31 Mart 2013 Pazar

Zalimin zulmünden kaçan Müslüman değildir!


Müslümanlığın günde beşer dakikadan namaz kılmak ve yılda otuz gün oruç tutup dünyayı geçimden ibaret sanan kimlikler, zulüm karşısında topyekûn mücadele etmek yerine bir gün daha fazla yaşayabilmek için zillet içinde kaçışmaları, vahyin belirlediği Müslümanlık şerefinden uzak olduklarını kanıtlamaktadır.

İslam ile birlikte kötülüğün temsilcisi şeytana biçilen görevin idrakini kavrayamadan Müslüman olduğunu iddia eden insanın vahiyle çelişkiye düşmesi, düşünce ve davranışından ortaya çıkmaktadır.

Kendi istek ve düşüncesine izafeten yaptığı ibadetleri Müslümanlıkla özdeşleştirmesi asli yükümlülüklerini önemsemesine, dolayısıyla Allah ve Resulünün hükümlerine göre değil nefsinin arzularına göre kabul ettiği bir İslam’ı yol edinmektedir.

Oysa yeryüzünde hakkın ve adaletin egemen kılınabilmesi için kötüye karşı savaşmak ve iflah olmaz zalimleri etkisiz hale getirerek Allah’a olan aşklarını ve bağlılıklarını kanıtlamak zorundadırlar.

Örneğin nüfusu 6 milyonu aşkın Myanmar’daki sözde Müslümanlar, zalim Budistlerin saldırıları karşısında savaşmak yerine çil yavruları misali kaçışmaları Müslüman olmadıklarına işarettir. Kendi vatanlarında zalimler evlerini, camilerini, çocuklarını ve eşlerini yakıp parçalarken canlarını kurtarabilmek için sığınacak yer aramaları ve yardım çığlıklarında bulunmaları, şüphesiz layık oldukları zilletsi akıbetin bir sonucudur.

Hâlbuki sözde iman ettikleri Allah’a sığınarak şehitlik ayrıcalığına inanmış olsalardı, ne korkup kaçar ne de çığlıklarla zalimlerin ayakları altında paspas olurlardı. Böylesi sefillere Allah yardım eder mi? 
      
“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14

İslam, nasıl egemen oldu? Allah Resulü dahi küfre karşı savaşarak galebe gelmesiyle İslam’ı yaymış, sadece Müslümanları değil insanlığın tamamını güvence altına almıştı.

Bugüne kadar savaş meydanlarında cenk yapan Müslümanlar nefisleri için değil zalimlerin zulmü altında inleyen insan topluluklarını huzur ve saadete kavuşturabilmek amacıyla Allah adına savaşmış ve kurdukları devletlerle insanlığı yüceltmişlerdi. Ne zaman şımarıp Allah hükümlerinden yüz çevirerek nefislerinin adımlarını takip etme yanlışına düşmüşler, o yenilmez sanılan güçleri bir sabun köpüğü misali kaybolup gitmişlerdi.

Altı milyon Myanmar’lı sözde Müslümanların içinden iman etmiş bin kişide mi yok ki, Allah’ın yardımını hak edici bir cengâverlikle çekindikleri şeytan dostlarını kolayca mağlup edebilsinler!

Sanki zillet içinde kaçtıkları yerde ölüm kendilerine gelip çatmayacakmış gibi savaştan korkup kaçan Müslüman olabilir mi? Oysa Kur’an’ın hükmü gereği dünya nimetlerine koşmayıp zamanında İslam’ın egemenliği için Myanmar’da mücadele etmiş olsalardı, kaçan değil kovalayanlar olarak zulmün eserini yaşatmamış olurlardı. 
      
(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” Tevbe 41

Allah yolunda savaşa çıkması gereken Müslümanların yere çakılıp kalarak dünya hayatını ahirete tercih etmeleri, zalimin zulmüne neden olmaktadır.

Geçmişteki iman sahipleri günümüzdeki münafıklar misali nefislerinin peşine düşseydi, yaşanabilen bir iyilik var olmazdı.

Başta kendi Osmanlı tarihimiz olmak üzere sayısız örnek verebileceğim zalime karşı verilen mücadelelerin nefsi ibadetlerle elde edilmediğini, şeytan ve dostlarıyla varılan barış adı altındaki teslimiyetlerle huzur ve adaletin sağlanmadığı ibretle:

Adı bir dağa ve Akdeniz’i Atlas Okyanusuna bağlayan boğaza (Cebel-i Tarık) verilen Endülüs fatihi ünlü komutan Tarık bin Ziyad, Batı Afrika’da yaşayan Berberiler adındaki küçük bir göçebe topluluktandı.

Kökenleri Orta Asya’ya uzanan bu topluluk, Emevi Müslümanlarının buralara yayılmalarının ardından Müslüman olmuşlardı. O dönemde Kuzey Afrika valisi Nuseyr oğlu Musa idi. İslam’ı ve adaleti hâkim kılmak ve halkına zulmeden barbarları yok etmek adına Avrupa’ya yayılmaya karar veren Berberiler, bir ordu hazırladılar. Ordunun başına da halktan bir köle olan Ziyad’ın oğlu Tarık getirildi. Tarık, yaklaşık yedi bin kişiden müteşekkil ordusunu gemilere bindirerek denizi geçip, Endülüs, günümüz İspanya kıyılarının güneyindeki dağın eteklerine çıktı ve oraya Tarık Dağı adını verdi.

O dönemlerde, o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan ve Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkarak, Roma’yı yağmalayan Batı Gotlar (Vizigotlar) adlı barbar bir kavim hüküm sürmekteydi. Bunlar oradaki halka ağır bir şekilde zulmetmekteydi. Tarık’ın, ordusu ile bu bölgeye geldiği haberini alan Vizigotların Kral’ı Rodrik, yaklaşık doksan bin kişilik büyük bir orduyla savunmaya geçti. Tarık’ın komutasındaki yedin bin kişilik İslâm ordusu, doksan bin kişilik İspanyol ordusuyla karşılaştı.

Çarpışma yaklaşıyor ve gerilim yükseliyordu. İşte bu noktada Tarık, askerlerinin zoru görünce kaçmalarını önleyebilmek adına, oraya gelmek için kullandıkları tüm gemileri ateşe verdi. Askerlerine; "Artık bizim için geri dönmek olanaksızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Vekil ve destek olarak Allah size yeter. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem, zafere ulaşana ve şehit olana dek savaşın."

Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine; "Kahramanlar, nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp, nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Şehitlikten daha üstün bir izzet ve şeref var mı? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız" diyerek düşmana doğru atıldı.

Kendisine barbar kavmin sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında rahat bir şekilde oturan Vizigot Kralı Rodrik’i bir anda karşısında bulan Tarık, derhal hasmı olan Kralı öldürdü. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu dağıldı. Tarık, düşmanını kovalayarak Vizigotların başkenti olan Toledo kentini alarak, 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa’da yaklaşık sekiz yüz yıl sürecek olan İslam devleti ve uygarlığı dönemi başladı, dolayısıyla herkes barış ve adalet içinde yaşadı.

Şöyle bir yargıya gidersek; ya o günün savaşanları Müslüman değil ya da günümüzün barışçıları Müslüman değil! Sizce kim Müslüman’dır?

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” Bakara 193

Hiç yorum yok: