12 Ekim 2017 Perşembe

İnsanın bir zaferi olamaz!

Tabii ki, başarısı da mümkün değildir.

Lakin geçici yani emanet olarak verilen güdümlü bir bilgi, güç ve imkânlarla şımararak böbürlenen insan, şeytanı dahi şaşırtan haddi öyle aşmış ki, yaratılmış bir kul değil adeta yaratıcı bir kudret sahibiymiş gibi Allah'ın eserlerini sahiplenerek kendine yamamak suretiyle ahkâm kesebilmiştir.  

İnsan bir ölümlüdür; ölümlü bir faninin de ne başarısı ne de zaferi olabilir!

Amerikalı ünlü bilim adamı G. W. Carwer'in ifade ettiği gibi; “Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil."  

Oysa herhangi bir beşerin hükümranlıktan zerrecik bir nasibi olmuş olsaydı, başta kendini yok edecek olan ölüm olmak üzere başına gelen herhangi bir musibeti engeller; düşünsel teori veya kuramları yerine davranışsal icraatlarıyla mutlaklıklarını kanıtlardı.

Kâinattaki her şeyin kontrol ve denetimi tamamen Allah’ın iradesinde bulunmasından herhangi bir beşerin dilediğini yapabilmesi imkânsızlaşmaktadır. Fakat tanınan sınırlar çerçevesinde ivme kazanan beşerin “ben” diyerek araç olduğu gerçeğini kabul etmemesi, şüphesiz nefsinin kadersel fıtratındandır.

İnsan, her ne kadar aklı, zekâsı, düşüncesi, bilgisi, becerisi, gücü ve diriliğiyle nesnelerden yahut hayvanlardan farklı olsa da, aslında iradesel bağlamda hiçbir ayrıcalıkları yoktur.

Örneğin şöyle;

Denizde boğulmaya ramak kalmış bir kimseyi düşünün. Boğulmak üzereyken can havliyle çırpınıp son nefesini vermeye saliseler kala tam derin sulara gömüleceği sırada aniden bir tahta parçası yahut başka bir cismin ellerinin arasına kavuşmasıyla ölmekten kurtulmuş olması; nasıl ve kimin iradesinin tezahürüdür? Nasıl oluyor da cansız bir nesne, bir adamın hayatını kurtarma başarısı gösterebiliyordu? O adam, neden hayatını kurtaran o cisme kurtarıcı edasıyla minnet duyup baş tacı yapmak suretiyle şükranlarını ifade etme yerine bir tekme atarak kıyıya terk edebilmektedir? Ya kendisini o cisim yerine insan kurtarmış olsaydı vereceği tepki, şüphesiz ömür boyu sürecek tazimsel bir vefa olurdu. Oysa söz konusu cisim de insanın başarı olarak addedilen kurtarmayı gerçekleştirmemiş miydi? Öyleyse insan ile cismin arasındaki fark, birinin düşünen akıl sahibi bir canlı, diğerinin de akılsız bir cansız olmasıydı. Ancak insanın diğer canlılardan üstün yaratılması, onun her şeyin üstesinden gelebilecek veya dilediğini yapabilecek bir özgür irade yanılgısını doğurmaktadır.

Dolayısıyla ister güçlü ister zayıf; ister canlı ister cansız; ister akıllı ister deli; ister kral ister köle her ne olursa olsun hüküm yaratıcının inisiyatifinde ise, yaratıcının dışındaki herhangi bir iradenin mevzubahis olabilmesi, fayda yahut zarar verebilmesi mümkün değildir.

Sebepler yani aracılara yüklenmeye çalışılan güç, güç değil düzen zinciri içinde görsel yahut göksel mazeretsi halkalardır.

İlmi, siyasi, ekonomi yahut askeri başarılar ve zaferlerinden dolayı büyütülen insanlara tazim, doğrudan Allah’a bir şirktir. Dolayısıyla iman etmiş bir insan için bu öyle büyük bir tehlikedir ki, Allah adına müdahale kaçınılmazdır.

Hz. Ömer, hayatı savaş meydanlarında geçip İslam topraklarını genişleterek birçok ülkeyi ve toplumu hilafete kazandıran ordunun genelkurmay başkanı ünlü komutan Hz. Halid Bin Velid’i neden görevinden azat etmişti biliyor musunuz; üst üste kazandığı başarı ve zaferlerden dolayı halkın kendisini arşa çıkaracak derecede çok büyütmelerinden duyduğu kaygı yüzünden ordunun başından almıştı.

Hz. Ömer, Hz. Halid’i Genel Kurmay Başkanlığından azletme sebebini devletin tüm valilerine gönderdiği şu tamimle bildirmişti.

“Ben, Halid’i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim.”

Oysa iman etmiş her insan şöyle demeli; “Arkadaş! Beni başarım veya zaferlerimle methediyorsunuz ama ben de sizin gibi bir insanım. Her ne kadar iktidarda olsam da size fayda veya zarar verebilecek bir güce sahip değilim. Bizi koruyup gözeten ve sahip olunan başarıları kazandıran Allah’tır. Başarı olarak addettiğimiz her ne varsa, tamamı Allah’ın bir lütfü, ihsanı ve emanetidir. Sahip olduğum kuvvet ve kıymetlerin hepsi irademden ya da irademizden değil O’nun iradesindendir. Allah’ın dilemesi dışında gerek menfi gerekse müspet olarak yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Ortaya çıkan maddi ve manevi başarı ya da eserleri benden değil Allah’tan olduğunu bilin! Dolayısıyla bana değil Allah’a teşekkür edip övünüz. Allah dilemedikten sonra bir yaprak dahi yere düşemiyorsa, beni büyüterek şirke girmeyiniz!”

Başarı yahut zaferin sadece Allah iradesinde olduğuna inanıp iman etmiş bir akıl sahibi asla kula kulluk yapamaz ve seküler-laik düşünce düzeyindeki bir despotizmin altına giremez.  Her ne kadar söz ile kula kulluk yapılmadığı vurgulansa da, özde öyle yapılıyor ki, her şey beşerin iradesi altında ve güdümünde cereyan ediyor.  

İnsanoğlu birbirlerini hem dinen hem ilmen hem siyaseten hem de sosyal ve askeriyeten öyle sömürüyor ki, sanki Allah gökyüzüne yerleşip yeryüzünde hiçbir şey yapmıyormuş gibi…

Eğer insanların ipi nefislerinde veya hilkatteki güçlü eşlerinin elinde ise, Allah ne iş yapıyor?

Başarı yahut zaferleriyle övünülen kimselerin neden sonra kayba veya yenilgiye uğrayabildikleri sorgulanmış olsa; hiçbir başarı ya da zaferin beşere mahsus olmadığı anlaşılabilecektir.

Malumunuz üzere; Allah, Hz. Süleyman peygambere, hiçbir kuluna nasip etmediği öyle büyük imkânlar ve iktidar sunup yeryüzünü emrine amade etmişti ki, tüm hayvanlarla konuşabilmesinin yanı sıra göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre içinde zamanın kraliçesi Melike’nin tahtını dahi binlerce kilometre uzaklıktan yanına getirtmişti. Peki, Hz. Süleyman, başarısı, zaferi, ilmi ve gücünden dolayı böbürlenmiş miydi? Ya da günümüz insanları gibi zamanın insanları, yaptığı işlerden dolayı kendisine övgüler dizmiş miydi?

Ya da geriye baktığımızda yıkılmaz hatta üzerine güneş batmaz denilen nice imparatorluklar, krallıklar ve devletlerin yeryüzünden silinişlerini vahiyden, tarih sayfalarından veya kalıntılarından öğrenebilmekteyiz. Onlarda zamanında günümüz milletleri gibi düşünüyorlardı. Kimi topluluklar vardı ki, bir avuç kadar ve hiçbir şey bilmezlerken güçlenip devasa imparatorluklara dönüşmüş, sonrada bir sabun köpüğü misali silinip süpürülmüşlerdi. Öyleyse hiçken büyüyerek o kadar başarı ve zaferleriyle övünen devletler; nasıl oldu da her şeyi bilmelerine, ordularına, güçlerine ve geçilemez denilen sınırlarına rağmen efsane kalmak suretiyle toprağa gömülebilmişlerdi?

Hiçbir şey bilmezken güçlenebilen, her şeyi bildikten sonra zayıf düşerek silinebiliyorsa; başarı ve zafer nerededir?

Yıkılan ve yok olan devletleri maddi gerekçeler koşularak kifayetsizlik bahaneleriyle eleştirilmeleri o kadar saçmadır ki, başarı veya zaferi inkârdır.

Dünyaya gelmiş, yeraltı ve yerüstünde sayısız yapı bırakarak yokluğa gitmiş olan azametli insanların güçleri karşısında çökebilmeleri nasıl hayret uyandırıyorsa, Batı, Kuzey, Güney ve Doğudaki ülkelerinde öyle batacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Üstelik geçmişteki devrin insanları, cesaret, güç, düşünce, sanat, keşif, bilgi ve üretimde günümüzün insanlarına meydan okuyabilecek üstünlükteydiler. Nasıl oldu da yıkılabildiler? Yoksa bilim ve teknoloji dünyasının sözde egemen güçlerini aynı akıbet beklemiyorlar mı?

Kısacası başarı yahut zafer nedir bilir misiniz; dilenilen bir şeye ancak “ol” denmesiyle oluşturulabilen bir kudrettir; böylece hiçbir müdahale yani dış etken olmaksızın başarı veya zafer mukim olur.  Herhangi bir şart ve koşulda mağlubiyet mümkün olmuyorsa başarı vardır ve zafer, her daim galip olmaktır. Öyleyse, gerek geçmişte gerekse günümüzde böyle bir beşer var mıdır ki, övünmeye değer olabilsin?

Nice bitki, ağaç ve hayvanlar vardır ki, heybetleri karşısında kelam edecek söz bulunamaz; hiç kurumayacak, yıkılmayacak, yenilmeyecek veya ölmeyecek zannedilirler. Oysa ecelleri geldiklerinde öyle devrilirler ki, ihtişamlarından geriye eserleri kalmaz ve çıkan bir rüzgâr veya afetle çerçöp olup savrulurlar. İşte başarı ve zaferleriyle övünülen devletler, toplumlar ve liderlerde öyledir!

 “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece "Ol" dememizdir. Hemen oluverir.” Nahl 40

(Resulüm!) De ki: Mülkün (hükümranlığın) gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. Al-i İmran 26  

De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki: Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.” Cin 21-22

“Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.” Neml 40

“Karun: Musa'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.  Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir)”. Kasas 76 - 78 


“Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.” Hicr 5

Hiç yorum yok: