24 Ekim 2009 Cumartesi

İşte dehalar, nerede okullar…

Yazıma başlamadan önce; fevkalade önem arz eden ve aç gözlü fırsatçıların üste çıkamak maksadıyla birbirine saldırdığı şöhreti “Kürt açılımı” olan gelişimle ilgi görüşlerimi ifade etmek istiyorum.

Aldığım bir prensip kararı gereği fırsatçı, sömürücü, gaddar, ayrılıkçı ve işbirlikçi politikacı ve gazetecileri muhatap almayacağımdan, zulümden kaçan Kürt kökenli vatandaşlarımızın vatanlarına dönmelerine ancak HOŞGELDİNİZ diyorum.

Ülkeyi kanla sulamaya ramak kala deşifre edilerek, yakalanan acımasız ve amansız Kemalist Ergenekon Terör Örgütüne sahip çıkan sinsi ve ayrılıkçı bozguncular; tehlikeyi taşeron PKK’da değil, onu üretip besleyen ETÖ’de ve putperest Kemalistlerin güttüğü laik devlette aramalıdırlar. Kendi vatanlarında aşağılanmadan ve dışlanmadan barış ve sükunet içinde yaşamaya gelen Kürtleri haris çıkarlarına alet eden politikacı ve gazetecilerin tamamına yakını görüş ve duygularında samimi değillerdir. Gerek iktidar, gerek muhalefet, gerekse DTP ve PKK içten ve yapıcı bir uzlaşıyı ve bütünlüğü düşünmemekte, iğrenç hesaplar içinde tahrikçi, bölücü ve fitneci yaygara ve gösterileriyle ağız dalaşı yapmak suretiyle riyakârlıklarını sürdürmektedirler. Dün olduğu gibi bugün de milletimiz lehine kalıcı bir menfaati değil, sadece kendi oportünist çıkarlarının peşinde koşarak; hem şehitlerimizi, hem Kürtleri, hem de vatanın diğer evlatlarını korkunçça sömürerek, yalanın, hilenin ve ihanetin sanatını icra etmektedirler.

Devleti tabelaya, milleti de yığınlara çeviren pespaye politikacı ve taşeron gazeteciler; Türkiye’nin birlik ve beraberliği, huzur ve güveni adına büyük bir felakettirler. Gerek PKK, gerek ETÖ, gerek mafya ve gerekse merhametsiz suçlular; bilinmelidir ki devletten aldıkları güç ve destekle etkilerini sürdürmektedirler. Yoksa devletin karşısında herhangi bir çapulcunun sarsıcı olabilmesi mümkün müdür? Ancak tabela devletlerinde milleti tehdit eden sorunlar baş gösterir. “Şehit eşi, çocuk, ana ve babaları!” başlıklı yazımda da açıkladığım gibi, ne PKK, ne ETÖ, ne de yabancı düşmanlar; politikacıların ve bürokratların yönettikleri devletin ihaneti olmaksızın varlıklarını asla sürdüremezler.

Politika; yalanlara inanmayı bilme sanatıdır. Bunun en ürkütücü ve korkunç yanı ise, doğrunun ne olduğunu öğrenme ve kabullenme zorunluluğuna benliğimiz müsaade etmediğinden, bir yalanın yalan olduğunu bildiğimiz halde inanmaya devam etmemizdir.

Yalanın temsilcisi politikaya son verilip, hakkın ve adaletin temsilcisi siyaset yapılmadığı müddetçe; iyi olan hiçbir şey varolmaz. Kötünün idare ettiği bir toplumda, iyi barınamaz…

Sonu ölüm olduktan sonra bunca eğitim, bunca hırs, bunca ödül, makam ve servet ne için? Muhakkak ölümden sonraki ebedi bir yaşam için olmalıdır ki, kalıcı ve geçerli bir kıymeti ve yararı olabilsin.

Dünyaca ünlü Hollandalı ressam Van Gongh, sıradan bir rahibin oğluydu. Ev sahibinin kızına yaptığı evlenme teklifi reddedilince bunalıma girdi. Dine önem vererek rahip olmak istedi, bu arzu ve istekle ilâhiyat okuluna girerek, dinine olan bağlılığı ve inancına rağmen başarılı olamadı. Sonra Brüksel’de ki bir rahip okuluna kabul edilen Van Gong, papaz olarak atandığı ilk görevinde kendisine çok acı veren ve Tanrı inancının sarsılmasına neden olan bir olaya şahit oldu.

Maden işçilerinin sefalet içindeki yaşamlarına derinden etkilendi ve varını yoğunu onlar için harcadı. Gördüğü gerçekler karşısında çok sevdiği Tanrı’ya olan güvenini ve umudunu yitirerek, büyük sarsıntı geçirdi. Tanrı’yı sorgulayarak, neden kimini refah, kimini sefalet içinde yaşatıp adaletli davranmadığını, neden maden işçilerine çektikleri sefaleti reva gördüğünü anlamaya çalıştı, ancak öğretileri temelnde bir türlü tatmin olamayıp, mantıksal bir çözüme ulaşamadı.

Günümüz insanları gibi sefaletin kişi iradesine ve iktidarın acizliğine bağlı bir sonuç olmadığı bilinciyle davranıyor ve bunun sorumlusu olarak Tanrı’yı görüyordu. Halbuki bağlı olduğu Hıristiyanlık ve dolayısıyla İncil, Kur’an’daki vahiy gereği rızkın Yaratıcı tarafından insanlar arasında dilediği gibi paylaştırılarak dağıtıldığı, bunun “bir bilgi”’ye göre “o kitap”’ta yazıldığı doğrultuda gerçekleştirildiği, dünyanın bir oyun, oyuncak ve aldatmadan ibaret bir yalan, bir yanılgı ve sabır yeri olduğu öğretilseydi, belki isyan etmeyerek teslim olacak, beterin daha beteri var gerçeğiyle şükredip, inancını yitirmeyecekti.

Eğer Tanrı inancı, imanla bütünleşmemiş bir değerde ise; kişinin Yaratıcı’yı sorgulayabilmesi ve isyan edebilmesi kaçınılmazdır. Çünkü bir boşluk, paradoks ve karmaşa vardır. İşte tahrip edilmiş din ve özgür irade güden anlayışların bir türlü yaşama adapte edemedikleri düşünceleri özden çıkılmasına, böylece benlik karıştırılmasından dolayı mutlak iradenin anlaşılmamasına; bencillik, isyan ve inkârlar yaşanarak, Yaratıcı’nın yanlış değerlendirilmesine neden olmaktadır. Maalesef, İslam referanslı din bilginleri de aynı yanlışı yapmakta ve Kur’an’a aykırı fetvalar uydurarak, tıpkı Van Gogh gibi inananların dinden çıkmalarına aracı olabilmektedirler.

“Nice hayvanlar var ki, (rızıklarını biriktirip yanında) taşımıyor. Çünkü onlarında, sizinde rızkını Allah veriyor. O, her şeyi işitir ve bilir.” Ankebut. 60

Van Gogh, yanlış öğrendiği Tanrı’ya olan inanç ve umudunu kaybetmenin ardından umutsuzluk aylarının hatırasını muhafaza edebilmek adına, yollarda yaya dolaşarak, önüne gelen her yere resim çizmeye başlar. Sonra dul olan kuzenine aşık olur ama onunla evlenemez. Daha sonra fahişe bir kadın ve çocuklarıyla birlikte uzun müddet birlikte yaşar. Bu sırada resim çizmeye devam ediyor ama kendi tekniğini hiç beğenmiyor, çok zayıf ve başarısız buluyordu. Tekniğini geliştirmek amacıyla Anvers akademisine yazılır, ancak okul disiplinini kabul etmeyip, her deha gibi oradan ayrılır. Çünkü eğiticilerin neredeyse tamamında üstünlük kompleksi mevcut olup, kendilerinden zeki, yetenekli ve bilgili öğrencilere tahammül edemez ve kuduran benlikleriyle onlarla çatışıp, otoritelerinin ardına sığınırlar.

Dikkat edilirse birçok ünlü bilim adamı, filozof ve sanatçılar; öğretimin totaliter müfredatından dolayı okullardan nefret etmiş ve hiçbir katkı sağlamadıkları gerekçesiyle okullarını terk ederek, bağımsız bir arayışa yönelmişlerdir.

Gerçekten okullarda öğrenilen onca ezberin pratikte hiçbir işe yaramayıp, harcanan zamana hayıflanan o kadar çok kişi var ki… Hatta batılı üst düzey yöneticiler dahi en ünlü üniveristelerde eğitim görmelerine rağmen, stratejileri ilk okul çağında öğrenmemelerinin pişmanlığını dile getirerek, hayatla örtüşmeyen ezbersel dolguların hiçbir işe yaramadıklarını itiraf ederler.

Van Gogh, çok hırçın ve agresif olmasından dolayı kimseyle geçinemiyor, yalnızda yaşayamıyordu. Yalnızlıktan sıkılıp beraber kalmaya başladığı bir meslektaşıyla münakaşa ederek kendi kulak memesini kesti. Hatta bu olayı resimleştirdi. Van Gong, uzun bir müddet akıl hastanesinde yattı. Her zamanki gibi başarı gösteremeyen falcı psikiyatrılar, durumunun umutsuz olduğunu söylediler. Daha sonra tabancayla intihar ederek kendini öldürdü.

İşte psikiyatr, nerede bilim…

Kardeşinin yardımıyla düzenlenen cenaze töreninde tablolarına büyük ilgi duyuldu. Böylece ölümünden önce adı dahi bilinmeyen ve beş para etmeyen tabloları onu açlığa ve yoksulluğa mahkum etmişken, ölümünün hemen akabinde bağımsız sanatçılar salonunda düzenlenen sergiyle üne kavuşması; nasıl bir aklın ve iradenin sonucuydu?

Van Gogh, resimlerinde gerçek yaşamı baz alarak insanı, Tanrı’yı ve ruhu yansıtmıştır. Ayrıca, insanın benliğini, korkunç tutkularını ve hırslarını resimlerle ifade etmeye çalışmıştır. Sokrat’ın söylediği gibi “Okuyabilirseniz her insan bir kitaptır.”

Açlık, yoksulluk ve yalnızlıktan sürünen Van Gogh’un günümüzde 90 milyon dolara satılan her bir tablosu; üzerinde düşünülmesi ve irdelenmesi gereken bir ipucu değil midir? Ne dersiniz…

Dünyaca ünlü ressam, hakkında birçok şifreler ve gizemler üretilen Leonardo da Vinci, çok kısa olan okul hayatında okuma, yazma ve işlem yapmayı öğrendikten sonra, başka hiçbir şey veremeyeceği gerekçesiyle okulu bıraktı ve 14 yaşında bir heykeltıraşın yanında çırak olarak çalışmaya başladı.

Akademik bir eğitim almamasına rağmen, Da Vinci’nin ruhsal dehalığı fiziksel sınırlarını aştırarak; hem şöhrete, hem de belirgin yetenekler şeklinde gelişerek onu hiç düşünmediği ve tahmin etmediği çeşitli alanlara yöneltti. Böylelikle Da Vinci, ruhsal programı gereği deha basamağına kolayca yükselmiş bir ressam, aynı zamanda büyük bir heykeltıraş, bir bilim adamı, ünlü bir mimar ve hatta müzisyen olarak parladı ve üne kavuştu.

Geçmişteki her seçilmiş insan gibi, onunda başarıları çeşitli rivayetlerle abartılarak ve artarak devam etti. Fakat Da Vinci, iş edindiği ve büyük bir başarı ile yürüttüğü sanatına, hayatının önemli bir amacı olarak sarılmamış ve hiç ehemmiyet vermemişti. Neredeyse yaptığı resimlerinin büyük çoğunluğunu yarıda bırakarak tamamlamamasına karşın, fırsatçılar onun önemsemeyip bitirmediği tablolarına müdahale ederek, şeytani bir sunuşla insanları kandırmışlar ve zamanla astronomik değerler biçilmek suretiyle prestij ve ayrıcalık kazanmak isteyen kompleksli sözde sanatsever zenginlerin müzelerinde başyapıt olmuştur.

Ayrıca bilimsel konular üzerine yoğunlaşması; matematik, fizik, kimya, anatomi, hidroteknik ve astronomi ile uğraşması ve bu konularda üstün yetenek göstermesi, bilim ve düşünce adamlarını hayrete düşürüyordu.

Da Vinci, özde sanatkâr olmasına rağmen, sürekli yeni bilimsel araştırmalara meyletti ve yeni teknikler peşinde koştu. Bundan başka, askerlikle ilgili işlerde de çok usta ve bilgili biri olduğunu kanıtladı. Toplar dökmüş, top mermileri yapmış, kanallar açmış, bataklıklar kurutarak, günün uzman akademisyenlerine meydan okumuştu.

Ve günün birinde, Milano valisi Sfortza tarafından sarayın ses sanatçısı ve şairi olarak saray hizmetine alındı. Bu görevde bulunduğu sırada, daha önce yazmadan ve hiçbir hazırlık yapmadan şaşılacak kadar güzel şiirler okuması, bu şiirlere çok uygun ve güzel besteler yapması; şiirlerini, bizzat kendi buluşu ve yapısı olan bir müzik aleti ile çalarak bir opera sanatçısının ustalığı ile dile getirmesi, akılları büyüleyerek dondurmuş ve herkesi şaşırtmıştı.

Eğer ruhun, mutlak iradece nasıl bilgilendirildiği ve programlandığı gerçeği bilinmiş olsaydı, şaşılacak hiçbir şeyin de olmayacağı anlaşılabilecekti.

Daha çocukken, çok farklı bir teknik olan ve o dönemde hiç bilinmeyen yağlı boya ile resim yapmayı kendi kendine öğrenmiş, adı, Şorensa’nın ünlü ressamlarının yer aldığı “Kırmızı Kitap”’ta yer almıştı. 1478’de yaptığı basit bir resimde, kendini yansıtan bir genç, bir melek ve de mekanik parçalar çizerek, bilim alanında yapacağı çalışmaların ilk işaretini vermişti.

1476’da çok önemli bir olay oldu. Da Vinci, homoseksüellikle suçlanarak yargılandı. Erkek bir mankenle ilişkiye girdiği iddia edildi. Üzerine basarak tekrar vurgulamayı gerekli gördüğüm gerçek; Da Vinci’nin ünlü resmi Mona Lisa dahil, günümüzde muhafaza edilen ve paha biçilmeyen hiçbir resmi orijinal değildir, resimlerini tamamlamadığından ve değişik zamanlarda zarar görmelerinden birçok ciddi tadilâtlardan geçirilmişlerdir. Buna rağmen adını taşımasından tablolar özenle korunabilmekte ve yüksek değerler ödenerek el değiştirebilmektedirler. Her şey yalan ve sahte…

Bisikletin ilk taslağını çizenin Da Vinci olduğunu biliyor muydunuz?

Da Vinci gibi kehanetleştirilmiş bir dehanın, bir anda değişime uğrayarak, hayatının son yıllarına doğru serserice dolaşmaya başlaması, her şeyden ve herkesten kaçıp kurtulmak istemesi; ün,
şöhret, övgü ve itibardan nefret etmesi, her şeyi bilirken ve inanılmaz başarılarla ağızları açık bırakırken, hiçbir şey bilemez ve başaramaz hale dönüşü, bambaşka bir gelişme ve ibret alınması gereken mutlak bir dersti.

Da Vinci, Kral I.Francis’in kendisine tahsis ettiği Codex kalesinde önce felç geçirmiş ve iki yıl sonra da adı bilinmeyen bir hastalıktan ölerek, geriye, akılcı teorileri altüst eden müthiş bir yaşam biyografisi bırakmıştı.

Düşünüyorum da özgür aklı, iradeyi, uygarlığı, reformları, fiziği, bilim ve teknolojiyi tanrıymışçasına savunan aydınlar; neden asırlar öncesinin insanlarını referans alarak önemsiyor, fikirlerini, eserlerini, felsefelerini, bilgilerini ve tekniklerini ilâhsal mertebede yücelterek onların sırtından şöhret, kariyer, mevki ve rant edinme yoluna gidiyorlar?

Neden kendileri yeni bir şeyler üretip geçmişin üzerine çizgi çekerek onları aşamıyor ve iddia ettikleri muasır medeniyetin kanıtsal üyeleri olamıyorlar? Yoksa uygarlık denen şey, söylemde kaçınıp pratikte uyguladıkları bir geriye gidiş midir?

Büyük bilimsel keşiflerin ardında yatan öyküler, çoğu zaman göz ardı edilir. Dünyada gelişmelere neden olan buluşların ani beyin fırtınaları sonucu doğduğu düşünülür. Hâlbuki her şey, Mutlak İrade’nin "o kitap"ta ki düzeneğine göre gerçekleşmektedir. Üstün zekâlıların yenilgileri, aptalların başarıları, akademisyenlerin acizliği, okulsuzların dehalığı ve ortaya çıkan akıl almaz farklılıklar…

“(Resulüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” Âl-i İmrân 26

“Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.” Nisâ 53

Hiç yorum yok: