31 Ocak 2010 Pazar

Komutanlarca onuru çiğnenen TSK, kapkara bir utanç içinde…

Seküler düzenin olmazsa olmazı laik anlayışı en kökten ve radikal bir insafsızlıkta işleyen Genelkurmay, Müslüman TSK’nin imanlı üyelerine ve Türkiye Halkına öyle bir savaş açmış ki, dini çağrıştıran her söylem ve unsura hasmahane tepki göstermekte, aşırı tahammülsüzlüğüyle hem TSK’yı hem de milleti tehdit, tahkir ve tezyif ederek, topyekûn tepeleyebilmek için her türlü barbarlığı hak görebilmektedir.

Alttan alta irtica adına sürekli vahye saldıran ve iman etmiş halkı aşağılamakla kalmayıp katlini dahi kaçınılmaz addeden komutanlar, TSK’ni gütmelerinin neticesi güçlü ve şerefli ordumuzun nasıl bir kahır içinde olduğu tartışılmazdır. Görevleri huzuru, güvenliği ve milleti dış güçlerden korumak değil, sanki yok etmek olduğu beyanları ve hainsel planlarıyla ortadadır. “Böyle kararlı olan bir halka karşı da acımasızca hareket etmek bizim görevimizdir” gerekçelerinin laik ve Atatürkçü bahaneleri, caniliklerini örtmemelidir.

Âdeta Batı’dan getirtilmeyi düşünülen damızlık erkeklerin fışkırttığı ürünler olmalılar ki halka, dine ve ırka böylesine haçlı olabilmekte, Atatürk milliyetçisi ve anıtkabir kulu olmayanları hasım belleyebilmektedirler. Farklı din, inanç ve ırktan müteşekkil TSK’ni böyle bir anlayışın komuta edebilmesinin derinsel imkânsızlığı bugün daha da berraklaşmış; vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü ve gücü adına tasfiyeleri, dolayısıyla mutlaka cezalandırılarak başka suçlulara örnek olabilmeleri ehemmiyet arz olmuştur. TSK’nın tahribatı, halkın bölünmüşlüğü ve tehlikenin bertarafı, ancak bağımsız bir adaletin duruşuyla engellenebilir.

Radikal ataist grupların anıtkabirde yemlenen kafaları ve dolgunlaşan makamlarının Türkiye için nasıl bir tehlike oluşturduğuna, sanırım hiç kimsenin itirazı yoktur. Milletimiz ve doğacak neslimiz, Atatürkçü terör örgütlerinin hedefi ve tehdidi içinde korkunç planlar kâbusunda yaşamaktan kurtulamayacaklardır. Nasıl bir avuç PKK’dan sakınılamadığı gibi bir avuç ataist diktatörden de savuşulamamaktadır. Atatürkçü terör örgütü Ergenekon’un PKK ile olan ilişkisi, uzlaşımı ve ortak eylemi; neden Türkiye’nin PKK’yı bitiremediğine açık bir delildir. İhanetsel entrikalar, tuzaklar ve pazarlıklar; Türkiye’de süregelen gerginlik ve dehşetlerin müsebbibi ve deşifre olan belgelerin ve komploların özüdür.

Baskı, tehdit ve hakaret altında yaşayan muhatap taraflar, çeşitli direniş yolları seçerek evrensel hak ve hürriyetlerini elde edebilme arayışı içinde devletle ya da kışkırtıcı ve bölücü cenaplarla karşı karşıya gelmekte, dolayısıyla milletin her kesimi ve TSK büyük zararlar görmektedir. Orduda görevli yiğitlerin dahi kanını dökerek mağdur psikolojisiyle kendini acındıran şeytani komutanlar, hain emellerine ulaşabilmek ve diktasal iktidarlarını pekiştirebilmek adına insanlıktan çıkmışlardır.

Sözde Cumhuriyeti aşındıran kazanımların yeniden elde edilebilmesi için, ulusal putperest değerleri adına yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Arap olmasından vahye inanan Müslümanlara ve Kürtlere karşı taarruza kalkışabilmekte, böylece Atatürk kültürüne verdikleri zararın telafisine son verebilecekleri hezeyanıyla dişlerini çıkartmakta ve güya korku salacakları iddiasıyla tankları halkının üzerine sürmeyi planlayabilmektedirler. Hâlbuki Müslüman milletimizin atılan bombaları göğüslerinde absorbe ederek leblebi misali etkisizleştirmelerini unutmuş olmalılar ki, milletimizi kendileri gibi sinek vızıltısından korkabilen yığınlar zannetmektedirler.

Barbar güçlerini çok kısa sürede hissettirecek acımasız sert uygulamalarla toptan bir temizlik operasyonunu düşünmeleri, İsrail terörist devletinin bebek, çocuk, kadın, yaşlı demeden katletmesi misali örneklendireceklerini itiraf etmeleri, aslında sözün sonudur. Asıl toplumuzu düşündürmesi gereken gerçek ise; tüm bu canavarlıklarını laik ve Atatürk Cumhuriyetinin kuruluş safhasındaki 1923 zindeliğine ulaşabilme esasına bağlamaları, her yerin ceset dolduğu, ağıtların yakıldığı, yağmalandığı ve kıtlığın diz boyu olduğu ‘İstiklal Mahkemeleri’ ve ‘‘dersim’ misali geçmişte yaşananları yeniden tekerrür ettirebilme coşkusu taşımalarıdır.

Ancak çapulcu yığınların yapmayı düşündüğü darbe müsveddeliğine balyoz değil, “maytap” tanımlanmasını daha uygun görüyor, çatapatçıların komutanı General Çetin Doğan’ın hain arkadaşlarıyla yaptığı tartışmada içteki birlik ve bütünlüğün nasıl sağlanacağı ve korunacağı ile ilgili cevabı; “Milli birliğin ve beraberliğin oluşmasında evvela inandırıcı milli birliği sağlayıcı bir hükümetin varlığı ile olur. Dini öne çıkartan, ümmet anlayışını öne çıkartanla milli birliğimiz hiçbir zaman sağlanmaz. İnsanların dini inançları farklı farklıdır” sözleri, 12 Eylül ihtilalinin baş isyancısı Kenan Evren’in, tıpkı Çetin Doğan gibi azılı bir vahiy ve Müslüman düşmanı olmasına rağmen; elinde Kur’an illeri dolaşarak halka verdiği vaazları unuttular mı? PKK'nın 1984'te başlattığı silahlı mücadele karşısında devletin kurtuluş mücadelesi adına başvurduğu en önemli ve etkin araç ‘din’ değil miydi? Ulusalcılık terminolojisinde işledikleri argümanların başarısızlığı karşısında Mart 1986’da ayetlerin yazılı olduğu el ilânlarını helikopterlerden atarak, afişler hazırlatarak ve ileri gelen din referanslı araştırmacıları bölgelere göndererek PKK’ya karşı ‘Cihad’ çağrısı yapmamışlar mıydı? Bakın o ilânlarda ne yazıyordu:

"Vatandaş! Bakın en yüce İslâm dini size ne emrediyor... Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkârları sevmez. Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslüman’ın görevidir."

İsyan ve zulmettiği halkı bir arada tutabilmek ve kendilerine karşı savaşmalarını engelleyebilmek için 12 Eylül’ün bozguncuları nasıl dine ve Kur’an’a sarılmışlar ise; günümüzün Çetin Doğan gibi çapulcu komutanları da dine sarılacak, bırakın ezan, türban, imam hatip, şeyh ve çarşaf karşıtlığını, camilerde namaz kılacak, hatta Kenan Evren gibi Kâbe’ye dahi giderek can ve iktidar korkusunu gidermeye çalışacaklardır. Onun için oturdukları saltanat koltuklarından atıp tutan riyakâr ve pespaye münafıklara aldanmayın… Onlar halkın içinde dolaşamaz, ancak birbirlerine doğratarak uzaktan seyreder, kapılarına dayanıldığında ise hazırda beklettikleri helikopter veya uçakla haçlı efendilerinin yanına kaçarlar.

1998 yılında Cumhuriyetin 75. yıl kutlamaları sırasında Anıtkabire uçakla intihar saldırısı düzenleneceği planı doğrultusunda tutuklanarak müebbet dâhil en ağır cezalara çarptırılan Kaplan Cemaatinin lideri Metin Kaplan, tıpkı Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ misali; “Bu nasıl vicdansızlık ve iftiradır, hiç Türkiye’nin kurtarıcısı Atatürk’ün kabrine eylem düşünülür mü” diye bir açıklama yapsaydı, inandırıcı olabilir miydi? Peki, Başbuğ’un Fatih Camisinin bombalanmasıyla ilgili açıklaması inandırıcı mı?

Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğu varsayımıyla hareket eden kimi adalet arayıcıları, Metin Kaplan ve adamlarının çarptırıldığı cezaya; neden Başbuğ, Doğan ve diğer komutanlara dokunulmadığının hesabını sorarak, Türkiye’nin Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin diktasıyla yönetildiğini unutmuş olmalılar.

Anayasal düzeni silah zoruyla yıkmaya teşebbüs edenler Müslüman ya da Kürtler ise idam; Atatürkçüler ise kahramandır.

Ezana ve camiye korkunç alerjisi olan Org. Çetin Doğan, Komünist Sovyetler Birliğinin yapılmasına izin verdiği Hoca Ahmed Yesevi Üniversitesindeki mescidi, ataist Ahmet Necdet Sezer tarafından atandığı üniversitedeki ilk icraatı mescidi yasaklama olmuş, böylece Komünistlerden daha acımasız bir din düşmanı ve yasakçı olduğunu kanıtlamıştı.

Org. Çetin Doğan öylesine düşman bir haçlı ki, tamamen motivasyon amaçlı Genelkurmay tarafından 2002'de hazırlanan Mehmetçik kitabındaki hadis ve dinî hikâyelere itiraz ederek, Müslüman TSK’ni putperestliğe dönüştürmek istemiştir. Kitapçıktaki dinî motifleri 'irtica' olarak niteleyen Doğan, Kara Kuvvetleri'ne gönderdiği sert yazı üzerine çalışma geri çekilmiş, komuta kademesinde gerginliğe yol açan kitapçıkta barbar generalin istemediği bölümler çıkarıldıktan sonra yeniden basılmıştı. Onlar üzerine vazife olan millet menfaatine yönelik görevleri değil bilakis ayrıştırmayı ve yok etmeyi sağlayacak haçlı entrikaları peşinde koşarlar.

Anayasanın 117. Maddesi gereği görevi Milli Güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlamasından sorumlu olan Genelkurmay, başkomutanı Cumhurbaşkanına ve TBMM’ne itaat etmekle ve Hükümetin direktiflerini yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak kendisini hem Cumhurbaşkanı hem Başbakan ve hem de TBMM’den üstün ve egemen görerek meydan okuyan Genelkurmay, TSK’ni provoke ederek Cumhurbaşkanı, hükümet, meclis ve millete karşı saldırtma düşüncesiyle işgal güçlerinden farksız bir düşmanlıktan asla vazgeçmekte direnmektedirler. Çünkü caydırılmalarını sağlayacak adil ve bağımsız bir hukuk yoktur.

Ataist ideolojiyle bütünleşmiş Genelkurmay’ın TSK’ne verdiği zarar, geçmişteki cesur imajımızdan dolayı yabancı düşmanlarımıza bir fırsat olamamıştır.

Her ne inanç ve ırktan olursak olalım zalim barbarlara karşı ya dik durarak mücadele edeceğiz ya da zavallı bir tutsak gibi güdülmeye devam edeceğiz.

İçeride bağımsız olmayan bir milletin dışarıda bağımsızlık arayışı ironidir.


Hiç yorum yok: