23 Ekim 2009 Cuma

Okulsuz mucit, mimar ve mühendis dehalar…

Hayvanların kusursuz düzenleri ve inanılmaz üstün maharetleri, “kader” ve “Mutlak İrade” gerçeğini tartışılmaz bir açıklıkta ortaya koymakta, dolayısıyla yaratılmış her canlının programlanmış ruhlarıyla yaratıcılarının dileği ve yazgıları doğrultusunda işlevlerini sürdürdükleri anlaşılmaktadır.

Seçilmiş bilgili ve yetenekli hayvanlar gibi insanlarında görev ve liyakatleri paylaştırılmış; Hz. İsa’nın fiziki bir ilişki olmaksızın yaratılması misali, okul ve akademik bir eğitim almaksızın var olan ancak bilinmeyen şeyleri keşfeden mucitler, pozitivizmi ve bilimsel teorileri altüst edecek teknikte üretilen şaheser yapıları meydana getiren sanatkâr mimar ve mühendisler inkişaf edilerek, olayların “o kitap” ta senaryolaştığı yönde oluşmasına hükmedilmiş, dünyadaki canlı-cansız her şey önce yaratılmış, sonra bilgilendirilmiş, daha sonra yönetilip yönlendirilerek ya zarar ya da fayda temin eden araçlar olmuşlardır.

“Akademik eğitim ve diploma” kompleksinin kuşattığı modern dünyanın çıkarcı materyalist felsefeli ezberci ve deneyci öğreticileri; sözde eğittiğini iddia ettikleri öğrencileri kendilerine benzeterek direnci, azmi, heyecanı, bilimi ve ilimi bitirmişler; ilerleten değil gerileten, keşfettiren değil kopyalaştıran, kabiliyetleştiren değil makineleştiren anlayışın uzay çağı gibi bir saçmalıkla meşrulaştırmalarından, insanoğlunun anlama, kavrama, türetme ve yetenekleşme dirayetleri tüketilmiş, böylece kararlılık, cesaret, üretken ve özgüven duyguları da sömürülerek, bir işe yaramaz bedhahlara dönüştürmüşlerdir. Akademik eğitimin ezberci ve deneyci diplomasına sahip isen, adamsın… Yoksa değil saygı görmek, bir iş, hatta evlenecek kız bulmak dahi imkânsızlaşır…

Gelin, hep birlikte geçmişe uzanalım ki, gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışalım…

Çağların en büyük keşfi olan ampulün buluş aşaması, dayatılan eğitim-öğretim doktrinlerini paçavraya çeviren olağanüstü bir gelişmeyle gerçekleşmiştir.

Ünlü bilim adamı Thomas Edison, okul çağından önce daha çocukken hiçbir altyapısı ve bilgisi olmayan sıradanlığıyla bazı şeyleri kendi kendine keşfetme bilgi ve azmi, ailesi ve yakınlarının dikkatini çekiyordu. Okuma çağına gelince, okul şartlarına daha ilk günden uyum sağlayamadı ve üç ay sonra okuldan ayrıldı. Ve bundan sonra aracı hiçbir eğitici tarafından yetiştirilmeyerek, öğrenim merakını evde giderdiği sıra olan dokuz yaşındayken eline aldığı bir fizik kitabını okumaya başladı ve evinin bodrum katında bir laboratuar kurma girişiminde bulundu. Eğitim görmemiş dokuz yaşındaki bir çocuğun fizik gibi son derece ağır bir konudan etkilenerek, laboratuar kurmaya kalkışması, hangi iradenin bir teşviki, öğretisi ve yönlendirmesiydi?

Gerekli olan araç ve gereçleri alabilmek için trenlerde gazete satmaya başladı. Onbeş yaşına gelince bir baskı makinesi satın alarak, gazete çıkarmaya başladı. Çıkardığı gazetenin yazılarını trende yazıyor ve kendi basıyordu. Bir sabah, hareket halindeki vagona atlarken, kontrol memuru tarafından yakalandı. Memur, küçük Edison’un kulağını öyle çekti ki, günler süren şiddetli ağrılar sonunda sağır oldu. Sağırlığı, telgrafçılığa yönlenmesine sebep olup, onaltı yaşındayken telgrafçılığı öğrendi ve dört yıl boyunca telgraf memuru olarak çalıştı.

Edison, daha sonra ilk olarak elektrikli bir kayıt makinesi icat edip beratını aldı. Ancak makineye kimsenin rağbet etmemesi ve satın almaması, o an bir daha ticari değeri olmayan icatları yapmama kararı verdi. Çünkü o, hem bilinmeyeni keşfetmek, hem de keşfettiği yenilikleri satarak, yoksulluktan kurtulup zengin olmak istiyordu.

Beş parasız New York’a giderek Lows Gold şirketinde çalışan bir arkadaşının odasında sığıntı olarak kalkmaya başladı. Bir gün, Lows indikatörünün bulunduğu nakledici santral bozuldu. Bu olay, Edison’un hayatında ilk dönüm noktası oldu. Edison’un iki saat içinde santralin tamiratını yaparak, bozukluğu gidermesi üzerine Lows şirketi, kendisine ayda üç yüz dolar gibi inanılmaz büyük bir maaş bağlayarak, işe aldı.

Daha sonra, önceden icat edip kimsenin itibar etmediği elektrikli kayıt makinesini bu şirkete satarak, kırk bin dolar gibi büyük bir para kazandı. Eline geçen bu parayla New York’ta bir dükkân açıp, kayıt makinesi üreterek satmaya başladı.

Başkalarının yapmaya çalıştıkları icatlara yardım ediyor, makineleri tamir ediyor, akademisyenleri aydınlatıyor ve giderilemeyen sorunları başararak, kısa zamanda “Harika Çocuk” gibi bir övgüyle önemli bir üne kavuşuyordu. Şirketler ve bilim adamları, karşılaştıkları güçlüklerin çözülebilmesi için okulsuz Edison’a başvuruyorlardı. Sonra bir hat üzerinde iki telgraf çekmeyi mümkün kılan bir telgraf aleti yaptı. Daha sonra bu aleti geliştirerek, bir hat üzerinde dört telgraf çekilmesini sağlar duruma getirdi.

Bir süre sonra New Jersey’e giderek, hayalindeki laboratuarı kurdu. Çok iyi donattığı bu laboratuarda yeni deneyler yapmak ve ticari değeri olan yararlı keşiflerde bulunmak istiyordu. Günümüz sanayi alanında gittikçe gelişen laboratuarların öncüsü olan bu laboratuar, Edison’un sonra ki başarılarında büyük yeri oldu. Telefonu ilk keşfeden Alexander Graham Bell’in orijinal sistemini büyük ölçüde geliştirerek, kömür taneli bir telefon yaptı.

İkinci buluşu ise gramofondu. Bu buluşu, basında büyük yankılar uyandırdı, kendisinden sihirbaz ve büyücü olarak bahsedilip arşa yükseltildi. Oysa tüm bu başarıları alt yapısı olmayan bilgi ve iradesiyle değil, gözlemleneceği üzere kaderin hakkındaki yazgısıyla yapıyordu. Daha sonra herkesçe bilinen akkor flamanlı ampulü geliştirerek, piyasaya sürdü. Edison, elektrik alanında kendinden önceki araştırmacıların yolundan ayrılarak, bambaşka bir yöntemle, ampul ile geniş ve parlak bir aydınlatma sistemini keşfederek, dünyanın aydınlanmasına aracı oldu.

New York’ta ilk ticari elektrik santralini kurdu. Santralleri Amerika genelinde yaygınlaştıran Edison, kendine ait holding patenti altında şirketlerini birleşerek, dünyanın en büyük dev şirketlerinden biri olan “General Electric”’i kurdu.

Edison’un akıllara durgunluk veren hayat biyografisinde gelişen akış sürecinde olmayan okulu, yalnızlığı, yoksulluğu, dışlanmışlığı ve doruksal yücelebilmesinin mantıksal imkânsızlığı, daha çocukken başlayan serüveninden açıkça anlaşılmaktadır. Bu başarı ve keşifleri sağlayabilecek akademik bir eğitim almadığı gibi, zaruri normal eğitimi dahi edinmemiş olması, arkası ve sermayesi bulunmaması; eğitsel pozitivizme ve akılcılığa dayalı tüm anlayışların çökmesine neden olmaktaydı. Akademik temelli hiçbir bilgisi, görsel bir eğiticisi, torpili, soyluluğu ve destek verici sermayesi olmaksızın çocuk yaşta keşifler yapması, gazete çıkararak yazılarını kendi yazması, trenlerde gazete satarken dövülerek sağır kalması, yoksulluk çekmesi, yaptığı icattan para kazanamaması, aç ve sefil bir halde arkadaşının yanında sığıntı olarak yaşaması, bir anda inanılmaz bir değişimle asırların buluşunu gerçekleştirip yücelmesi, mucitler mucidi olarak o devrin en popüler bilgesi, zengini ve harika çocuğu olması; kaderin inanılamayan yazgısından başka ne olabilirdi?

İşte sağır, eğitimsiz ve yoksul bir çocuğun akıllara durgunluk veren harikalığı, işte akademik unvanlılar ve popüler okullar…

Onüç bilinmeyenli bir denklemi matematiğin bilinen dört ana işleminden farklı beşinci bir işlem keşfederek imkânsızı başaran, yüzyıllar önce geliştirdiği mekanizmalarla günümüz gökdelenlerine yön verip kullanılan sistemlerin bulucusu bir deha, okulsuz bir Sinan…

Uygarlığın gelmiş geçmiş en büyük ve önemli dâhilerinden Mimar Sinan, Erciyes dağının püskürtüp lâvların oluşturduğu magma tabakasının üzerine kurulu bir köyde doğarak yetişti. Doğal olarak burada yaşayan insanlar, Selçukludan günümüze dek geçimlerini taş işçiliği yaparak sağlarlardı. Mimar Sinan devşirildiği güne, yani yeniçeri ocağına alınana dek bu işle uğraştı. Taşlara şekil vermeyi ve onlara sevgi katarak konuşmayı çocuk yaştan beri biliyordu. Hiç okula gitmemiş ve akademik bilimsel hiçbir eğiticisi olmamıştı. Kendisi devşirildikten sonra dülger (marangoz) olarak çalışmaya başlaması da bunun açık bir kanıtıdır. Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim zamanında sadece dışarıdan değil, Anadolu’dan da asker devşirmeye başlanmıştı. Bu uygulama sonucu Mimar Sinan 22 yaşındayken İstanbul’a geldi, burada okuma yazmayı öğrenmeye başladı.

Yavuz Sultan Selim zamanında düzenlenen Çaldıran seferinin ardından Mercidabık savaşlarına katıldı. Yavuz Sultan Selim’den sonra başa geçen Kanuni Sultan Süleyman’la beraber Rodos ve Macaristan seferlerine katılan Sinan, kendini ilk kez yine Macaristan seferinde kanıtladı. Karaboğanda, Prut nehrinden karşıya geçmek için köprü yapmak gerekiyordu. Ordudaki mimarların yaptıkları köprüler sürekli çökünce, o sırada henüz “Atlı Sekban” (süvari) olan Sinan, köprüyü yapabileceğini söyledi. Nehrin kıyısı kil olduğu için köprülerin çöktüğünü fark eden Sinan, bir plân yapıp, 13 günde büyük ve yüksek bir köprü yaptı. Acaba günümüzün övünülen bilim ve teknolojisiyle; bataklık bir zeminde, birkaç gün içinde böylesi bir köprü başarılabilinir mi? Burada Sultan Kanuni’nin dikkatin çeken Sinan, yapılacak doğu seferindeki gemilerin inşalarıyla da görevlendirildi ve başarısı onu Hasekilik’e yükseltti. (Hasekilik; yeniçeri ocağında itibarı yüksek olan bir rütbe…)

Uzman ve akademik mimarların başaramadığını okulsuz Sinan başarıyor, müthiş projelere imza atıyor ve hiçbir tecrübesi olmadığı halde köprüler ve gemilerin inşasını dahi yapabiliyordu.

Sinan’ın asıl verimli olduğu dönem, 1539’da Mimarbaşılığa (Bayındırlık Bakanlığı) tayin edilmesinden sonra başlar. Artık dehasal sanatını göstermesi için elinde namütenahi yetkiler vardır. İşte bu dönemden sonra Mimar Sinan, dünyayı gıpta ettiren ve hala etkisi sürdüren tam 400 muhteşem eser yaparak, akılları durdurdu.

Matematik ve fizik kurallarını darmadağın eden öyle eserler başardı ki; bir gün, Selimiye Camiinde yere uzanıp kubbeye gözlerini diken Japon mühendis hayretler içinde kalıp transa geçerek, “Bu imkânsız, ben yılların mühendisiyim, bu kubbe var olamaz, ben hayal görüyorum. Bu kubbenin orada durması fizik ve matematik kurallarına aykırı. Bu imkânsız, orada hiçbir şey yok, orada hiçbir şey yok” diye sayıklayarak, ne antik çağdaki bir mabet de ne de günümüz mimarisinde 31.25 metre çapındaki bir kubbenin olmadığı ve olamayacağı karşısında kendini kaybetmişti.

“Raylı sistemi” ilk bulan ve dünyaya fikir veren Mimar Sinan; gevşek zemin üzerine inşa ettiği o muhteşem camileri ve yüksekliği 80 metreyi bulan minareler otoriteleri şaşkınlığa çevirmişti. Herhangi bir sarsıntı sırasında camilerin sabitlenmeyip, aksine yerinde oynaması, neden birçok deprem ve selde yüzyıllarca yıkılmadığını ortaya çıkarmıştı. Minarelerin ise çok daha gelişmiş bir raylı sistem mekanizması üzerine oturulduğu ve her yöne yaklaşık 5 derece yatabildiği tespit edildiğinde ise, araştırmacılar neredeyse hafızalarını yitireceklerdi.

Mimar Sinan’ın olağanüstü sistemleri karşısında sahip oldukları bilgi ve teknolojilerinin birer çöpten ibaret olduğuna karar veren özellikle Japonlar, aylar harcayarak Sinan’ın sırlarını çözmüşler, Japonya’ya döndüklerinde Sinan’ın dâhi tekniklerini uygulamaya sokarak, şehirlerini Sinan’ın sistemleriyle kurup, o muazzam ve sağlam köprü ve gökdelenleri dikmişler.

Yapıları sağlaştırmak maksadıyla temellere konularak sabitleştiren ve en son teknoloji olduğu ileri sürülen “metal kelepçeler”’in, kaç yüz yıl önce Sinan tarafından tatbik edildiğini biliyor musunuz?

Unutulmamalıdır ki, şu an gelişmiş ülkelerin gökdelen ve raylı köprü yapımında kullandıkları sistem, yüzyıllar önce Sinan’ın keşfedip uyguladığı mekanizmalardır.

Ne acı ve aşağılayıcı bir durumdur ki, Türk bilim adamları, yardım dilendikleri yabancılar gibi kendi dehasının tekniğini araştırarak çözmek yerine, yapıları onlara yaptırabilmektedirler.

Günümüzde ise okulsuza ve diplomasıza değer vermeyen akademik balonlar, her şeyi kendilerinin bildiğini ve yapabileceğini düşünür ama bir çivi çakmayı dahi beceremeyip, unvanlarıyla yabancıların artığına muhtaç kalırlar…

Görsel hiçbir eğitim almayan sıradan bir taş işçisinin, 15. yüzyıl şartlarında günümüz bilimine, teknolojisine, çağına, sanatkârlarına ve akademisyenlere meydan okuyan eserler üretebilmesi, kimin öğretisi ve yönlendirmesiydi?

Modern çağın akademik zekâları ve teknolojik imkânları yanında, Mimar Sinan’ın ilkel olanaklarla gerçekleştirdiği inanılmaz başarılarına hâlâ ulaşılamamakta ve eserlerinin bir örneği dahi yapılamamaktadır. Yıllardır üniversitelerde eğitim görerek, iltifatsal ödüllere kavuşmuş bilim çevrelerinin hâlâ çözemeyip keşfedemedikleri statik hesapları, en ince ayrıntılarına kadar hesaplayarak akılları durduran okulsuz Mimar Sinan, mutlak iradenin mucizevî örneklerinden biridir.

Bugün, dünyanın birçok üniversitelerinde onun teorileri öğretilmekte, adı, kürsülere ve üniversitelere verilmekte ve yapılar, onun öğretilerine göre inşa edilerek şekillenmektedir.

Eğitsel muhakeme yeteneğine haiz olduğu iddia edilen biyolojik beyinler, çağın şartlarına göre çok daha ilerlemeleri gerekirken, neden geriliyor, geçmiş eserleri önemseniyor ve tüm uğraşılara rağmen benzerleri dahi yapılamayarak, o sağlamlık ve estetik verilemiyor? Öyle ki termitlerin başardığını beceremeyen kafatası yığınlarından ne beklenir ki?

Aslında okul amaç değil araç olmalı; eğitim ve eğiticiler mutlaka sorgulanmalıdır…

“Bir şeyi ezberlemektense her türlü cezayı çekmeye razıyım.”
Einstein.

Tüyleri yolunmuş sıska bir kaz gibi
Titrek bir sesle sordum kendime
Okuduğum bütün o her şeyin
Yarayıp yaramayacağımı işime
Maxwell

Hiç yorum yok: