3 Ekim 2009 Cumartesi

Ruh ve İrade…

Zihinsel ve duygusal etkileşimlerin fiziğe dönüşü, ruhun programı doğrultusunda kabiliyet kazanmakta, bireyi, toplumu veya evreni özgür veya cüz’i iradenin değil, mutlak iradenin yönetip yönlendirdiği, bizzat yaşanılan hayattan da anlaşılmaktadır.

Etkileşmeyi doğuran sebepler her ne kadar fiziki sonuçlar çıkarsa da, onları doğuran, olgunlaştıran ve güden faktörün ruh olduğu, irdeleyen ve muhakeme edebilen her aklın kabul edeceği bir yargıdır. Hiçbir cisim enerjisiz hareket edemeyeceğinde fizikte var olamaz.. Bedene hayatiyet ve işlev kazandıran ruh, girdiği cisme hayat kandırdığı gibi, maddeyi ve tabiatı da canlandırarak şekillendirmekte ve yaşamın kolaylaştıran bilimin üremesine de etken olmaktadır. Her türlü bilgi ve olay mutlak iradenin dürtüsüyle oluşmakta ve sonrakileri etkileyerek bir bütünlük içinde gelişmesini sürdürmektedir.

Tıpkı ruhsuz biyolojik bir beyin, kalp veya bedenin leşsel bir değer taşıması misali! Tamamen ruhsal olan düşünce ve duyguların fiziksel etkileşim göstermesi iradesel değil, tamamen kaderseldir.

Zihinsel ve duygusal oluşumların fiiliyat kazanabilmesi, ancak ruhun bedeni dürterek harekete geçirmesiyle mümkündür. Aslında akılcı teoriler; iddialarındaki savlar gereği düşüncede programlandığı düzeni sekteye uğratmadan eyleme dönüştürmeli, dolayısıyla özgür iradeyi egemen kılmalıdır. Fakat müdahaleden kurtulamayarak dilediği bir başarıyı yakalayamıyorsa, o bir çöpten farksızdır.

Ruhsuz bir beden nasıl çürüyor ise, susuz bir toprak veya vahiysiz bir kâinatta kurak bir çöle dönüşür.

İradenin özgür olamayışı, her türlü hata, yanlış, kayıp ve acının temel nedenidir. Eğer irade, mutlak iradenin takdirini değiştiremiyor ve olumsuzlukları gideremiyorsa, özgür olabilmesi mümkün değildir. İnsanın yapabildiği, ulaşabildiği ve sahip olabildiği şeylerin hangi sebeplere ve oluşumlara bağlı geliştiği dikkatle araştırıldığında, ruhsal gerçeği keşfedecek; bedenin, organların ve maddenin sadece mazeret olduğu anlaşılabilecektir.

İnsan zihni işleyişinin bağlı olduğu kurallar ile dünyaya egemen olan kuralların aynı olduğu akılcı düşünce, aslında bilimi ve tabii bilgiyi yaratan ve yönlendirenin mutlak irade olduğu gerçeğini kanıtlamaktadır. Aykırılık ve benzeşlikte ortaya çıkan farklılıklar ve bütünlükler, etkileşmeyi doğuran bağımsız akıl ve iradesel dürtüden değil, ruhun mutlak yaptırımındandır. Özgür ve etkin addedilen beynin varlığı, hiçbir zaman gerçek yaşama yansımamakta ama öyle sanılmaktadır.

İnsan, gövdeyle ruhun bütünleşmesinden meydana gelmiş bir yaratık olarak, gövde aşikâr, ruh gizli, gövde fani, ruh ölümsüzdür. Yaratıcı Allah’ın ruhsal olduğu düşünülürse, ölümlü cismin değersizliği ve ruhun da ölümsüzlüğü bilinebilecektir.

Şu halde, bunlardan her birine mahsus olmak üzere iki türlü hayatın varlığı anlaşılmaktadır. Gövdeyi temsilden fani ve fiziki olan bu dünya hayatı, ruhu temsilen sonsuz olan ahiret hayatının, yani Yaratıcı’nın varlığıdır.

Fani hayat doğmakla başlar, ölmekle biter. Ancak sonsuz olan ahiret hayatı böyle değildir. Ruhun gövdeden ayrılmasıyla bu hayat başlar. Zaten uykuya daldığımız her gün ruhun gövdeden geçici süreyle ayrılmasıyla ölümü tadıyor ve takdir edilmiş ecelin süresine kadar ruh tekrar gövdeye salıverilerek yaşam sürüyor. Ölümsüz olan ve yok olmayan sadece ruhtur. Çünkü ruh, her türlü düşünce, bilgi ve eylemin merkezi olup, mutlak iradeyi temsil etmekte ve kendine yüklenen görevi ifa ederek gövdeyi yönlendirmektedir.

Ruhun gövdeye veya maddeye hâkim olması, fiziğin tamamıyla ruhun emrinde ve onun arzularına göre işlev kazanmasıyla hayat canlanmaktadır. Bu halde, ölen bir adamın ruhu, emrindeki adamları dağılmış bir kral gibidir. Artık onlara emirler vermeye ve bu emirleri infaza muktedir değildir. Ruh artık hiçbir şey kazanamaz, programı doğrultusunda o ana kadar iyi veya kötü ne yüklenmiş ise, onunla kalır. Gövdenin işlevini tamamlayıp yok olmasından sonra ruh, kıyamete kadar bekleyeceği yer olan berzaha intikal eder ve mahşer günü çürümüş veya yok olmuş bedenlere tekrar nüfuz ederek, beklenen dirilme gerçekleşir.

Orada kendisi için alınmış karar gereği ya acılar ve ızdıraplar, yahut neşe ve mutluluk içinde geçiş yapacağı ebedi hayat için açılacak kapı olan mahşeri bekler.

Ruh ve ruhun gövdeyle olan alâkasındaki sır, Yaratıcı, ruh ve yaratık arasındaki ilişkinin “bir bilgi”’ye göre programlanıp düzenlenmesiyle orantılıdır. Bu sırla ilgili düzenek her ne kadar tahmin edilebiliyorsa da, insanlara çok az bilgi verilmesinden ötürü içeriğini bilebilmek imkânsızdır. Zaten iman, kayıtsız-şartsız Allah’ın iradesine teslimiyettir.

Ruh, gövdeye ve organların bütün zerrelerine, hücrelerine ve en ince liflerine kadar hayat vermektedir. Bu yüzdendir ki, gövdeden çekici bir güzellik, zindelik ve sıhhat fışkırmaktadır. Gövde her an ruhun bu feyiz ve iyiliğine muhtaçtır. Bu kesilirse yaşam biter, çirkin ve iğrenç bir hale dönüşerek çürüme başlar. Tıpkı susuz kurak bir çöl misali! Yıldırımın da ruhsal bir enerji olarak yağmuru yağdırıp maddi ve ölü olan dünyayı canlandırarak, fiziksel hüviyet kazandırması, her şeyin nasıl ruhsal dürtüye ihtiyacı olduğunu kanıtlamaktadır. Bunun gibi kâinatın her zerresi ruhla canlanmakta, Allah’ın iyilik ve yardımına muhtaç kalmaktadır. “Gören, duyan yalnız ruhtur, geri kalan her şey sessiz ve sağırdır.” Epicharm

Ruh olmayınca aklın, duyuların, duyguların ve organların herhangi bir işlev kazanabilmesi mümkün değildir. Ruh bütün organlara nüfuz ederek harekete geçirmekte, zihinsel, duygusal ve fiziksel yetenekleri programı dâhilinde açığa çıkarıp ya yükselterek başarıya ya da aşağılayarak zillete tutsak etmektedir. Sadece insan değil, kâinatta vuku bulan her olay, ruhsal bir etkileşme ve güdü sonucu kabiliyet kazanmakta, menfi veya müspet hadiseler ve fiziksel oluşumlar meydana gelmektedir. Ancak ruhu reddedenler, sınırını daraltanlar, esinti zannedenler veya hafife alanlar, sığ ve dar düşüncelerinden dolayı hiçbir gerçeği kavrayamıyor, muhakeme edemiyorlar. Çünkü kim olduklarını bilmiyorlar.

Ruhla gövdeyi, tıpkı bilimle teknolojiye benzetiyorum. Ruhun gövdeyle birleşmesinden nasıl insan, hayvan, bitki veya soyut ve somut diğer canlılar oluşuyorsa, bilimin teknolojiyi doğurmasından da eşya türemektedir.

Ruh bilimi, bilim de teknolojiyi üretmiştir. Ruh, akıl ve bilim göksel, cisim, madde ve teknoloji de görseldir. Bu yüzden bilim, ruhun, yani Yaratıcı’nın etkisinde varlık göstermektedir. Nasıl ki bilimin olmadığı bir yerde teknoloji var olamıyorsa, ruhun olmadığı bir beden veya maddede de bilgi, fizik ve canlılık var olamaz.

Rasyonalizm gereği din ile bilimi farklı kuvvetlermiş gibi değerlendirenler; ruhla gövdeyi, akılla beyni, mantıkla duyguyu ve dolayısıyla Yaratıcı ile yaratığı birbirinden ayırarak egemenlik paylaşımı yapmaktadırlar. Neden? Ya dine, vahye ve Mutlak İrade’ye tahammül edemeyip egemenliğini kabul etmek istemediklerinden ya da cehaletlerinden!

Einstein, “Tabiatı araştıran herkesin içinde bir çeşit dini saygı” olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir. “Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür.” Ayrıca Einstein; “Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor” tespitiyle, ezberciliğe ve deneyciliğe karşı çıkmıştır.

Acaba, evrimci lâik bilim adamları, gerçekte bilim adamları olmadıklarından mı, Yaratıcı’ya ulaşmak yerine şeytanla dostluğu tercih ediyorlar? Söz konusu güruhlar, Einstein’in beyin büyüklüğünü ve hücre sayısını hesaplayarak onu yücelteceklerine, neden Einstein’in düşünce ve fikirlerine itibar etmiyor, keşiflerindeki gizemi irdelemiyor ve onun gibi Yaratıcı’nın mutlak iradesine inanmıyorlar?

“Hani Rabbin meleklere demişti ki: Ben kupkuru bir çamurdan şekillenmiş cıvık bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğim zaman ona secdeye kapanın. Meleklerin hepsi secdeye kapandılar. Fakat iblis, secde edenlerle beraber secde etmekten imtina etti.” Hicr. 28-31 Tıpkı günümüz evrimcileri gibi!

Ruh, insan gövdesine kalpten girerek tüm organları kuşatır. Ruhun gövdeyi idare ettiği merkez kalptir. Kalbin, gövdenin her zerresine kan pompalayarak hayatiyet kazandırmasının fiziksel işlevinin yanı sıra, ruhsal niteliği çok daha önemlidir. Çünkü organların, özellikle beyin, göz, kulak, burun ve diğer uzuvların duyusal etkileşmeleri tamamen ruhsaldır. Duygular her ne kadar kalpten yansıyorsa da, kalp görsellikte kan pompalayan fiziksel bir aygıttır. Örneğin; beynin sinirsel işlevi veya diğer organların durumları gibi!

Araf Süresi 179. ayetinde buyrulduğu üzere; “Onların kalpleri vardır, ancak onlarla gerçeği kavrayamazlar, gözleri vardır ama onlarla göremezler, kulakları vardır, lâkin onlarla işitemezler.”

Örneğin; kimi insanlara domuz kalbi nakledilerek arızaları geçici olarak giderilmektedir. Bu durumda, tıpkı beyin gibi, eğer mutlak olan fiziksel kalp olsaydı, o insan, domuz gibi hissedecek ve onun gibi duygular taşıyacaktı…

Tanrı referanslı Hıristiyan ve Yahudiler "özgür irade"yi, Müslümanlar da "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaşamla örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda bulunarak, “Mutlak İrade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar. Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: ’İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Tanrı mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?’ Bu yüzden tapınılan Tanrı’nın ve vahiysel dinlerin çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene hâkim olmadığını ve yalan söylediğini düşünen ateizm, mantıklı ve tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında mantığa başvururlar. Her ne kadar ne olduğunu bilmeseler de!

İlâhiyatçılar, bazen "insan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Tanrı özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar!

Hangisi doğru; insan mı, Tanrı mı?!?

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah'tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandır" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laftan anlamıyorlar!” Nisa. 78

Hıristiyan ve Yahudi ilâhiyatçılar; Tanrı’nın gökyüzüne yerleştiğini ve yeryüzü yönetiminin insanlarda olduğunu iddia ederek, mutlak iradeyi, yani kaderi kökten reddedip özgür iradeyi savunmak suretiyle insanoğlunun egemen bir gücü, dilediğini yapabilecek ve seçebilecek iradeleri bulunduğunu varsayarlar. Tek tanrılı semavi dine mensup olduğunu söyleyenlerin iradesel bir özgürlük adına vahye karşı bilimi, yani aklı ve fiziği üstün kılarak, insanı egemen bir güce kavuşturma çabaları, maddi fiziğin çekicilik yanılgısından ileri gelmekte, dolayısıyla şeytan misali benliklerini yüceltmelerinden, sözde inanıp taptıkları Yaratıcı ile aynı tahtı paylaşmak istemekten hiçbir sakınca görmemektedirler. O halde sıkıştıklarında ve dara düştüklerinde neden dualar ederek Yaratıcı’dan yardım talep ediyorlar?

Hâlbuki egemen hiçbir varlık, din ve anlayış; yönetim ya da egemenlik hakkını bir başkasıyla paylaşmaz, devretmez ve yetki vermez. Bu, egemenlik hakkının vazgeçilmez ve tartışılmaz temel bir kuralıdır. Aksi takdirde egemenlik olamaz. Vekâlet, ancak yönetmek ve denetlemekte aciz olanların ihtiyaç duydukları bir yetkidir. Üstelik Yaratıcı’nın, yaratığı ile iktidarı paylaşabilmesi veya cüz’i de olsa ona bir hak tanıyabilmesi, kadersel düzeni tahrip edebilecek kıyametsi bir karışıklık oluşturup tüm sistemi çökertebileceğinden; nasıl bir mantıkla özleşebilir? Düşüncede geliştirilip hayata uyarlanamayan hiçbir teori ciddiye alınmamalı, mutlak surette karşılığı aranmalıdır. İnsanlar yaratık olmalarından dolayı kuldurlar, Yaratıcı’nın ruhuyla yaşam sürmelerinden, ne ögür ne de cüz’i bir iradeleri mevzubahis olamaz. Ancak onun dilemesiyle düşünebilir, keşfedebilir, başarabilir ya da aksine müstahak olunur.

Ruh ve irade; Yaratıcı Allah’ın kadersel düzeni dâhilinde varlık sürdürmekte, hiçbir yaratık başıboş bırakılmayarak, O’nun yazgısıyla hayat sürmektedir. Bunun da en açık delili, yaşanılan hayattır. Yeter ki okunabilsin…

Aşk ve tazim; şüphe ve tereddütsüz bir teslimiyettir.

“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.
Sonra onun zürriyetini nutfeden (men),dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz
!”
Secde 7.8.9

“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” İnsan.30

“Güneş katlanıp dürüldüğünde; Yıldızlar kararıp döküldüğünde; Dağlar sallanıp yürütüldüğünde; Gebe develer (başıboş) salıverildiğinde; Vahşi hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde; Denizler kaynatıldığında; Ruhlar (bedenlerle) birleştirildiğinde; Diri diri toprağa gömülen kızlara sorulduğunda, "Hangi günah sebebiyle öldürüldü?”diye; (Amellerin yazılı olduğu) defterler açıldığında; Gökyüzü sıyrılıp yerinden oynatıldığında; Cehennem tutuşturulduğunda Ve cennet yaklaştırıldığında; her kişi (hayır ve şerden) neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır.

Şimdi yemin ederim o sinenlere; Yörüngesinde akıp giderken bazen kaybolup bazen de etrafı aydınlatan yıldızlara; Kararmaya yüz tuttuğu anda geceye andolsun; Aydınlığını etrafa yaymaya başladığı zaman sabaha yemin ederim ki; Kur'an, şüphesiz değerli bir elçinin (Cebrail'in) getirip okuduğu sözdür. İşte o elçi, Arş'ın sahibi Allah'ın katında güçlü ve itibarlıdır.

O orada sayılan, güvenilen (bir elçi) dir. O halde, arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir. Andolsun ki, onu (Cebrail'i) apaçık ufukta görmüştür. O söz, lanetlenmiş şeytanın da sözü değildir. Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz (ne kötü ithamlarda bulunuyorsunuz)! O, başka bir şey değil ancak cümle âlem için, aranızdan müstakim (doğru) olmak isteyen için bir öğüttür. Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz (muradetmesi müstesna, siz hiçbir şeyi muradedemezsiniz, olmasını dahi isteyemezsiniz).”
Tekvîr SURESİ

Politikacı, ilahiyatçı ve akademisyenlerin; vaat, hurafe ve kuramlarına değil, yaşadığınız hayata itibar ederek değere tabi tutunuz....

Hiç yorum yok: