlığından vazgeçmek zorunda kalabileceği için çok çekiniyordu. Freud’un mazoşist manyak bir psikopat misali böylesi akıl almaz bir davranış sergileyebilmesi; aklı, iradesi, mantığı, teorileri, bilgisi ve ihtisasıyla bağdaştırılabilir miydi?

Yaklaşık otuz üçe yakın kanser tedavisi için ameliyat geçirdi ve ağzı askıya alınarak gerdirilip, özel bir protez takıldı. Ne var ki o halde de puro içmeye devam ediyordu. Yetmiş üç yaşında, kalp hastalığından dolayı sanatoryuma yatırıldı. Yetmiş dokuz yaşındayken ağız ve çene ameliyatlarından sonra kalbi daha çok tahrip olmuştu. Sonunda seksen üç yaşında ağız kanserinden öldü. Hayatının son on beş yılı ameliyatlarla, inanılmaz ağrılarla, kalp rahatsızlıklarıyla, yemesini, içmesini ve konuşmasını desteklemek için takılan protezleri değiştirmekle geçiren Freud, ölümüne kadar puroyu bırakamadı. Uğradığı laneti, hipotezleriyle aşamayan Freud’un fikirsel güvenirliliğine ve metotlarına nasıl inanılabilir? Onların kuramlarıyla teşhis ve tedavide bulunan bilim falcılarına nasıl güvenilir?

Bu sebeple psikiyatr ve psikologların tamamı babaları Freud, Jung ve diğer duayenlerinden farksız olup, onların safsata hipotezleriyle şifa dağıtacakları iddiasıyla insanları acımasızca kandırmaktadırlar. Oysa insanlar, duçar oldukları sıkıntıları giderebilmek için; cinci, muskacı ve üfürükçülerden farksız hayalci bilim falcılarına başvurarak, hem maddi hem de manevi sömürülmek suretiyle uyuşturucu müptelalarına dönüşeceklerine, kendilerine söz konusu sıkıntıyı ve daha sonra şifayı verecek olan Yaratıcılarına samimi bir güvenle sığınsalar, çözüme kavuşacakları mutlaktır. Çünkü ancak ruhun sahibi ruhu rahatlatır... Ruhsal yapının niteliğini bilmeyen, analiz edemeyen, kontrol altında tutamayan ve en önemlisi ruhun ilahsal soyut bir tin olduğunu reddeden seküleristçilerin sömürücü bir şarlatan ve komedyan oldukları aşikârdır.

(Resulüm!) De ki: Allah’ı bırakıp da (şifacı olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler.” İsra.56

Gerçek ile sanalı birbirinden ayırt edemeyerek, gerçeği dışlayıp sanalı değer alan anlayışların sağlıklı olmadıkları, hasta mı saptırılmış ruhlar mı olduğu asla inkâr edilemeyecek kadar alenidir. Rehberleri Freud ve Jung’ın kuramlarına aykırı bir yaşam sürmeleri ve akıl almaz çelişkiye saplanmaları, aslında ruhsal egemenliğin ve mutlak iradenin anlaşılabilmesi için fevkalâde önemli delillerdir. İnsanoğlunun zihinsel ve duygusal karmaşıklığa iten ruhsal yapının niteliği, bizzat üzerinde çalışıp şahit oldukları gerçeği dahi kavrayamamalarına neden olmakta, dolayısıyla eğitsel ve mantıksal özgür bir irade ve yönlendirmeyle sonuca gidilemeyeceği ortaya çıkmaktadır.

Yalanla beslenen psikiyatr, psikolog ve psikoloji bağlamlı tüm eğiticiler, yazarlar ve öğretiler; şeytanın ikinci adıyla varlıklarını sürdürmektedirler.

“Şeytanın iki adı vardır. Biri şeytan öbürü yalan. “ Victor Hugo

Hiç yorum yok: