14 Ocak 2009 Çarşamba

“Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır.”

Evet… Hak, adalet ve merhametten yoksun günümüz iktidarların kendileri ve milletleri için yüz karası olmaları misali…

İnsanoğlunun nasıl böylesine zalim ve sapık olmalarına vahiysel ve bilimsel bir temelde yaklaşmayı uygun görerek, yaratık insanların, Yaratıcıları karşısındaki meydan okuma benliklerinin arkasında yatan ve Yaratıcılarını reddeden anlayışın mimarı Charles Darwin’i ve hipotezlerini inceleyerek, gerçeği öğrenmeye çalışalım.

Evrim teorisi olan materyalist-Darwinist ütopyasının dogmacısı Charles Darwin, gençliğinde çok başarısız ve öğretmenleri tarafından “aptal” olmakla itham edilen bir öğrenciydi. Dindar, saygın ve ünlü bir hekim olan babası, oğlu Darwin’in çok iyi ve dindar yetişebilmesi için çok çabalamış, her türlü özveriyi ve fedakârlığı yapmasına rağmen, hedeflediği sonuca ulaşamamıştı. Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan baba; “Seni anlaşılan ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor. Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır” diyerek, Darwin’i evlatlıktan reddetmişti. Darwin, gerçekten de evrim teorisiyle, insanlığın ve geleceğin yüz karası olmuştur. Darwin, teorisi gereği neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle evrimleşemedi, çevre koşullarının etkisinde kalamadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı?

Tüm çağların sözde sayılı bilim adamlarından biri kabul edilen Charles Darwin, hayvanlara özellikle de böceklere derin ilgi duymuş ve çocukluğundan itibaren aldığı dini, sosyal ve kültürel eğitimi dışlayarak, tersine çok farklı bir yapılanmaya meyletmişti. Her türlü girişimlere, terapilere, öğütlere, babasının ve çevresinin baskılarına karşın düşünce ve davranışlarının önüne geçilemedi, eğitimcileriyle sürekli çatışarak okuldan atıldı. Ancak babası, umudunu yitirmemiş ve din adamı olmasını teşvik ederek, zorla papaz okuluna göndermişti. Ne var ki kilisede kalmaya hiç eğilimi yoktu ve bir şey, onu hayvanlar âlemine çekerek, Yaratıcı “Tanrı”’yı inkâra itmiş, hiç öğrenmediği ve eğitilmediği bir bilgiyle atasının “maymun” olduğu inancına götürmüştü. Neydi kendisini etkileyen ve başka mecralara yönlendiren güç ve yazgı? Neden iddia ettiği “Doğal Seleksiyon”’un gereği çevresiyle bütünleşemiyor ve öğretilerden etkilenmiyordu?

İnkâr ettiği Yaratıcı ve hakkında yazılmış olan kadersel yazgı, aradığı olanak kapısını mucizevi bir gelişmeyle kendisine açtı ve Kraliyete ait bir araştırma gemisinde masraflarını kendisi karşılamak koşuluyla, genç yaşta uzun süreli bir seyahate çıktı. Darwin, beş yıl süren yoğun bir araştırmayla, dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler topladı, gözlemsel bilgiler edinerek notlar aldı. Doğa, herkes gibi onun için de tükenmez bir laboratuardı. Zaten somut olan her türlü delil ve bilgiler, gerçek dünyanın kendisi değil midir? Gözlem yoluyla değişik türlerin nasıl oluştuğu konusuna yoğunlaşmış, kimi türlerin uyum sürmesini, kimi türlerin ise uyumsuzluğa düşmesini çevresel koşullara yorumlayarak, tamamen kendiliğinden oluşan amaçsız, denetimsiz, programsız, ruhsuz, yani başıboş fiziksel bir materyalist dünyanın varlığına inanmış, böylece “Mutlak İrade” sahibi yaratıcıyı reddetmişti. Hâlbuki edindiği bilgiler, şahit olduğu gerçekler ve gözlemlediği olaylar, yaratıcısız bir evrimi değil, mutlak bir Yaratıcı’nın varlığını destekleyici kanıtlarla doluydu.

Çok güçlü bir Allah inancı olan ünlü TIP dâhisi Pasteur, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle meslektaşı akademisyenlerin pek çok sözlü saldırısına uğramış ve bilim çevrelerin radikal yaptırımlarıyla karşılaşarak, önü kesilmek ve üniversiteden atılmak istenmişti. Tıpkı laik Türkiye’de olduğu gibi! Sözde Doğa bilimcisi Darwin’in aksine, bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur; “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcının eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür” tespiti ve gerçeği keşfetmenin erdemliğiyle, buluşlara imza atmıştı.

Evrim teorisi, Darwin’i her ne kadar tatmin etmiyor ve kâinattaki olaylar, hipoteziyle çatışıyorsa da, ısrarını sürdürmekten vazgeçmiyor, doğal seleksiyonla ilgili "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyebiliyordu. Arı ve karıncaların koloniler halinde yaşayarak davranışlarının kendi teorik mekanizmasıyla örtüşmemeleri Darwin’i şaşırtmış ve “Ne söyleyebiliriz ki?” itirafında bırakmıştı. Ayrıca arılar için, “Arıyı, büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” sorgusu ve çözümsüzlüğü, Mutlak İrade’nin ve ruhsal bilgilendirmenin anlaşılmasına yeterli bir ipucuydu. Çünkü farklılıkların, aykırılıkların, dönüşüm ve değişimlerin doğuşu, sevk ve idaresi; sahipsiz, programsız, ruhsuz ve yaratıcısız olamazdı. Gökyüzündeki programsal dengenin yeryüzünde de bulunması gerekti. Evrimin doğa ve çevre koşullarına göre değiştiği iddiası, onların da aynı biçimde değiştiği gerçeğini göz ardı etmemeliydi. O zaman kimin kimi değiştirdiği, yönettiği, yönlendirdiği ve etkilediği sorusu doğuyordu ki, Darwin; ailesine, eğiticilerine ve çevresine karşı çıkarak bambaşka biri olabilmişti.

Türlerin sabit olmayıp sürekli değişkenliği, verimlilikleri ve kabiliyetleri, bu değişimi sağlayan egemen gücün kimliğini açıklamaya mecbur bırakıyordu. Canlılar için yaşamı; güçleri doğrultusunda iradeleriyle varolma ya da yok olma savaşı olarak değerlendirmek, temel dayanaktan yoksun abes bir anlayıştır. Hangi canlı iradesiyle kaybetmek veya yok olmak ister? Güçlülerin zayıfları yok ettiği teorisi, gerçek yaşamla örtüşmemektedir. Gözle görülmeyen bir virüsün, zayıf ve kuvvetsiz bir sineğin, arı veya karıncanın, ya da sıradan bir insanın dahi nasıl tehlikeli olabildiği ve en güçlü varlıkları nasıl yok edebildiği yaşanılan gerçeklerdir. Tarihteki yıkılmaz sanılan koca imparatorlukların nasıl bir avuç insanla silindiği de unutulmamalıdır. Sadece her şeye hükmeden ve mutlak bir güce sahip Yaratıcı gibi bir varlığın yok edici gücü ve zaafa uğramaz iradesi olduğu doğrudur.

Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla gereksiz veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleşmiştir. Hipotezine göre; “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır. Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” Bu düşünce, 19.yy. acımasız kapitalizminin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganını ve düzenini doğurmuştur. Ancak hiç kimse; ne dilediğini tumturaklı yapabilmiş, ne de varmak istediği yerde kalıcı olabilmiştir. Seleksiyon; tabii şartlara en iyi uyabilen canlıların üreyip kalması, zayıf canlıların yok olmasıdır. Bu kuramla, her an değişkenlik gösteren çevrenin canlılar üzerinde etki veya tepki doğuran sebeplerin nasıl olgunlaşıp yönlendiği, zayıfların güçlü, güçlülerin zayıf düşebildiği bir düzenekte, evrimin hangi temel fiziksel dayanağa göre itici bir güç olarak ilerlemeyi sağladığı pozitif bilimce anlaşılamamış, dolayısıyla kanıtlanamamıştır. Ne var ki dayanaksız bir hipotez olarak laik çevrelerce hâlâ rağbet görmesi ve resmi eğitimde yer alması, mutlak bir Yaratıcı fikrine ve inancına karşı çıkma inadından öte akli bir yaklaşım değil, tamamen şeytansı sapmanın bir neticesidir.

İnsanoğlunun maymundan türediğini savunan Darwin, M.Ö. 6.yy da evrimden ilk söz eden İyonyalı filozoflarla aynı paralelde düşünüyordu. Onlar da canlıların sudan oluştuğunu ve atalarının da balık olduğunu, bugünkü formlarına evrimleşerek ulaştıklarına inandılar. Kendileri gibi insani bir yüce yaratılmışlığı değil de hayvanları değer alarak nasıl oluşabildiklerini çözümlemeye çalıştılar. Ancak hiçbir hayvanı evrimleştiremedikleri gibi, evrimleşen bir hayvana da asla şahit olamadılar. Öyleyse, böylesi dayanaksız fikirlere sebep olan etki ne olabilir? Ateist olan Herakleitus ve Aristotales de, evrim düşüncesinin önemli savunucularındandı. İnsanoğlu, acaba bu yüzden mi, tıpkı vahşi hayvanlar gibi odaklandıkları şeylere saldırmakta, yağmalayıp parçaladıklarının keyfini sürmekte, böylece tatmin olabilmektedirler?

Darwin gibi Buffon da, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştikleri görüşünü savunmaktaydı.

Ama nasıl?!?

Örneğin bilim adamlarınca hâlâ çözülemeyen ve büyük bir sır olarak kalmaya devam eden “Monark Kelebekleri”’nin inanılmaz yaşamları, evrim teorisini yerle bir etmektedir.

Monark kelebekleri, sonbahar döneminde gerçekleştirdikleri hayranlık uyandırıcı göçle bilinirler. Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte tam 3200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, akıl almaz bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar. Kanada’dan havalanan bu dev kelebek bulutunun hedefi Meksika’dır. Bu ülkeler arası yolculukta izlenen rota son derece hassas programlanmıştır. Kelebekler, Meksika’da her defasında hep aynı dağların yamaçlarını bulur ve kışı buradaki volkanik kayalarla kaplı arazide geçirirler. Burada Aralık’tan Mart’a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla sürdürürken, yalnızca su içerler. İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü ziyafeti çekerler. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile gündüzün eşitlendiği gün koloni tekrar geldiği yere dönmek üzere kuzeye uçmaya başlar. Bu durum, evrimci pozitivist bilim adamlarınca büyük bir merak konusudur. Kelebek gibi küçük bir canlı nasıl olup da, 3200 kilometre gibi uzun bir mesafeyi havada kat edebilmekte, yön bulabilmekte, milyarlarca defa kanat çırptığı bu yolculuk için enerji depolayabilmektedirler? Dahası, milyonlarca kelebek nasıl olup da aynı anda bu kararı verebilmektedirler? Bilim adamları için asıl bilmeceyi ise, kelebek nesilleri hakkında bilinenler oluşturuyor. Bir senede dört ya da beş nesil Monark Kelebeği yaşar. Sonbahar göçünü bu nesillerden sadece bir kuşak gerçekleştirir. Bu neslin ömrü diğerlerininkinden çok daha uzundur. Diğer nesiller ortalama 6 hafta yaşadıkları halde göç eden nesil 6 ay kadar daha uzun yaşayabilmektedir. Böylece göç eden nesiller her sene yenilenmiş olur. Bir diğer deyişle, göçe hazırlanan nesil bu yolculuğa ilk kez çıkmakta, 3200 kilometre uzaktaki bölge, ya da geçilecek yollar hakkında ‘hiçbir şey’ bilmemektedirler. Bir göç nesli, bir önceki sene göç neslin, torunlarının torunlarıdır. Bu kelebekler nasıl olup da hiçbir bilgileri, eğiticileri, haritaları ve yön belirleme pusulaları olmadan bu ‘bilinmeyen’ yolculuğu başarabilmektedirler?

Diğer bir doğa bilimci Lamarck, evrim konusunda başka bir kuram geliştirdi. “Canlıların yaşam dönemlerinde kazandıkları özelliklerin ya da uğradıkları değişikliklerin çevre koşullarının etkisinde ortaya çıkabileceği gibi, organların kullanış veya kullanışsız nedeniyle de olabileceği ve kalıtsal yoldan yeni kuşaklara geçebileceği” şeklindeki kuramı, bilim dünyasında beklenen ilgiyi bulmadı.

Canlıların ilkel düzeyde kendiliğinden oluşması, organizmaların basitten karmaşık formlara doğru gelişmesi ve organların ihtiyaca göre oluştuğu varsayımı, hem hayvanlar hem de insanlar âlemindeki yaşanan gerçeklerden dolayı, ruhsuz bir canlının ve kendiliğinden bir enerjinin varolamayacağı, temel fiziki kurallara göre apaçık bir ütopyadır. Canlıların yaşamları esnasında edindikleri bilgi ve becerilerin yeni kuşaklara geçmesiyle bir evrimin oluştuğu düşüncesi, ortaya koyduğum birçok kanıt ve yaşanan gerçeklerle asla örtüşmemektedir.

Öyleyse Darwin; neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle evrimleşemedi, çevre koşullarının etkisinde kalmadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı? Neden tüm gayret ve baskılara rağmen, hekim veya papaz olamadı, dindar bir babanın ve çevrenin üyesi iken, nasıl soy kütüğünü hayvana endeksleyerek ateist olabildi ve insanken, nasıl maymundan türediğine inanabildi? Madem insanı etkileyen doğa ve çevresel şartlar ise, çevresinde örneği olmayan böyle bir inançla nasıl özdeşleşebildi? Düşünen, konuşan ve üreten insanları değil de, neden maymunları ata edindi?

Darwin ile babasının arasındaki düşünce ve inanç uçurumu veya birçok ebeveynin, eğiticinin; çocukları ve talebeleriyle olan anlayış ve davranış aykırılıkları gibi! Nasıl ruhsuz bir canlı ve enerjisiz bir hareket olamıyorsa, vahiysiz bir bilim ve maddesiz bir teknolojide varolamaz. İnsan, tıpkı teknolojideki araçlar misali bedeni oluşturan et, kemik ve organlardan meydana gelseydi veya Darwin teorisine göre; maymundan veya kendiliğinden türeseydi, çok yüklü ve karmaşık bir enerjiye sahip olmaz, duygu taşımaz, fikir üretmez ve kendine can veren ruhu aracılığıyla Yaratıcısına kilitlenmezdi.

Darwin, “geri ırk” olarak aşağıladığı Müslüman Türk Milleti için aynen şunları söylemişti. “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri, ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün, Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağılayıcı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini görüyorum.” Ne yazık ki düşüncesi gerçek oldu ve Müslüman Türkler, hem dinen hem de ırkken batı medeniyetinin çarklarında öğütülerek, kimliksiz pespaye bir müstemleke oldu.

Günümüzde dahi Batı’nın bu düşüncesi hiç değişmemiş ve durağan yanardağ misali patlamaya hazır bekleyişi sönmemiştir. Ne acıdır ki laik Türk Devleti, politikacıları, yazarları ve sözde bilim adamları; sırf Allah inancını ve İslam’ı yok edebilmek için, ateistliği gereği yıllardır Darwin teorisini bir öğreti olarak okullara sokarak yıkıcı katkılarda bulunmuş, dinsiz, imansız, ahlaksız, vicdansız ve materyalist insanların çoğalmasının sorumlusu olmuşlardır.. Zoraki okutulan Din Bilgisi dersinde öğrencilere yaratıcının “Allah” olduğu öğretilirken, mecburi olan bir sonraki felsefe dersinde ise insanların “maymundan” türediği öğretilmekte, Allah ve kitabı Kur’an; laiklik ve çağdaşlık adına aydınlığa ve gelişmeye karşı büyük bir tehlike görülerek, kamuda ve okullarda ya yasaklanmakta ya baskılarla sindirilmekte ya da reforma uğratılabilmektedir.

İşte itimat edilen ve örnek alınan beyinlerin, nasıl akılsız ve muhakemeden yoksun birer kümbet oldukları açıkça anlaşılabilmektedir. Eğer beyinlerinin fiziksel varlıkları iddia edildiği gibi etkili olsaydı, hayvanlardan daha aşağı niteliğe sahip bir dünya ve doğal seleksiyona dayalı medeniyetler oluşurdu. Milletleri, bilgileri, keşifleri ve farklı medeniyetleri yaratan Allah; aynı zamanda kontrolü de iradesinde muhafaza ederek, dengeyi, asla sarsmamaktadır.

Atmosferde yaşayan ve görünmeyen cinlerle, yerde yaşayan insanların yaratılış amaçları aynı olup, fiziksel nitelikleri farklıdır. İnanılmaz bilgisiyle cinleri temsil eden şeytanla, insanları temsil eden politikacılar ve pozitivist eğiticilerin pek farkları yoktur. Birinin ateşten, diğerlerinin topraktan yaratılmasının dışında!

Zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yaparak, içeri sızmayı, bir manada vahyi, duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için eksiklik, zayıflık ve aşağılama sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan benlikçi materyalist zekâların ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur ve sonunda ya itiraf ederler, ya polemiğe kalkışırlar, ya kaçıp saklanacak bir yer ararlar, ya da saf ve masum insanları zehirlemeye devam ederler. Sıkıştıklarında içgüdüye sığınarak, kendilerinin bilinç dışı bir hali kabul ederler. İçgüdü ile zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yöneldiğidir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu ve bir bakıma, bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Zaten gerçekte böyle bir olgu yoktur, sadece bilim adına ortaya atılan hezeyanlar vardır. Paranoya bir ikilem içinde paradoks yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır. Yaratıcılarını ve vahyini inkâr ederek reddedenlerin verdiği tek şey, cehalet ve barbarlıktır. İçinde yaşanılan ülke ve dünya bunun kaçınılmaz bir kanıtı değil mi?

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” Hadid.22

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir. Allah o canlının duracağı yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. Çünkü (bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuzda)dır.“ Hud.6

“Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” Maide.40

“İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin ekremdir (en cömerttir).” El-Alak. 4-5

Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık, (bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” En’am.112


NOT:
Sevgili Arkadaşlar! Yalanlara karşı korunmak ve sağlam temellere dayalı bir bilgi edinmek istiyorsanız; mutlaka “Bilinmeyen ‘bir bilgi’” ya da “Mutlak İrade” adlı kitaplarımı okumanızı tavsiye ediyorum. Kitabı satın alabilecek ekonomiye sahip olmayan yahut bulamayanlara, ücretsiz olarak hediye edebileceğimi duyururum.

Hiç yorum yok: