20 Ekim 2009 Salı

İnsan mı, yoksa hayvan mı üstün?

Yazılarımda Yaratıcımız ve Tanrımız Allah’ı ve vahyi referans göstermem kimilerini öfkelendirmekte, dolayısıyla irticacı, gerici, ilkel ve şeriatçı gibi yakıştırmalara muhatap kalarak, kendilerince aşağıladıklarını sanmaktadırlar.

Birer yaratık oldukları gerçeğini ısrarla reddedenlerin hayvanlarla bile kıyaslanamayacak bilgisizlik, düşüncesilik, yetersizlik ve hiçliklerini görmemezlikten gelerek böbürlenebilmelerini anlamakta zorluk çekiyor, aydınlanmanın ancak ya Aristo, ya Darwin, ya Atatürk ya da başka bir yaratıkça sağlanabileceğine dair sözde bilimsel ve çağdaşsal yaklaşımlara akıl erdiremiyorum.

Cennette yaşayan şeytanın benlik gütmesinden kovulup ebedi lanetlenmesine neden olan insanoğlunun yeryüzünün halifesi olarak yaratılıp yüceltilmesinin amacı, Furkan Süresi 77. ayette buyrulduğu üzere;“(Resulüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” hükmüyle açıklanmaktadır.

Oysa benlikleri arşa yükselmiş insan siluetindeki hayvandan daha aşağı sapıksı yaratıklar; ne düşünüyor, ne söz dinliyor, ne irdeliyor ne de edindikleri tecrübeleri sorgulayarak hayatın düzenini, anlam ve mahiyetini kavrayabiliyorlar.

Acaba kendilerinden yüzdebir yahut milyondabir cüssedeki hayvanların daha üstün bilgi ve meziyetlere sahip olduklarını öğrendiklerinde ne düşünecek, yükseldikleri arştan aşağı inerek, yerin dibine girecekler mi? Gelin, hayvanlar âlemini incelemeye devam edip, kimin galip ve egemen olduğunu öğrenmeye çalışalım…

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

Çölde yaşayan “kum akreplerinin” gözleri hemen hemen hiç görmez. Buna karşın her bir ayağının ucunda bulunan ve “milimetrenin milyonda birinden daha küçük titreşimlere” yol açan hareketleri bile tespit eden algılayıcıları sayesinde avlarını kovalayabilir ya da düşmanlarından kaçabilirler. Kelebek konması gibi, akrebin yakınındaki en ufak bir hareket kumda titreşim dalgası oluşturur.

Her iki dalganın yayılma hızları farklıdır. Akrep, bu iki dalganın kendisine ulaşma süreleri arasındaki farktan, ava olan mesafesini belirler. Avdan yayılan düşük hızlı dalganın, akrebin ava en yakın algılayıcısı ile en uzaktaki algılayıcısına ulaşmasından da avın hangi tarafta olduğu tam olarak belirlenir. Hatta bu son iki sinyal, akrebin tam bir hesaplama yapabilmesi için biraz geciktirilir. Ancak bu geciktirme süresi, göz açıp kapama süresinden bile kısadır. Nitekim iki sinyal arasındaki fark, saniyenin beşyüzde biri kadar ise, akrep saldırı için bir an bile beklemez.

Akrebin bir saniyede yüzlerce defa tespit ve hesaplama yapan alıcıları adeta bir bilgisayar ağı gibi işler. Bir bilgisayarın, hatta bilgisayarın tek bir işlemcisini yapan görsel aracı-tasarımcısının varlığı nasıl inkâr edilemiyorsa, akrebinde, tıpkı insan gibi bir tasarımcısı olduğu da o kadar aşikârdır. Bu tasarımcı, bütün canlıları yücelterek veya alçaltarak yöneten, yönlendiren ve yapmaları gereken şeyleri onlara yaptırtanın iradeleri değil Yaratıcıları Allah olduğu tartışılmazdır.

Devletlerin güvenlikleri adına fevkalade hayati önem verdikleri hava kuvvetleri, “düşmandan gizlenme yöntemleri” üzerinde yoğun çaba sarf ettikleri ve sürekli gelişime ihtiyaç duydukları modern çağın ‘olmazsa olmaz’ savunma ve saldırı araçları olan savaş uçakları için milyonlarca dolar dökmekte ve yıllarca süren araştırmalar neticesinde teknolojilerin ilerletilmesine çalışılarak, varlıklarını sezdirmeden düşman topraklarının en içlerine kadar sızabilme hedefleriyle kimi zaman başarıya, çoğu kez de başarıya ulaşamazlar. Çünkü “erken uyarı sistemleri” ile donatılmış radarlar, yüzlerce kilometre uzaktaki düşmanın en ufak bir hareketini tespit ederek, müdahalesel tedbirin alınmasına imkân sağlar.

Belki fark etmiyoruz ama burnumuzun dibinde beşeri teknolojilerden değeri çok daha yüksek savaşlar cereyan etmektedir. Ancak bu savaşlar uçaklar ve radarlarla değil, “yarasalar ile güveler” arasında geçmektedir. Bu iki canlı da, devasa uçaklarla boy ölçüleşemeyecek son derece zerrecik olmalarına karşın, onlardan çok daha etkili bir hedef tespit ve erken uyarı sistemine sahiptirler.

Yarasalar avlarının yerini bulmak için “ekolokasyon” adı verilen bir yöntemi kullanırlar. Ekolokasyon; yarasa, yunus ve balina gibi bazı memelilerin kullandığı biyolojik sonardır. Çıkardıkları çok yüksek frekanslı ses dalgalarının, etraflarındaki cisimlere çarpıp geri dönmesi olayına denir. Hayvanın çıkarttığı sesi kullanan bir aktif sonar gibi çalışır. Hayvan bu sayede karşısına çıkan cismin uzaklığını, biçimini ve boyutunu saptayabilir. Acaba bu doğal mucizeye sahip bir insan var mı, ya da böylesine hassas, hızlı ve hatasız bir teknolojiyi başarabilmiş midir?

Yarasa, sayısı saniyede 25 ile 60 arasında değişen ses dalgalarını çevresine yayar. Ses dalgaları, etraftaki cisimlere ve canlılara çarpıp yarasaya geri döner. Yarasa, geri dönen dalgaları yorumlayarak çevresi hakkında son derece detaylı bilgiler edinir. Sistem öyle kusursuzdur ki yarasa, gece karanlığında yakınındaki bir sineğin ne tarafa hangi hızla uçtuğunu tespit edebilir. Yeri belirlenen bir sineğin yarasa karşısında yapabileceği fazla bir şey yoktur. Oysa bazı güveler sineklerden çok daha üstündürler. Tıpkı bir kısım insanın veya ulusun diğerlerinden üstün olmaları gibi! Çünkü onlar, diğer güveler ve böceklerden farklı olarak, tıpkı AWACS uçaklarındaki gibi bir “erken uyarı” sistemi ile donatılmışlardır.

Noctuidae, Geometridae ve Arctiidae ailelerinden olan güvelerin kanatlarının altında bir “erken uyarı sistemi” gibi çalışan kulaklar bulunur. Bu kulaklar güve için son derece hayati öneme sahiptir. Güve kulakları sayesinde kendisinden 100 metre uzaktaki yarasayı duyarak yerini kestirebilir. Dahası yarasanın ortalıkta öylesine mi dolaştığını, yoksa kendisini hedef alan bir saldırıya mı başladığını belirleyebilir. Güvelerin kulakları, yarasaların yaydıkları çok düşük frekanslı ses dalgalarını algılayabilecek biçimde yaratılmışlardır. Böylesi akıl ve teknoloji üstü güce sahip hayvanlar için ne denebilir?

Bu durumda akılcı Aristotelesçileri, evrimci Darwinistçileri ve laikçi Atatürkçüleri hayvanlarla eşdeğer de tutmak, hayvanlara haksızlık olmaz mı?

Hayvanların da insanlar gibi rızkları, ecelleri, his, sezgi ve duyguları, düşünce ve davranışları, güven ve korkuları, dost ve düşmanlıkları, barış ve savaşları, görecekleri, duracakları ve karşılaşacakları olayları belirlenmiş ve “o kitap”taki programa göre düzenlenmiştir.

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” En’am. 38

"Ben hep gize baktım, gerçekliğin gizine. Bütün yaşamım boyunca, herkesin karşılaştığı bir soru aklımı kurcalamıştır: Yaşamın ve ölümün anlamı! Bu, aslında, başlangıçtan bu yana her düşünen hayvanın takıldığı tek sorudur. Düşünen hayvanlar, ölülerini gömen tek hayvandır, ölümü düşünen tek hayvandır. Karanlıklar içindeki yolunu aydınlatmak, ölüme uyum sağlamak içinde, yaşamı boyunca uyum sağlayan bu hayvanın elinde sadece iki ışık vardır. Birinin adı din, ötekinin adı bilim." Jean Guitton

Ancak insanlık tarihinin ilk cinayetini işleyen Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi üzerine; Habil’in cesedini ne yapacağı konusunda kara kara düşünürken, bir karganın toprağı eşerek kendisine yol göstermesiyle kardeşini toprağa gömmesi unutulmamalıdır.

Hiç yorum yok: