24 Ekim 2018 Çarşamba

Yapay Zekâ bir manipülasyondur…

Çünkü ruhsuz bir zekâ ölüdür; elektronik araç ve gereçler, hatta robotlar misali mikroçiplere yüklenen bilgiler kadar fiziki varlık gösterebilirler.  Lakin duyguları olmamalarından zekânın tek başına insana rakip sayılabilmesi ya da insanla özdeşleştirilebilmesi mümkün değildir!

Ki, yapay zekâ insan aklı ölçüsünde meydana getirildiğinden yaratıcının Etkin Aklı olmaksızın işlemcisi olan aciz insanın mahkûmiyeti altında kısıtlı bir vazife görmekte; dolayısıyla insanla kıyaslanabilmesi imkânsızdır. Çünkü kontrolünde insan olmadan varlık sürdüremez.
  
Bu sebeple yapay zekânın insanlığı korkutacak ve insanın robotlarla arkadaşlık yapacak olması öyle imkânsız bir saçmalıktır ki, ancak ateist düşüncenin hezeyanından başka bir şey değildir.  

Hayat bilimkurgu güdümlü bir sinema filmi olmadığına göre; yapay zekânın yani robotların insanın yerini alabileceği iddiasının altında yatan nedir?

Biyoloji öğretilerinde insan, hayvan ve bitkilerin anatomileri incelenerek, yapıları ve organların birbirleriyle olan ilgilerine yoğunlaşılır, yapay bir iskelet veya bir kadavra üzerinde çalışmalar yapılır. Ancak her şeyin fizik ve biyolojiden ibaret olduğu düşüncesiyle organların, sinirlerin ve hücrelerin yapısı ve fizyolojik durumları dikkate alınarak, içinde ruh olmayan bilgilerle yetinilir.

Her şeyi fizik ve maddeden ibaret sanan pozitivist bilim, neden ya yapay organlar üretip onlara sinir giydirerek ya da organ nakilleriyle sağlıklı ve ölümsüz insanlar yaratarak teorilerindeki gibi pratikte ecele ve kadere meydan okuyamıyorlar? Oysa fiziğin asli kuralı söz değil eylemdir! Çünkü eylem olmaksızın fizik üreyemez!

Değişik asır ve zaman birimlerinde insanlara inanılmaz beklentiler vaat eden ve kaygılarını istismar eden sayısız ilahiyatçı, politikacı ve teorisyenler vardır ki, tıpkı falcı ve kâhinler misali varlıklarını sürdürmüş ve umut kapısı olmuşlardır. Teknolojinin zaman dilimi içinde gelişmesiyle gelecekle ilgili ütopyalara bilimsel nitelik kazandırılmış; dolayısıyla aldatılmalarına önemli faktör olmuşlardır. Şüphe yok ki gelecekle ilgili bilgiler “o kitap”ta saklı olup, şifreyi bilmeyenin de onu öğrenebilmesi mevzubahis değildir. Öyle ki, yaratıcı Allah’ın izni olmadan bir yaprağın dahi ağaçtan düşebilmesinin söz konusu olmadığı pratik hayatta gözlenebilmektedir.

Önümüze tüm elementlerin atomlarını alıp farklı biçimlerde ve sayılarda birbirlerine bağlayarak milyonlarca farklı molekül oluştursak, yine de fiziki bir organa bağlı yapay bir akıl elde edemiyoruz. Bu moleküllerin büyük, küçük, basit ya da karmaşık olması da bir şey değiştirmemektedir. Sonuçta, bilinçli olarak bir işi organize edip başaracak bir zihin asla ortaya çıkarılamamaktadır. Çünkü enerjiye, cana, yani ruha ihtiyaç vardır. O zaman nasıl oluyor da, belli sayıdaki akılsız ve bilinçsiz atomun belli şekillerde dizilmesinden meydana gelen DNA molekülü ve onunla uyumlu olarak çalışan enzimler bilinçli birçok işler yapıp, hücredeki sayısız karmaşık ve farklı işlemleri kusursuz ve mükemmel olarak organize edebilmektedir?

Akıl, bu moleküllerde ya da bunları içinde barındıran hücrede değil, bu molekülleri ve bu işleri yapacak şekilde programlanmış olan ruhtadır.

Moleküler biyolojinin en önemli iddialarından biri, bazı genlerin bazıları üzerinde daha etkili olduğunun keşfedildiği varsayımdır. Bunun sebebi, genlerin çok komplike bir sıra ile organize olmaları gösterilmektedir. Genetik hiyerarşinin temelinde genellikle tekrar eden belirli işlevlerle görevlendirilmiş genler vardır. Hemoglobin yapmak, saçın uzaması veya sindirim enzimlerinin üretilmesi gibi! Bu moleküler işçilerin üzerinde “düzenleyici” genler bulunur, bunlar bu işçi genleri çalıştırır ve durdurur. Örneğin, çocukluk döneminde hemoglobin, geninin çalışmasını durdurur. Hem işçilerin, hem de “orta dereceli yöneticilerin” üzerinde bir seri ana kontrol geni bulunur. Bunların kararları düzinelerce, hatta yüzlerce alt birimi etkiler. Bu genler o kadar hayatidir ki, embriyo döneminde zarar görmeleri, ölümcül dahi olabilmektedir.

Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir bilgidir. Genler atomlardan oluşan moleküllerdir. Peki, bu moleküller, aralarında böylesine düzenli bir organizasyonu nasıl kurmuşlardır? Nasıl olup da bir molekül, bir insanın artık boyunun uzamasını durdurma kararı aldırır, bu kararını diğerine iletir, diğeri de bu kararı nasıl anlayıp ve itaat ederek uygulamaya koyabilir?

Böylesine inanılmaz bir disiplini kuran ve yönlendiren kimdir? Dahası, milyonlarca yıldır, trilyonlarca gen, aynı disiplin, itaat, akıl ve şuurla görevini eksiksiz yerine getirmektedir. Böyle bir sistemin beyinle, kendiliğinden veya tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, zır delilerin dahi düşünemeyeceği bir saçmalıktır. O zaman her şey birbirine karışır. Genleri en akılcı ve en kusursuz biçimde ruhun varlığında programlayan yaratıcı Allah, böylece hücreleri ve bağlayıcı genleri fiziksel olan bedenin işleyebilmesi için organik birer araç olarak kullanmaktadır.

DNA’nın yapısını ilk keşfeden biyokimyacı Francis Crick, konu üzerinde yaptığı çalışmalardan dolayı Nobel ödülü almıştı. Crick, koyu bir evrimci olmasına rağmen, DNA’nın mucizevi yapısına şahit olduktan sonra yazdığı eserinde bu bilimsel gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Bugün sahip olduğumuz bilgiler ışığında, dürüst bir adamın yapabileceği tek yorum, hayatın bir mucize eseri olarak ortaya çıktığıdır.” Crick’e göre, hayat, tıpkı vücut gibi kesinlikle dünya üzerinde kendiliğinden var olamazdı. Görüldüğü gibi, DNA üzerinde en uzman kişi bile, üstelik bir evrimci olmasına rağmen, yaratılışta tesadüfe veya rastgeleye yer vermemekte ve her şeyin bir düzen içinde geliştiğini itiraf etmektedir.

Bilim adamları, zeki, uysal ve itaatkâr bir nesil yaratabilmek için, akıllı DNA’ların, zekânın kalıtım yoluyla geçebileceği konusunda araştırma yapmışlardı. Ancak insan zekâsının ne kadarının kalıtsal, ne kadarının çevresel koşullar tarafından belirlendiği tartışması tüm şiddetiyle sürmüş, bütün çabalara rağmen hiçbir sonuç alamamışlardı. Çünkü böyle bir şeyin keşfi, ancak ruhsal DNA’nın çözümüyle mümkündür. Yani “o kitap”’ı yani kaderi ve “bir bilgi”’nin sırrını çözmek! Üstelik kalıtsal veya çevresel koşulların kişi üzerine etkisel hiçbir katkı yapmadığı sayısız örnekle kanıtlanmıştır. Ancak bazı benzerliklerin öyle bir izlenim vermesi, yarım bardak suya sokulan kalemin kırık bir görüntü yansıtması misali bir yanılgı doğurmaktadır. Bugüne dek zekâyı etkileyen herhangi bir gen bulunamamıştır. Bulunsa dahi ruha nasıl müdahale edilecek de geri zekâlı, asi ve başarısız biri; zeki, uysal ve başarılı bir hale dönüştürülerek kötü düşünce ve davranışlarına son verilebilecek?

Başını Londra Psikiyatri Enstitüsü’nden Robert Plomin’in çektiği bir grup araştırmacı, zekâdan sorumlu geni bulabilmek üzere yoğun araştırmaya girdiler. İşe, zeki çocuklardan başladılar. Plomin’e göre, “akıllı gen’’in adresi zeki çocuklardı. Zeki çocukları seçmek için şu yöntemi kullandılar: Çeşitli yaşlardaki öğrencileri üniversiteye giriş sınavından geçirdiler. Sınavdan yüksek puan alanların DNA’larını incelediler ve bu çalışmanın sonunda peşinde oldukları genin izini tespit etmeye çalıştılar. Bir DNA molekülünün belirli bir genetik özellik içeren kesitine gen adı verilir. Genlerin tanımlanması ve genetik mühendisliğinde kaydedilen bilgiler sonunda bilim adamları, artık hastalıklarla savaşabilmek ve onlardan korunabilmek için, bazı örneklerde genetik materyali değiştirmeyi düşündüler ama başarılı olamadılar.

Yaratıcı sistemi öyle kurmuş ki, yararlı her maddenin gizsel özünü, ona işlerlik kazandıracak ruhta saklamıştı.

Araştırmaların fiziki zorunluluktan ötürü sürekli organizma ve hücreler üzerine yoğunlaştırılarak mecburen ruh gerçeğinden kaçan bilim adamları, daha baştan başarısızlığa mahkûm olmaktadırlar. “Akıllı gen” taşıdığı iddia edilen zeki çocukların daha sonra geri zekâlı, geri zekâlılarında akıllı bir dönüşüme uğrayabilmeleri hiçbir koşulda açıklanamamıştır. Zeki ve dahi insanların davranış bozukluklarından dolayı delilikle mimlenip elde ettikleri inanılmaz başarı ve keşifleri, hâlâ gizemini sürdürmektedir. Gen ve hücrelerin mutasyonlarına neden olan faktörün çözümsüzlüğü karşısında söyleyebilecek tek bir söz bulamamaktadırlar.

Genetik olarak üstün olanın başarısı hiçbir zaman garanti olmamaktadır. Çünkü kaderin geni yoktur.

Bizzat kendilerinin de sebep olduğu hatalar, musibetler, felaketler, hastalık ve ölümleri pratikte engelleyemeyen bilim adamları, ruhsuz sandıkları gensel formasyonlar konusunda elde ettikleri bilgilerle, ancak sanal tanrılığı oynamakta, sonuçsuz ve başarısız çalışmaları ise umut adına abartılarak desteklenmektedir. Öyle ki, tıpkı psikiyatr bilimi gibi hayali olan genetik ile ilgili bazı üniversitelerde mühendislik adına fakülteler bile açılmış olması, hatta tıp alanında değil de mühendislik çerçevesinde bir değere tabi tutulması, akıl almaz başka bir çelişkidir. Yaratıcı, geçmişte birçok olayın keşfine izin verdiği gibi, buna da izin vermiş olsaydı, ruhun tartışılmaz varlığı icat edilmiş olacaktı.

Ancak çaresizlik ve çözümsüzlüklerinin neticesinde ruhun “olmazsa olmaz” mutlak varlığının bilincindedirler. Bugüne kadar neye köklü çözüm getirebilmişler ve süreklilik sağlayabilmişler ki bundan sonra başarabilsinler? Neticede onlarında araştırma ve çabaları, Yaratıcı, ruh ve yaratık denkleminin iyi anlaşılabilmesine zemin hazırlamaktadır.

Kâinat ve organizmadaki canlılığı ve fiziksel hareketleri güdenin ruh olduğu gerçeği kavranamadığından, gen terapisiyle hücrelerin hastalığa yol açan eksik ya da kusurlu genler yerine, sağlıklı kopyalarının hücreye yerleştirilerek genetik bozuklukların önüne geçilebileceği düşünülmekte ve böylece mutlak iradeye ve kadere müdahale edilebileceği sanılmaktadır. Sorunun kaynağına inilerek bozuk genetik yapının düzeltilebilmesi ve genetik bozukluktan kaynaklandığı ileri sürülen semptomların kontrol edilerek sağlıklı hale dönüştürülebilmesi tanrısal bir devrimdir. Araştırmaların sonunda hayatın ve insan yapısının bir mucize olduğunu itiraf etmeleri, çözümü de imkânsızlaştırmaktadır. Genetik bilim de tıpkı ruh bilimi gibi ütopiktir, ruhun kadersel yapısı, fiziksel ve biyolojik analizi olanaksız kılmaktadır.

Bedenlerden önce ruhların yaratılarak zihinsel, duygusal, organsal, fiziksel ve eylemsel her türlü detaylarının belirlenmesi, çözülebilir fiziksel bir DNA’nın yanılgısına neden olmaktadır. Ruhsal programın dışındaki herhangi bir değişikliğin veya müdahalenin mümkün olmayacağı hem bilim çevrelerinde hem de gerçek yaşamda açığa çıkmıştır. Zihinsel, duygusal ve bedensel farklılıklar, parmak izi ve göz retinası bunun apaçık örneğidir. Aslında, kulak ve kalplerde farklıdır, ancak henüz keşfedilememiştir. Çünkü ruhsal nitelikleri yoğundur. Atomlardan oluşmuş organizmadaki moleküller, hücreler, genler ve kromozomlar, biyolojik olarak tüm insan ırkında aynı olmasına karşın, neden birbirlerinden farklı ve değişken bir bilgilendirme ve davranış içindedirler? Bunların fiziksel olarak bilinçleri olamayacağına göre, bilgilendiren, düzenleyen ve yönlendirenin de ruh olduğu; dolayısıyla etkileşme gösteren cisimsel her şeyde olduğu gibi, ruhun görsel gereçleri olduğu açıkça anlaşılabilmektedir.

Düşlerde tasarlanan plân ve dileğin olayları doğuran sebeplerle olan örtüşme süreci ile başarı ve kayba neden olan faktörlerin üreme biçimi dikkatle irdelendiğinde, fevkalâde somut sonuçlara ve mutlak iradenin kadersel boyutuna ulaşabilmek mümkündür. Zihinde oluşan düşünce ve kalpte üreyen duygusal dilek ve arzuların hayata geçebilmesi, “o kitap”’ta yazılan senaryonun ruhsal kurgusuyla orantılıdır.

Neyin, ne zaman, nerede ve nasıl oluşacağı, gelişeceği ve neticeleneceği bilinemediğinden, fiziksel kuralların mutlak bağlayıcı ve yönlendirici bir etkisi bulunmamakta; bedensel, zekâsal ve iradesel bağlamda hiçbir şey ifade ve önem arz etmemekte; sadece kuvvetsel bir etkileşme ve hareketle araçsal işlevini sürdürmektedir.

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” A’raf 54
  
(Resûlüm!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. “ Rum 30


“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” Mülk 14

Hiç yorum yok: