4 Ekim 2009 Pazar

Kocası zina yapan kadının zinası bir hükümdür…

Kadın-erkek arasındaki evlilik dışı gayrimeşru ilişkilerde “ırz ve namus” zincirinin sadece kadınlara vurulması, şeytan egemenli modern dünyanın bir ayırımcılığıdır.

Fuhuş, seks, cinsellik ve zinanın doğrudan kadını çağrıştırıp erkeklerin muaf tutulması, İslam dışında diğer dinler ve çağdaş anlayışlarda hoşgörüyle karşılanabilmekte, dolaysıyla her daim kadınlar mahkûm edilip, sosyal ve psikolojik açıdan dışlanmaktadırlar. Kadının gizli, erkeğin aşikâr zinaları ahlâkı çökertmekte, çeşitli yollardan dolaylı veya doğrudan nesiller etkilenerek, cinselliğin ve zinanın üstün olduğu sözde ilerici yaşam biçimi, gayrimeşru ilişkilere mazeret sayılabilmektedir.

Kadını bir seks ve şehvet objesi sunan uygar dünya, bir taraftan cinselliğini en dorukta sergileyerek şehveti fışkırtan ve zina yapan kadını ödüllendirmekte, diğer taraftan fuhuş gerekçesiyle iffetsiz olmakla damgalayabilmektedir. Oysa zina ile fuhşun nicelik bakımından hiçbir farkı bulunmamaktadır. Para, çıkar veya başka menfaatler karşılığı ilişkiye girenle, heyecansal bir zevk adına yapanların birbirlerinden farklı olduğu düşüncesi, zinayı masumlaştırma amacı güden bir manipülasyondur. Karşılığı her ne olursa olsun; sonunda her iki taraftın gayrimeşru ilişkileri, evlilik dışı gerçekleşen zinalar değil midir?

Ancak erkeğin zinası ve fuhşunun önemsenmeyip meşru karşılanması; aşağılanan ve ayırımcılığa tabi tutulan kadınların onurlarını kırmalı, gerekli müdafaasal tepkiyi ortaya koyarak, tek başlarına hedef olmaktan kurtulmalıdırlar. Oysa gericilikle küçümsedikleri ve kadını ikinci sınıf insan görmekle itham ettikleri İslam; erkek ve kadın arasında hiçbir tecride yer vermeyip, her iki tarafı da aynı suç ve cezayla yargılamakta, yaftalamakta ya da mükâfatlandırmaktadır. Böylece eşitliği tavizsiz ve kayırmasız uygulayan tek anlayış İslam’dır…

Evlilikteki sadakatin ihlali ve evli insanların kendi evlilikleri dışında cinsel ilişkiye girmeleri, devleti ve toplumu ayakta tutan ahlâkın hayati öneminden dolayı eşit bir adaletle hükmedilmesi gerekirken; sürekli insan dahi kabul edilmeyen kadınlar cezalandırılmış, zulmeden, aşağılayan, katleden ve işkence eden erkekleri doğuranın anneler olduğu gerçeği hiç vicdanları sızlatmayarak, kadına yapılan haksızlıklar yeri göğü inletmiştir.

Sosyal seviyesi yüksek kadınlar ile sokaktaki, yani varoşlardaki kadınlara bakış; erkekle kadının zinasındaki kayırımdan farklı değildi. Eski Yunan hukukunda evli bir erkeğin kendinden üst bir gruptaki kadınla cinsel ilişkiye girmesi zina ile suçlanmasına neden olabilmiş, ama halktan bir kadınla ilişkiye girmesi suç sayılmamıştı. Eski Yunan’da bir erkeğe edilebilecek en büyük küfür ona “kadın” demekti. Bir Yunan atasözü şöyledir: ”Kadının yanında iki kere mutlu olunur. Biri onunla evlendiğin gün, biri de onu toprağa verdiğin gün.”

Roma toplumunda zina yapan kadının babasına; hem kızını hem de sevgilisini suç anında öldürme, kocasına ise, karısını boşayıp sevgilisini öldürme hakkı verilmiş. Antik çağdan beri zina ya da fuhuş; evliliğe karşı bir suç, aile birliğine karşı bir tehdit olmuş, aldatılan eşin onurunun kırılması olarak yorumlanmıştı.

Babil'de kadın; evcil hayvanlar seviyesindeydi. Tıpkı günümüzün modern kadınları gibi vücutlarını teşhir etmek amacıyla ince gömlekler giyerek ilgi ve dikkat çekmek maksadıyla yürüyenlere fahişe denirdi. Erkek ya da kadınlar, eşlerini dostu ile birlikte idare ederlerdi. Biri bir adamın kızını öldürdüğü zaman, o da kızını diğerine teslim ederdi. Teslim alan kişi ister kendi malı gibi kullanır, isterse öldürürdü.
Çin'de kadın; insan değildi, kadınlara isim verilmez, sadece numara konularak, bir iki üç diye seslenilirdi. Kız çocukları, İslam öncesi Ortaçağdaki gibi uğursuzluk sebebi sayılırdı.
Hindistan'da kadın köledir. Bugün bile bazı erkeklere, özellikle Brahmanlar'a eşleri kul köle olmaktadır. Geleneğe göre bir Brahman'ın karısı erken kalkarak, yıkanmalı ve evi temizlemelidir. Ancak ondan sonra kocasını uyandırmalıdır. Kocasının yatağından belli bir mesafede, ayakta durup ellerini önünde kavuşturarak, "Selam Krişna"" der. İlk çocuğun doğumundan sonra ayrı odalarda uyurlar. Kadın, kocası öldüğü zaman hayat hakkı yoktu ve o gün ölmeliydi. Kadınlar kendi istekleriyle veya zorla, kocalarının cenaze ateşine atılarak diri diri yakılırlardı. Buna rağmen içinde bulunduğumuz yüzyılda dahi, dul yakma olayları devam edebilmektedir.

Tanrılarının hoşnut edilebilmesi için kadınların kurban edilmeleri; kızların daha küçükken, tanrılarına birer hediye olarak tapınaklara verilmeleri; resmi düğünlerde rahip veya zengin bir hami tarafından törenle kızlıklarının bozulmaları; taş bir sütun üzerine oturtularak, tapınak ziyaretçilerine bir ücret karşılığı sunulmaları gibi nice barbarlık ve sapkınlıklar… Ancak tapınak fahişeliği, dulların yakılması geleneği ile sona erdirilmişse de, adet ve geleneklerin günümüzde de devam ettiği, yabancı gözlemciler tarafından bildirilmektedir.

Manu yasalarına göre kadınlar, gece gündüz ailelerindeki erkeklere bağımlı tutulmalıdır. Eski Hind Hukukuna göre; felaket, tayfun, ölüm, cehennem, ejderha ve ateş, hiçbir zaman kadından daha kötü değildir.

Buda ise: "Eğer kadınları dinime kabul etmeseydim Budizm çok uzun zaman temiz bir şekilde devam ederdi. Bugün artık Budizm’in uzun zaman yaşayacağını zannetmiyorum. Zira bu dine kadın girmiştir." (Edyanu'l Hind 72)

Eski İsrail hukukunda, erkek ailenin mutlak hâkimidir. Yahudi kızları babalarının evinde bile hizmetçi konumundadır. Baba isterse onları satabilirdi. Boşanma hakkı keyfî olarak kocanındı. Kızlar miras alamazdı, ancak başka bir vâris olmadığı zaman babalarının mirasına hak kazanabilirlerdi. Yahudilerin her sabahki dualarında şu cümleler dikkat çekicidir: “Ezelî İlahımız, kâinatın kralı, beni kadın yaratmadığın için sana hamd olsun”

Eski İran’da kız kardeşle evlenmek caizdi. Kız kardeş, anne ve kan akrabalığının saygıya değer bir yönü yoktu.

İngiltere’de asırlar arası kocalar, karılarını satabilirlerdi. Kadın mundar bir yaratık sayıldığından İncil’e el süremezdi.

İslâmiyet’in doğuşundan önce Araplar da kadın; evlenme, aile kurma, boşanma düzeni ve miras hakkından mahrumdu. Kız çocuk ailede, maddi bakımdan bir yük, manevî bakımdan bir utanç vesilesiydi. Çünkü kız çocuğu erkek gibi savaşamaz ve ailenin şerefini koruyamaz düşüncesi hâkimdi. Bu yüzden baba kızını öldürmekte ve diri diri toprağa gömmekte serbestti.

Osmanlı’da kadın; özgüveni olan ve hak iddiasında bulunabilen güçlü bir saygınlıktaydı. 1717-1718 de Lady Montaque “Türkiye Mektupları” adlı eserinde Osmanlı’da kadınların Batı ülkelerinde olduğundan daha hür ve serbest olarak ömürlerini geçirdiklerini belirtir. Kadınlar; vali, belediye başkanı, emniyet müdürü ve kadıyı kovalayıp yakalarına yapışmak suretiyle hesap sorabiliyor, padişaha da: “Uyan ve bizi düşün, pahalılığa dayanamıyoruz, aç kaldık” diyebiliyorlardı. Haklı olan bir kadın, elinde taş ve sopayla bir nâzırı, yani bakanı kovalayabiliyordu. Karısını döven nüfuzlu bir erkek, küçük bir işaretle bütün bir mahalleyi karşısında bulabiliyordu. Günümüz cumhuriyetinde böyle mi?

Rus kadınları ziynete ve süse çok düşkündürler. Bu düşkünlük onları zengin adamların metresi olmaya itmekte, adam ölünce metreslerinden veya kızlarından biri seçilerek kurban edilir ve ölünün yakılacağı gün o da yakılır. Efendisiyle birlikte yakılacak kadın, ölünün akrabalarıyla birlikte çadırlarda cinsel ilişkiye zorlanır. Sonra da ölüm meleği adı verilen ihtiyar başka bir kadın tarafından öldürülür. Çarlık Rusya’da aristokrat ve zengin sınıf; kadınları cinsel obje olarak görür, orta ve alt sınıfın kızlarını da kendi ailelerinin mülkiyetinde sayarlardı. Eğitim, özgürlük ve evlilik seçimlerinden mahrum idiler.

Ekim 1917 devriminde Lenin, kadınlara “kapitalizmden ve ev sömürüsünden olmak üzere çifte kölelikten kurtulmayı vaat etti ve özgür aşk” kavramını ortaya attı. Evlenmeler ve boşanmalar kolaylaştı, doğan çocuklar devletin mülkiyetine alınmaya başlandı. Hatta kadının kamulaştırılması bile gündeme geldi. “Özgür Aşk Büroları” kadınları, kölelikten kurtaracak yerde, onlara saldırı ve tecavüz olaylarını artırdı. Vlademir şehrinde yayınlanan bir emir şöyle idi: “18 yaşına gelen her genç kız devlet mülkiyetine geçer. Bu yaşa gelen her kız özgür aşk bürolarına kayıt yaptırmalıdır. 19-50 yaş arası bütün erkekler devletin çıkarı uyarınca kayıtlı kızlardan birini-kızın rızası alınmaksızın- kendine eş olarak seçebilir. Bu seçimler ayda bir kez yinelenecektir. Bu tür birleşmelerden doğan çocuk devletin mülkiyetinde olacaktır”. Oysa Sovyet Anayasası’nın 122. maddesinde “kadın; iktisadi, siyasi, kültürel, idari ve toplumsal faaliyetlerin her alanında eşit haklara sahiptir” diyordu.

Hıristiyanlıkta ise kadın; kötülüğü, şeytana uyma ve ayartmacılığı temsil eder. Çünkü, Hz. Adem’e haram meyveyi yedirterek cennetten kovulmasına ve böylece insan neslinin günahkar olmasına sebep olan bir kadındır. Bundan dolayı Hıristiyanlık evlilikteki cinsel ilişkiyi günah ve kirlenme saydığından, rahipler evlenmezler. Aziz Augustin’e göre; “insanın kendi karısı veya bir fahişe ile cinsel ilişkiye girmesi arasında maddi bakımdan bir fark yoktur.” İki asır sonra Papa Grégoire, Agustin’in bu fikrini onaylayacaktır. Ünlü Hıristiyan ilahiyatçısı Clément’e göre; “kadın kadın olmaktan dolayı utanmalıdır.” İşte bu günah işleme ve kirlenme duygusudur ki, birçok kişinin evlilikten kaçmasını sebep olmuş ve birçok kadın da kurtuluşu manastıra kapanmakta bulmuştur.(Lewinsohn, s. 102) Zira temizlik sembolü Hz. İsa’nın nişanlıları ve eşleri olacaktır. Hz. İsa temizlik sembolüdür. Çünkü Hz. Meryem onu bakire iken yani cinsel ilişkiye girmeden doğurmuştur. Öyleyse yapılacak tek şey vardır. O da Bakire Meryem gibi temiz ve iffetli kalmaktır.

Hıristiyanlık evliliği meşru saysa da cinsel ilişkiyi günah saydığını; bugün Katolik kiliselerindeki evlenme törenlerinde okunan duadan da anlayabiliriz. “Günahla düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana gebe kalırken.” Hıristiyanlık tarihi kadın açısından oldukça olumsuz olayların var olduğu zalim ve acımasız bir tarhtır. VI. Asırda Azizler ve papazların hâkim olduğu mason meclislerinde; kadının ruhu olup olmadığı tartışılmış, bir oyun dışında ruhunun olmadığı kabul edilmiştir.(Bobel, s. 4 6)

Kilise, büyücülük gerekçesiyle yaklaşık iki milyon kadını katletmiştir. XIII. asırdan itibaren Hıristiyanlık, insanlığın başına korkunç bir felaket hazırlamıştır. Şeytanla cinsel ilişkiye giren, böylece insanlar arasında kötülüğü ve fuhşu yaymak isteyen büyücü kadınlardan dünyanın temizlenmesi görevini üstüne alan kilise, büyücü avına çıkararak, on binlerce masum kadının diri diri yakılmasına veya suda boğulmasına sebep olmuştur.

Papa VIII. İnnocent, büyücü avını meşrulaştırmak için iki müfettişini görevlendirerek bir kitap hazırlatır. Kitabın adı “Malleus Maleficarum” (Büyücüleri ezen balyoz). İlk baskısını 1487 de yapan bu kitap 1669 da 28. baskıya ulaşır. Kitap, muhakeme usulü hakkında yöntemler de içerir. Müfettiş kadına 35 soru sorar. Daha ilk soru, onu ateşe mahkûm etmeye kâfidir. İlk soru şöyledir: Büyücülere inanıyor musun?”. “Evet” derse, bunun anlamı büyücülerle ilişkisi olduğudur. “Hayır” derse bu sefer de dinsiz olmuş olacaktır. Israrı halinde işkence masasına yatırılır, aleyhlerinde şahitlik etmesi için, düşmanı olan diğer büyücüler çağrılır. Hâlâ suçluluğu üzerinde şüphe varsa, o zaman ilahî hükme başvurmak gerekecektir. Bunun için de elleri ve ayakları bağlanıp suya atılacaktır. Batarsa, büyücü olduğunu gösterir. Batmazsa o zaman da büyücü olduğunun delilidir. Zira vaftizindeki su onu reddetmektedir. Kısaca o devirde büyücü olarak adı çıkmış kadının ölümden başka şansı yoktu. VI. Alexandre, II. Jules, X. Leon gibi Rönesansın ünlü Papaları bu eserin geçerliliğini memnuniyetle onaylamışlardır. İngiltere’de bir sakson hakim; “Kitab- Mukaddes”i 53 kez okuduğunu ve bu arada 20 000 büyücüyü ölüme mahkum ettiğini övünerek söyleyebilmiştir. (Lewinsohn, 134-135; krş. Akdemir,, s . 2 52)

Çağdaş medeniyetini örnek aldığımız Batı düşüncesinde kadınını değeri, maalesef ürkütücü ve sarsıcıdır. Batı dünyasında yetişmiş Ortaçağ Yeniçağ ve Modern çağ’ın birçok düşünürü kadın konusunu ele almış ve olumsuz bakış açıları, nasıl olmuşsa, batıdan dem vuran kadınlarımızın dikkatini çekmemiştir.

Kendi sistemi içinde kadın konusunu ele alan Ortaçağ’ın Batılı ünlü düşünürlerinden Malebranche (1638-1715) “Hakikatin Araştırılması” isimli eserinde; “…Şehvet, cinsellik ve zevke ait her şey, kadınlara kalmış bir iştir. Ancak, genel olarak araştırılıp bulunması biraz güç hakikatleri kavramak, kadınların elinden gelmez. Soyut olan her şey, onlar için anlaşılmaz bir şeydir…” diyerek, onların soyut gerçekleri anlayamadıklarını ve böyle bir yetenekten mahrum olduklarını iddia eder. “İrâde ve Tasavvur Olarak Dünya” adlı eserin yazarı XIX. Asrın ünlü Alman filozofu Schopenhauer (1788-1860), kendi pesimist (karamsar) felsefesinde kadına da bir yer bulmuş ve “…Kadınlar, kendi gönüllerince hayal ederler ki erkekler para kazanmak ve kadınlar da bunu harcamak için yaratılmışlardır.” Schopenhauer, bir başka yerde şunları söylemektedir: “…Arslanın dişleri ve pençeleri vardır, filin ve yaban domuzunun büyük dişleri vardır; boğanın boynuzları vardır, mürekkep balığının da, çevresindeki suları bulandıracak mürekkebi vardır. Fakat tabiat kadına, kendini savunmak ve korunmak için riyakârlık vermiştir… En zarifinde olduğu kadar, en aptal kadında da riyakârlık, fıtrîdir. Bu sebepledir ki, mutlak olarak dürüst ve samimi bir kadına rastlamak hemen hemen imkânsızdır…”

Ünlü Alman filozofu Friedrich Nietzche (1844-1900) kadın konusunda fikrini şöyle beyan etmiştir: “Kadınla konuşacağın zaman kırbacı eline almayı unutma”

Kadının eşitliği ve özgürlüğü hususunda görüş ileri süren Batılı yazarlar, ferdî ve toplum hayatında onların eşit olmadığını söylerken, özgürlük hususunda da onu nasıl kullanacağı bilgisinin kadına verilmesi gerektiği kanaatindedirler. Meselâ Pierre-Joseph Proudhon (1809-1865): “ Erkek ve kadın Mutlak’ın önünde denk olabilirler. Onlar hiç eşit değildirler, onlar ne ailede ne de şehirde eşittirler.” Kadının özgürlüğünü dile getiren Emile Zola ( 1840-1902) da şunları söylemiştir: “ Kadını özgürlüğüne kavuşturmak harika bir şeydir. Ama her şeyden evvel özgürlüğün nasıl kullanılmasını ona öğretmek gerekecektir.” XVI. Asrın ünlü Fransız yazarlarından Molière (1602-1673); “Demir kafesler ve kapı sürgüleri kadınları ve kızları namuslu yapmaz” Montaigne ise; “Bir kadın için en faydalı ve en onurlu bilim ve meşguliyet, ev işleri bilimidir” demiştir.

Batılı düşünürlerden bazıları “kadın-kilise” ikilisi hakkında pek olumlu kanaat sahibi değildirler. Bunlardan Charles Baudlaire (1821-1867), “Kadınların kiliselere girmelerine izin verilmiş olmasına her zaman şaşırmışımdır. Onlar Tanrı ile hangi diyalogu kuruyorlar?” Armond Salacrou (- 1899) da: “Papazlar günah çıkartan kadınları dinledikleri zaman evlenmemiş olmakla teselli buluyorlar”

Kadının tabiatı konusunda kalem oynatan yazarlar ve düşünürler onu daha ziyade menfi sıfatlarla tavsif etmektedirler. Meselâ Tristan Bernard ( 1866- 1947); “Kadın kadının kurdudur.” Jules de Goncourt (1822-1896); “Kadın aptal görünmemeyi çok iyi becerir.” Jules Renard (1864-1910) da; “Kadınlara en fazla zevk veren şey, zekâları üzerine yapılan bayağı bir pohpohtur.” Charles Baudelaire (1821-1867); “Kadın ruhla bedeni ayırmayı bilmez.” Jules Renard (1864-1910): “Şayet kadınların hoşuna gitmeyi istiyorsanız, onlara, sizin olduğu söylenen şeyi istemediğinizi söyleyiniz.” Chamfort (1741-1794), kadınla erkeği birbirlerine karşı besleyebilecek kötü düşünceler açısından karşılaştırmakta ve şöyle söylemektedir; “Bir erkek kadınlar hakkında ne kadar kötü düşünürse düşünsün, hiçbir kadın yoktur ki, ondan daha da kötüsünü düşünmemiş olsun.”

İnsan tabiatının önemli yönlerinden biri hiç şüphesiz kıskançlıktır. Bu açıdan kadına bakan André Suarès (1868-1948); “Kadınlar her şeyi kıskanırlar hatta mutsuzluğu bile” Bunun yanı sıra George Courteline (1860-1929) kadın tabiatına bir başka zaviyeden bakarak hükmünü verir: “Kadın kendisi için yapılanı asla görmez o ancak yapılmayanı görür.”

Batı düşüncesinde kadın tabiatı ele alınırken onun güzellik ve zekâ yönü ile kadının hareketliliği ve konuşkanlığı da ihmal edilmez. Montesquieu (1689-1755); “Genç kadınlarda güzellik zekâyı telâfi eder, yaşlılarda ise zekâ güzelliği ikmâl eder” Voltaire (1694-1778)’e göre; “Kadınlar rüzgâr güllerine benzerler. Paslandıkları zaman sabit kalırlar.” Guillaume Bouchet (1514-1594) de : “Kadınları konuşturmanın bin yolu vardır ama susturmanın bir yolu yoktur.”

Kadına; sanıldığı gibi özgürlüğü ve saygınlığı Batının değil İslam’ın getirdiği “Cennet anaların ayakları altındadır” hadisi şerifiyle kanıtlanmış, İslam’ın kadına tanıdığı eşitsel bakış açısından dolayı Batı’da ve dünyanın diğer medeniyetlerinde kadına reva görülen aşağılanma etkisini kaybetmiştir. Kur’an, küfrü imana tercih eden baba ve kardeşin veli ve dost edinmemesini emrederken, kadın olan anayı öyle korumuş ve kutsallaştırmış ki, hiçbir ayette aleyhine tek bir hüküm vermemiştir. Ayrıca kadın ile erkek arasında hiçbir ayırım gözetmeyerek eşit davranmış, ceza ve mükâfatta adaletten ayrılmamıştır.

Modern dünyada zina eden evli bir erkek hoş karşılanırken, zina eden evli bir kadın ise namussuzlukla suçlanabilmektedir. Oysa Kur’an; zina eden evli bir erkeğin, ancak zina eden evli bir kadınla evliliklerini sürdürebileceğine hükmetmiş, dolayısıyla eşi zina eden tarafında ya boşanmasını ya da onun da zina etmesini emretmiştir.

“Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu, müminlere haram kılınmıştır.” Nur.3

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır.” Nur.26

Bu sebeple Müslüman kimlikli şehvet düşkünü harami erkeklerin, özellikle Arap ve Türklerin; evliliklerini sürdürebilmeleri için karıları da zina yapmakla mükelleftir. Ayette de buyrulduğu üzere; böylesi bir evlilik müminlere haram kılınmasından, derhal boşanılmalıdır. Ancak erkeğin zinasının alkışlandığı dünyada ve zinanın suç sayılmadığı laik Türkiye’de, evliliklerin neredeyse tamamı gayrimeşrudur.

Toplumsal ahlakı ve asayişi çökerten zinanın ülkemizde suç sayılmasını, kişiselliğe endeksleyerek kamulaştırılmamasını savunan Batı yandaşları, çağdaş dünyanın ortak hukuk değerlerine uygun olmadığını öne sürerek, rahatlıkla zina yapabilmelerinin mantığıyla hareket etmişlerdir. Zina gibi fevkalade ahlaki bir suçu Anayasa Mahkemesinin ortadan kaldırması, şüphesiz laik ve Kemalist yapısının bir gereğidir.

Namus ve töre cinayetleri başta olmak üzere ölümler, intiharlar, aile içi karışıklık ve dehşetler; gayrimeşru ilişkilere girişen erkekler gibi evli kadınların da hamile kalarak gayrimeşru çocuk doğurmalarının sonucu ortaya çıkmakta, doğrudan müsebbibi de laik devletin ahlaka bakışkışı olmaktadır. Haberlerde sıkça rastladığımız ürpertici olaylar, DNA’ca tespit edilen çocukların kendilerinden olmadığını öğrenen babaların yıkımlarıyla doludur. Eşe güvensizliğin diz boyu olduğu dünyada herkes takibe kalkışsa, şüphesiz kıyametten farksız bir sonuç doğar.

Cinsellikleriyle şehveti arttıran yakışıklı ve şuh kadınların azmettirici çağdaş görüntüleri; gerek erkek, gerekse kadını baştan çıkartmakta, artık heyecanı eşinde bulamayanları kışkırtarak, yabancıların kollarına atılmalarına, deşifre olduğunda ise her zamanki gibi erkeğin aklanıp, kadının fahişelikle damgalandığı bir modernliği yaşıyoruz. Çünkü namus, ırz ve zina dendi mi, akla sadece “kadın” gelir…

Modern çağda ve özellikle batılı toplumlarda zinanın suç olmaktan çıkması, şüphesiz tüm dünyayı etkilemiş ve heyecanı arttıran gayri meşru ilişkiler, yaşamın “olmazsa olmaz” bir düsturu haline gelmiştir. Tahrik ve teşvik edici yayın ve gösteriler İslam ülkelerini derinden sarmış, önce dergi ve kasetlerle başlayan serüven, en yakınındakilerle başlayıp, sokaklara taşmıştır.

Erkeklerin zinası, ancak karılarının zinası ile ya son bulur, ya da her iki tarafın rızasıyla devam eder. Diğer taraftan; asıl namussuz ve fahişeler kadınlar değil, azmettiren erkeklerdir.

Çağdaşlık adı altında Batı düşüncesinin kadına sağladığı özgürlük; sadece cinsellik, fuhuş, zina ve zevktir. Ancak kamuflaj amaçlı istisnai durumlar, asli düşünceyi örtbas etmemelidir. Batı düşüncesinde kadın, erkekten ayrı ve onun çok daha altında ele alınmış, çeşitli menfi sıfatları veya zaafları açısından bakılarak, sadece erkeği tatmin ve hizmet eden bir köle ya da uyarıcı bir meta olarak değerlendirilmektedir. İşte feminizm hareketini doğuran da bu ayırımcılık, aşağılanma ve dışlanmadır.

Acaba, bugün demokrasinin beşiği olarak görülen İsviçre’de Appenzel adlı 14000 nüfuslu ve %90’ı Katolik olan bir kantonda kadınların oy hakkı olmadığını biliyor musunuz?

İslam, diğer dinler ve düşüncelerde olduğu gibi kadını hor ve hakir görmeyip, üstelik barbarlar misali zina yapan kadını erkekten ayrı tutarak ölüm cezası vermemekte, vazgeçip samimiyetle tövbe etmelerine mukabil bağışlayıp esirgemektedir. Namus, ırz, zina, fuhuş ve insani değerler konusunda erkeklerle eşit olan kadınlara tanrısal üstünlük taslayan benciller, vicdana ve yasalara dahi aldırış etmeyip, gizliden gizliye kadını şeytan misali görmeye devam edebilmektedirler.

“İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara ceza verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden ve çok esirgeyendir.” Nisa. 16

“Allah size (bilmediklerinizi) açıklamak ve sizi, sizden önceki (iyi) lerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilicidir, yegâne hikmet sahibidir.” Nisa. 26

Ayrıca Müslüman olmalarından ötürü dinlerinin hükmü gereği örtünen kadınların çağdaşlarca dışlanmaları, kadın barbarlığının bir intikamı olsa gerek. Kendilerini kullanıp cinselliklerini sergileyerek tatmin olan erkeklere karşı koyamayıp, kendi cinslerine baskı uygulayan barbar çağdaşlar, örtünmenin sınırını kimin hükmüyle belirliyorlar? Giydikleri dekolte elbiseler bir yana, mayo, olmadı bikini ya da çırılçıplak dolaşmaları talep edilse, kabul mü ederler, karşı mı koyarlar? Öyleyse neden kendi hemcinsleri olan Müslüman kadınların giyinişlerine tepki gösteriyorlar?

İşte ayırımcı batı, işte eşitlikçi İslam… Nerede özgürlük, nerede kadın…

Hiç yorum yok: