12 Ekim 2009 Pazartesi

Kör, sağır ve duyarsızlar…

Yaratıcı, yarattığı insanoğlunun ne kadar nankör, hain, tatminsiz ve şükürsüz olduğunu vurgulayarak; Araf Süresi 179. ayette “gözleri olduğu halde göremediklerini, kulakları olduğu halde işitemediklerini ve kalpleri olduğu halde gerçekleri kavrayamadıklarını” buyurarak, “işte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar” aşağılamasıyla, bizzat yaşadığımız bencil ve barbar dünyanın insaniyetsiz ve riyakâr durumunu ortaya koymaktadır.

Hilkatte birer eş olan insanların insan olabilme erdemliklerini yitirerek, yücelttikleri benlikleri doğrultusunda doyumsuzluğa ulaşmaları, ısrar ve inatla kendilerinden başka hiç kimseyi dert edinmeyip adalet ve merhamet gözetmeyerek, “hep bana” ya da “daha iyi” mantıklarıyla fütursuzca yollarında ilerlemeleri, başa gelen felaketlerin haklı bir gerekçesidir.

“Etrafta neler oluyor” muhakemesi gütmeyenlerin insaflı olabilmeleri ve şükredebilmeleri mümkün değildir.

Bir kanalda izlediğim “Asya Geçidi” adlı belgesel filimdeki hayat koşulları öylesine meşakkatli, dayanılması ve sabredilmesi mümkün olmayan bir zorluktaydı ki, kentlerdeki insanlar misali yaşamlarına lanet edip isyan etmesi gereken kadın ve erkekler; sevinçle fevkalade mutlu olduklarını ifade ederek, kendilerine nimet bahşettiklerini sandıkları tanrılarına şükretmek suretiyle ürünlerinin en iyi kısmını önce onlara sunuyor, sonra bin bir güçlükle sarp dağ ve tepeleri iki hafta yahut daha fazla gibi uzun bir sürede aşarak, pazarda ihtiyaç duydukları temel ürünlerle takas ediyorlardı.

İşte mutluluk, nerede zenginlik…

Tibet’in Himalaya dağlarının eteklerinde tuz üreten kadınlar, kuyulardan yaklaşık 50 lt. ağırlığındaki tuzlu suları aklı almaz bir güç ve beceriyle çıkarıp, onlarca metre taşıyarak tuz tavalarına döküyorlar. Öyle ki bu işlemi günde yetmiş, hatta kimi zaman yüzeli kez yaparak, geçimlerini sağlayan tuzu binbir zahmetle üretiyor ve çuvallıyorlar. Eşleri de tuzları kimi zaman iki hafta, kimi zaman üç ay süren bir yolculukla pazarlara götürüp, tahıl ya da başka bir ihtiyaç maddesiyle takas ediyorlar. Tüm bu zorlu dolaşımı yürüyerek gerçekleştirmekte, mallarını ise boğaya benzer yakların sırtında taşıyarak; gece-gündüz, buz, soğuk ve yağış demeden o ölümcül uçurumların ve dağların yamaçlarında cambaz misali gidip geliyorlar. Görüntüsü bile kentteki insanı ürküten bu cehennemsi şartlardan hiçbir şikâyette bulunmuyor, sahip olduklarından dolayı ilahları Buda ve Gökyüzü tanrısına şükrederek, peşinen zekâtlarını veriyorlar. Teknolojinin hiçbir esintisinin dahi olmadığı hayatlarını her türlü sıkıntı ve kaostan uzak geçirerek hallerine şükretmeleri, mutlak bir ibrete şayandır.

İşte ilkellik, nerede uygarlık…

Yoksa insanları bunalıma, çatışmaya, doyumsuzluğa, bencilliğe ve bilumum kötülüğe iten kentleşme ve teknoloji mi?

Beterin daha beteri olabileceği gerçeğini akıllarına ve kalplerine nakşetmeyenlerin bitmez tükenmez ağıtları, yaşamları hem ruhen hem de fizikken işkenceye dönüştürmektedir.

Bir saniye sonrası meçhul hayatın bilinciyle hareket edenlerin fukaralığı ya da işçiliği asla bir sorun teşkil etmemekte, bulduğu bir somun ekmekle içeceği bir kâse çorba ve yatıp uyuyacağı bir döşekle öylesine huzurla hamd ediyorlar ki, başkalarının ne zenginliği ne de kozmetikliği onları etkilemiyor, buldukları nimetin minnetiyle yetinebilmenin huzurunu tadıyorlar.

Bir gün eşim, yanına yardımcımı alarak fakir bir mahalleye zekât dağıtmaya gitti. Yolda çöpleri karıştıran yaşlı bir adam görünce, ona da nakdi ve yiyecek yardımı yapmak isteyip, adamın yanına yaklaştılar ve niyetlerini ifade etmeleri üzerine o yaşlı adam; “şükürler olsun sağlığım yerinde ve ben rızkımı temin edebiliyorum. Siz o yardımı, benden daha kötü durumda olanlara verin” dedi. İşte insanlık erdemini yücelten böylesi bir inanç ve duyguyla bütünleşmiş toplumlarda bencillik ve tatminsizlik var olamaz, isyan eden değil, şükredenlerin egemen olduğu huzur ve barışın keyfi sürülür.

“Daha iyisi”’nin sonu yoktur. Hırs, açgözlülük ve isyanla talep edilip “insanca bir yaşam” mazeretiyle masumlaştırılan “daha iyi”; mutsuzluğun, huzursuzluğun, kargaşanın ve sıkıntının birebir nedenidir.

Çağdaş şöhretiyle dayatılan yaşam standardının tamamen kapitalist ve pornografik bir manipülasyon olduğu, insan fıtratının acımasızca sömürülerek; Yaratıcı’ya, kadere ve ecele meydan okuma ütopyasının ustalıkla işlenip nefislere galebe çaldırmasıyla doğumdan ölüme dek süren süreçte isteklerin sonu gelmemekte, dolayısıyla şikayetler son bulmamaktadır.

Şükretmeyi ilerlemenin engeli ya da kalkanı gören çağdaşlar; benlikleri kudurtmalarından toplumda meydana getirdikleri depresyonları ve yağmayı hiç hesap etmemekte, böylece kötülükleri üreten bir felaket olduğu gerçeğini görmemezlikten gelerek; huzuru, güveni ve en önemlisi insani değerleri baltalamaktadırlar.

İnsanı hayvandan ayıran şükür, mutluluğun ve barışın yegâne ilacıdır.

“Bozulduğu zaman, insandan daha korkunç yaratık yoktur.” SOPHOKLES

Hiç yorum yok: