30 Eylül 2009 Çarşamba

Bilimin maymunları ve dâhileri…

Pozitivist bilim, sadece cismi varlığı ve maddeyi ele alır. Ne Yaratıcı Tanrı’dan, ne ruhtan, ne de meleklerden, gözle görülmeyen canlılardan, kader ve vahiysel geçmiş ve gelecekten söz eder. Metafiziksel düşünce; tarih süresince “Tanrı Bilimi” gibi bir takım değişik anlamlar kazanmaya çalışsa da, Tanrı’nın, fizik ya da doğa ötesi şeylerin üstünde bir kara bulut gibi dolaştığını varsayar.

Ruhsal olan Yaratıcı, yarattığı cisimlerden dilediğine programladığı ruhu katmak suretiyle “can” oluşturmuş, kendi ruhundan üflemediği ya da belirlediği müddet sonunda ruhları çekip almasıyla fiziki ölümü gerçekleştirmiştir.

Pozitif bilim, gerçeğin bu gizi ile ilgili tatmin edici bir açıklama yapamamanın acziyeti içinde çırpınmasına rağmen, yine de yaratıcılık ütopyasından vazgeçmemiştir. Gerçeğin üstü örtülü, erişilmez olduğunu düşündürmüş, onun geçici olarak inandırıcı bir serap misali düşen gölgesini anlamaya başlanıldığı zaman; örtünün altında ne olduğu sorusu insanları ya saçmaya ya da gize götürmektedir.

Evrimci bilim adamlarını saçmaya götüren hipotezleri; sözde geliştirdikleri teknolojilerle sonsuza dek bir yaşam geliştirebileceklerini, yapay organ ve uzuvlar üreterek, binlerce kat daha etkili çalışabileceklerini iddia edebilmektedirler.

Oysa beden, organ veya uzuvların tek başına atıl, ölü ve hiçbir fonksiyonlarının bulunamayacağı apaçık ortadayken; onlara can, his, zihin, duygu ve fiziki özellik kazandıran ruhu nasıl geliştirecekler? Sadece kan hücrelerinin yerini alacak nanobotlarla tanrısal bu yaratıcılığı aşabilmeleri mümkün mü? Taş devrinden kalma diye nitelendirdikleri yaratımı ve kadersel yazgıyı; yeniden programlayarak, önce yaşlanmayı sonrada tersine çevirebilmeyi, yaşam ve akıl için asli olan “ruh” olmadan başarabilmeleri tartışılmaz bir şarlatanlık ve bilimin güvenirliliğine açık bir darbedir.

Daha taş devrinden kalma hastalıklara çare bulamayan, öldürücü ve sakat bırakıcı mikropların üremelerini durduramayan, düaliteyi yok edip sadece iyiyi etkinleştiremeyenlerin yeni bir insan yaratabilme faraziyeleri, şüphesiz yaratıcı Allah inancını bitirmekten ve aciz bir yaratık olan insanı tanrısallaştırmaktan öte başka bir amaç taşımamaktadır.

Bilim adına şarlatanlık yapan maymunlara gerekli mesajı, bilimin duayeni Newton veriyor. "Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Ama ben, kendimi, deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi, bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum."

Ne var ki yaşam; ne geçmişte ne günümüzde ne de gelecekte düşünce ve teorilerle yönlendirilememiş, kaderin ortaya koyduğu hüküm yenilememiştir.

Pozitif bilimin keşfedemediği, üzerinde deneysel ne bir araştırma ne de bir gelişme gösteremeyip, çözemediği ve sadece düşsel kuramlarda şekillendirdiği gen formasyonu, neden fonksiyonel özelliğini koruyamıyor, inanılmaz paradokslara sebep oluyor ve bilgi ortamından fiziki yaşama indirgenemiyor? Ruhun işlerlik kazandırdığı fiziki bir aparatını, ruh olmadan çözebilmek mümkün mü?

Yaşamın ve canlılığın anahtarı olan ruh hakkında hiçbir bilgileri olmayıp somut bir analiz gerçekleştiremeyenlerin madde merkezli teorisel tanı ve teşhisleri, bilimi ütopikleştirerek paçavraya çevirmektedir.

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin işlerindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.”
İsra. 85

Ünlü bilim adamı Pascal, kadersel yazgı, yani ruhsal bilgilendirmenin bir deha örneğidir. Acaba nanoteknolojileriyle böylesine bir zekâ yazılımı ve kader yaratabilirler mi? Henüz 12 yaşında iken, hiç geometri bilgisine sahip olmadığı halde daireler ve eşkenar üçgenler çizmeye başlayarak, bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğunu keşfetti. 13 yaşındayken ise, hiç kimsenin çözemediği, “Eucleides’in otuziki problemini” çözmüştü. Pascal, 15 yaşında konikler üzerine bir eser yazdı. Bu eserin mükemmelliği karşısında Descartes, bunun Pascal gibi bir çocuğun eseri olabileceğine inanmakta çok güçlük çekmiş ve hayretler içinde kalmıştı. 18 yaşında ise, aritmetik işlemlerini mekanik olarak yapan bir hesap makinesi icat etti.

Pascal, yalnızca teorik bilimlerde değil, pratik ve deneysel bilimlerde de yetenekli ve şaşılacak bir orijinalliğe sahipti. 23 yaşında, Torriçelli’nin atmosfer basıncı ile ilgili çalışmasını incelemiş ve bir dağa çıkartılan barometredeki civa sütununun düştüğünü, yani yükseklerde hava basıncının azaldığını, civa sütununu hava basıncını tuttuğunu, yoksa Aristotelesçilerin ya da evrimcilerin söylediği gibi, tabiatın boşluktan nefret etmesinin rolü olmadığını kanıtlamıştır.

Diş ağrısından uyuyamadığı bir gece de rulet oyunu ve sikloid ile ilgili düşünceler üzerinde durmuş ve sikloid eğrisinin özelliklerini keşfetmiştir. (Sikloid Eğrisi; bir çemberin bir doğru üzerinde ötelenmeden, dönerek ilerlemesi sırasında, çember üzerindeki bir noktanın koordinatlarının oluşturduğu geometrik yol. Genellikle dişli hesaplarında veya freze-torna hesaplarında kullanılır.)

Zamanının önemli bir matematikçisi ve astronomicisi olan Ömer Hayyam'ın da “Euclid Geometrisi” üzerine çalışmalar yaptığını hatırlatmakta yarar görüyorum.

Pascal, Fermat ile yazışarak olasılık teorisini kurmuş ve bir binom açılımında (polinomların özel hali) katsayıları vermiştir. “Pascal Üçgeni”’nin keşfi de ona aittir. 25 yaşında iken kendisini felsefi ve dini düşüncelere adamış, 39 yaşında çok genç yaştayken ve geriye çok şey bırakarak Paris’te ölmüştür. Matematikte dahi olan Pascal; vahyi, ruhsal gücü ve imanı savunarak, “Gerçeklik yalnız akılla değil gönül gözü ile de görülür, gönül gözünün de kavrayıcı, bilici bir gücü vardır.”
“Olayı gördüler de nedeni görmediler.”

İşte, “Vahiy ile bilim” arasında gerçek bir diyalogun doğum sancısının çekildiği günümüzde, diyalogun başlatıcıları arasında önemli bir yere sahip olan Pascal’ın sergilediği “inanç”, geometri kurallarına dayanmaktadır. Onun kiliseyle, papalıkla ters düşmesinin nedeni de, dinsel sorunların akıl ilkeleri dışında açıklanamayacağı varsayımıydı. Nitekim bu konuda kuşkuculuğun gerektiğini bile öne sürmüştür.

Evet, Pascal, böylesi inançlı bir bilim adamı ve gerçek bir düşünürdü. “Allah’ı duyan gönüldür, akıl değil; inanç, Allah’ı gönülde duymadır, akılda değil.”
“İnsan, Allah için yaratılmamışsa mutluluğu Allah’da bulmasının gereği nedir? İnsan Allah için yaratılmışsa Allah’a karşı direnmenin anlamı nedir?”


Din ile bilim arasında paradoks yaşayarak değersiz unvan ve cüppeleriyle şov yapan günümüz evrimci ezbercilere, deneycilere ve kopyacılara bilim adamı demek, keşifler gerçekleştirmiş bilim adamlarına büyük bir hakarettir. Gerçek bir bilgiye sahip olamadıklarından Yaratıcı’yı ve vahyi reddetmekte, ne olduğunu bile bilmedikleri aklı, fiziği, düşünceyi ve beyni tanrılaştırabilmektedirler.

Pascal’ın ifade ettiği gibi, “Bilimin azı Allah’tan uzaklaştırır, ama çoğu O’na götürür.”

Bilim tarihinde çok önemli bir yeri olan Pascal, gerçekleri kavrayabilmiş fevkalade inançlı bir bilim adamıydı. Pascal, sözlerinde Allah’ın matematikten elementlerin düzenine kadar her şeyin yaratıcısı olduğunu söyleyerek, Allah’ın sonsuz ve mutlak gücünü ifade etmiştir.

Mutlak iyiyi arayan insanların çoğu mutluluğu saltanatta, nesnel bollukta ya da eğlencede bulur. Bilgeler ise, tüm bu eğilimlerden uzak kalmayı, kendi görüşlerine uygun bir düşünce ortamı sağlamayı ister.

Tarihin dehaları olarak adlandırılan bilgelerin, sanatçıların ve iktidar sahiplerinin biyografileri incelendiğinde; zihinsel fonksiyonlarla duygusal oluşumların ortaya çıkardığı sonuçlar, fevkalâde farklı fikir, arzu, eylem ve sonuçların doğmasına neden olmakta ve değişkenlik engellenememektedir. Zekânın ve iradenin gelişimine sebep olan ruhsal etkinin nasıl bir yönlendirme ve dürtüyle varlık kazandığı bilimsel olarak açıklanamamaktadır. Ruhun ve ona bağlı zihin ve duyguların soyut yapılar içermeleri, pozitif bilimce çözüme kavuşturulamamaktadır. Vahyin bir neticesi olarak ortaya çıkan tüm bilgilerin yaşamla örtüşmesi, kaderin tartışılmaz varlığını ve doğruluğunu kanıtlamaktadır.

Ünlü kimyacı ve tıp dâhisi Pasteur, biyoloji bilgini ve mikrobiyolojinin kurucusuydu. Pasteur, çocukluğundan itibaren öğretmen olmayı çok istiyor, üstelik öğretmenleri de kendisini teşvik ediyordu. Ancak mutlak irade, onun büyük bir bilim adamı ve tarihe geçecek önemli bir kâşif olmasına karar verdiğinden; düşüncesi, dileği ve öğretmenlerinin çabaları başarılı olamadı.

Pasteur, çok yoksul bir ailenin çocuğuydu. Hekimlik, veterinerlik, cerrahi, ebelik ve sağlık bilgisi onun buluşlarıyla köklü değişimlere uğradığı gibi, kimya ve maya sanayi de, Allah’ının lütfettiği deryasal ilmiyle yepyeni imkânlara kavuştu.

Günümüzün namütenahi teknolojik ve bilimsel imkânlarına rağmen, yeni keşifler başaramayarak hiçbir sözden ve saçma hipotezden öte ilerleme katedemeyen bilim kisvelerine karşın Pasteur, daha 26 yaşındayken yayınladığı billur bilim hakkındaki inceleme yazısıyla bilim dünyasına adını duyurarak, “stereokimyanın” ilk temelini attı.

Koyunlarda ve tavuklarda görülen şarbonla ilgili ilk aşıyı, kuduz aşısını, sirkenin oluşumunu ve şarapta görülen hastalıkları keşfetti. İpek böceğine zararı dokunan bir hastalığı araştırırken, mikroorganizmaların bulaşıcı hastalıklara ve intanların (mikroptan ileri gelen hastalık) yayılmasının sebebi olduğunu ortaya çıkardı. O güne kadar Aristo felsefesi ve evrim teorisiyle hareket eden tıp dünyası, Pasteur’un kendiliğinden türemenin bir hayal mahsulü olduğunu kesin olarak ispat etmesiyle; her oluşumun bir yaratıcısı, yönlendiricisi ve nedeni olduğunu, gözle görülemeyen virüslerin dahi bir program dahilinde ürediklerini savundu. Embriyoların kendiliğinden meydana gelmediği doktrinini açıklarken, evrimci bilim adamlarıyla çok büyük tartışmalar yaşadı ve önü kesilmek istenerek tehdit ve şantajlarla karşılaştı.

Pasteur, yıllarca eğitimini alıp kendini otoriteliğe yükselten teorilere karşı gelmesi ve tıp akademisinde köhnemiş kuramlara ayak direyenlerle mücadele etmesi, gerçeğin gizemini kavramış olmasındandı.

Akademik kariyerine neden olan bilgilerin etkisinden ve öğretisinden sıyrılabilmesi, öncesi ve örneği olmayan farklı düşüncelerle apayrı bir yapılaşmanın içinde yer alması ve keşifler yapabilmesi, pozitivizmin, evrenizmin ve rasyonalizmin temel ilkelerine tamamen aykırı bir gelişme ve mutlak iradenin tartışılmaz bir üstünlüğüydü.

Pasteur, en önemli buluşlarından biri olan kuduz aşısını, birçok kaşifin gerçekleştirdiği ve kendisinin de itiraf ettiği üzere bilimsel bilinçli bir çalışmayla değil, “rasgele” bulmuştur. Her ne kadar hayatta rasgele hiçbir şeyin vuku bulmadığı ve her şeyin kaderde yazılan tevafuk bir gereklilikten ürediği mutlaktır. Sokrat der ki: “Kâinatta tesadüfe, tesadüf edilmez.”

Bir çocuğun köpek tarafından ısırılması sonucu; Pasteur, inceleme amacıyla kuduz mikrobunu bir şişeye koyar. Lâboratuarındaki camın kenarına koyduğu şişenin içine rüzgârla bir küf girer. Bir kaç gün sonra kuduza neden olan mikrobun yok olduğunu görür. Buna neden olan küfü araştırarak kuduz aşısını bulur ve serumunu gerçekleştirir. Yeni doktrinlerden yana olanlarla, buna itiraz edenleri karşı karşıya getiren bu buluş, Pasteur’ün zaferini ilan eder. Yaratıcı, ince ve sezilmez yollardan yardım etmez ve imkânlar hazırlamasaydı, bu ve diğerleri keşfedilebilir miydi?

Çok güçlü bir Allah inancı olan Pasteur, yaşadığı dönemde
Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle pek çok sözlü saldırıya ve günümüzdeki laiklerin yaptığı gibi baskı ve hakaretlere uğramış ve bilim çevrelerince yaptırımlarla karşılaşmıştı. Ancak o, öylesine cesur ve kararlıydı ki, ulumalara kulaklarını tıkayarak yolundan dönmedi…

Bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur; “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı’nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor.”
“Bilim insanı Allah’a götürür.”


Allah’ı ve dinini inkâr edenlerin, neden bilimden uzak birer şarlatan maymun olduklarını anlayabildiniz mi?

“Bildiğimizi zannetmemiz, öğrenmemizin en büyük düşmanıdır.” DR.C.BERNARD

Hiç yorum yok: