8 Ocak 2010 Cuma

İmamı olmayan Müslüman ülke…

Sürekli din-dışı ideolojilerin insaniyeti ve vicdanı bitiren onca aldatıcılığının üzerinde durarak insanları aydınlatmaya çalışmış, ancak vahiy adına seküler düşüncelerin dolaylı taşeronluğunu üstlenen hurafecilerin çirkin amaçlarını ve nefsi çıkarlarını vurgulamamın da Müslümanların vahiy dışında hiçbir dedikodusal rivayete inanmamaları hususunun vahyi bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Unutulmamalıdır ki Allah, “anamız ve babamız aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik etmemizi” emretmiştir.

“İngiltere’yi karıştıran imam” başlıklı bir haberde, Afganistan’da savaşan İngiliz askerlerine “Nazi” benzetmesi yapan bir imamın bölgede hunharca katledilen Müslüman ölümlerine dikkat çekmek için bir protesto yürüyüşü düzenleyeceğini, yürüyüşün de Afganistan’da ölen İngiliz askerlerin anısına düzenlenen törenlere ev sahipliği yapmakla ünlü bir kasabada gerçekleştirmeyi planladığını açıklaması, nasıl bir muhakeme ise, İngiltere’yi ayağa kaldırdığı yazılıydı. Sırf Müslüman oldukları ve iktidara gelememeleri adına vahşice kıyılan Müslüman çocuk, kadın ve yaşlılar; İngiliz halkını ayağa kaldırmıyor da, yapılmayı düşünülen protesto yürüyüşünün infial oluşturması; tartışılmaz olan İngiliz barbarlığının açık bir kanıtıydı.

Gerek İngiliz, gerek ABD, gerekse ittifak güçlerinin ölen işgalci askerleri ceset torbalarında memleketlerine götürüldüklerinde akıtılan gözyaşları, neden istila ettikleri topraklarda canavarca öldürdükleri insanlar için de dökülmüyor ve vicdanlar sızlamıyordu? İşte seküler inancın şeytani düzeni, sadece kendilerini önemsediklerini ve dışındakileri virüs misali topyekûn yok etmek istediklerini ortaya koyan bir anlayış olarak, dünyadaki yığınlarca meşru kabul edilmesi, zaten kıyametin ta kendisidir.

Allah adına ve İslam’a karşı nefret öyle had safhada ki, İsrail ordusuna ait köpekler bile “Allahuekber” diyenlere saldıracak şekilde eğitilmekte, kendileri yetmezmiş gibi köpekleri de Müslümanları parçalamaya yönlendirmektedirler.

Hiç kimsenin diğerinin üzerinde bir tahakküme kalkışmaması, adaletsel düzenin ve insanlığın olmazsa olmaz öncelikli koşuludur. Ancak İslam düşmanı emperyalist güçlerin izinde yürümeyi ve onların rızasını kazanmayı bir itibar ve şeref addeden gölgeler, her ne inancın üyesi olurlarsa olsunlar özlerini yitirmiş ikiyüzlü sapkın oportünisttirler.

Söz konusu haberin altında yapılan yorumlara göz atmış ve içlerinden “çerkez” rumuzlu bir yorumcunun “Böylelerine din adamı denir. Cübbeli'yle Fethullah gibi riyakârlar görsün Müslüman İmamı!” sözleri, üzerinde ısrarla durduğum ve taraftarlarına anlatmaya çalıştığım ama bir türlü ikna edemediğim gerçeği özetliyordu. Öyle anlaşılıyor ki müritler, önderlerini imam değil hatadan münezzeh tanrı gördüklerinden olsa gerek, böylesi bir savunma direnişinde bulunabilmektedirler…

Gücü, itibarı ve izzeti yalnızca Allah’ın ve iman etmiş Müslümanların yanında değil de, azgın ve sinsi düşmanların nazarında aramaları, neden İslam toplumlarının hor ve hakir kaldığına açık bir ispattır. Sözlerinden düşürmedikleri sözde peygamberlerinin vahiydeki hayatını değil de, özgü inançlarını destekleyecek hurafeleri rehber edinmeleri; tıpkı Hıristiyanların İsa’yı ve Budistlerin Buda’yı efsane peşkeşli akideleri gibi vahyi ve imanı maddileştirmiştirler.

Hâlbuki Hz. Muhammed, İslam’ın kendisine vahyolunduğundan itibaren güçlü münafık ve kâfirlerin hiçbiriyle pazarlığa oturmamış, vahye aykırı taleplerini yerine getirmemiş, egemenliklerindeki bir uzlaşıya yanaşmamış, yardım ve eğitim adı altında imanı materyalistleştirmemiş, önce kendi nefsinde şan ve debdebeden uzak kalarak, sadece Allah’tan emir olana yorumsal hiçbir katkı yapmayıp harfiyen itaat etmek suretiyle sözü, özü, teslimiyeti ve samimiyetiyle tüm insanlığa örnek olmuş, böylece İslam’dan başka bir düşüncenin eşitliği, hürriyeti, mutluluğu, güveni, hakkı ve adaleti sağlayamayacağını yaşamıyla kanıtlayarak, en azılı muhaliflerini bile İslam çatısı altında toplayabilmişti. O, onların egemenliği altındaki bir dini savunmamış, malını ve canını ortaya koyarak; onca eziyet, tehdit, sürgün, baskı, şiddet ve savaşı göğüsleyip, ölümüne mücadele etmişti.

Sorun sadece şöhret, para, iktidar, hocalık ve şeyhlik peşinde koşup din-dışı düzenlerin kucağına oturmuş bahsi konu önderler değildir. Vahyi kul ile Allah arasında gizli bir ibadet ve kültüre dönüştürerek, iftirasal söylentilerle gizli reforma uğratan başta laik ve Atatist devleti dinin egemenliğinden kurtarma misyon sahibi Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, tamamı aynıdır. Oysa İslam, bireyle birey, bireyle toplum ve toplumla devlet arasındaki ilişkileri tanzim edip hükme bağlamış bir ANAYASA’dır. Dolayısıyla her kim dini devletten, yani siyasetten koparmaya çalışırsa, o kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli bir MÜNAFIKTIR. Karşı gelebilir, seküler düzenleri destekleyebilir, nefsine mağlup olabilirler ama şeytani fetvalarla aslı, Kur’an’ı değiştiremez, ayetleri eğip bükemezler…

Zaten en korkunç manipülasyon; bir kavramın, düşüncenin veya inancın içeriğini bozmak, amacından saptırtarak riyakâr yığınlar oluşturmaktır. İşte aklı ve vicdanı olmayan seküler düşüncelerin dini parçalayarak gruplara ayırıp kafası ve kalbi karışık topluluklar meydana getirmelerine yol açan güruhlar, katkılarıyla batıl anlayışları ve düzenleri üstün kılmaktadırlar.

“Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” En’am. 159

Neye inandığını ve ne için yaşadığını bilmeyen bir dünya da her şey etiketlenmiş, insan denen mahlûkatın fiziksel suretleri kalmıştır. Allah’a, anayasal kitabına ve peygamberlerine inanmayanlar bir yana, iman ettiklerini iddia eden önderlerin vahiyle davranışlarının tenakuzu, sorumlu oldukları Allah’tan değil de kendi gibi yaratıklardan korkarak; seküler düzenleri ve laiklik gibi birçok din-dışı düşünlere karşı dik durmayıp, üstelik barbarlara karşı direnen Müslümanları dahi en ağır bir üslupla eleştirerek katillikle yaftalamaları, sözde kılavuz edindikleri peygamberimizin cihadi mücadelesine bir hakaret ve doğrudan ayetleri de inkâra neden olmaktadır. Böylece Allah’ın ayetlerini, Peygamberimizin hayatını ve Kur’an’a muvafık hadislerini az bir dünya menfaati karşılığı satanlardan İMAM olabilir mi?

Onların nasıl ahlaksız bir sömürücü ve amelsiz bir münafık oldukları, hata ve yanlışlarındaki ısrarlarından bellidir. “Güzel ahlak hataları eritir. Suyun buzu erittiği gibi. Fena ahlak ta ameli bozar. Sirkenin balı bozduğu gibi.” Hz.Muhammed (S.A.V)

Yüce Allah, Al’i İmran Süresi 19. ve 85. ayetlerde buyurduğu üzere; hak din olarak emrettiği İslam’ı ve sizden İslam’dan başka hiçbir din aranmayacak hükmüne şeytan misali başkaldırarak, “dinler arası diyalog” gibi bağışlanamaz bir şirk, yetmedi İncil ve Tevrat’tan alıntılar katarak, vahiysel kutsalımız Kur’an’la pekiştirebilecek kadar hoyrat bir girişimde bulunabilmeleri, nasıl masonik düşüncelere hizmet ettiklerini ortaya koymuş, dolayısıyla onlarca övülerek ve namütenahi imkânlar sunularak, vahyi bozma ve tüyü yolunmuş sıska bir kaza dönüştürme çabalarıyla haçlıların müttefiki olma hakkını elde etmişlerdir. Neden din, ırk, düşünce ve ideolojiler kendi saflık ve içeriklerinde özgür bırakılmayıp illa birinin egemenliği altına sokulmak ya da desteğine ihtiyaç duyulmak isteniyor? Oysa hiç kimse ama hiç kimse, Allah’ın dinini Allah’a öğretmeye kalkamaz ve O’nun lağvettiği ve lanetlediğini meşrulaştıramaz…

Terör adına İslam’a savaş açmış gerek ABD, gerek Avrupa ve gerekse İsrail’in gözbebeği haline gelen İslam kimlikli fikir öncüleri, özellikle hilafetin önderi Müslüman Türkiye’nin yeniden cihadi şahlanmasının önünde kalkan olmaktadırlar. Böylece başsız kalan Mısır ve Ürdün başta olmak üzere iyice şımaran ve kuduran diğer Arap iktidarlar, Filistin Halkına dahi sahip çıkamamanın pespayeliği ve zilleti içinde haçlıların artığı ve esareti altında onursuzca hüküm sürmekte ama “en” gösterişli olabilme yarışlarında kendilerini adam sanabilmektedirler. Örneğin Arap âlemini fetvalarıyla yönlendiren İsrail yanlısı şeyh M. Sayid Tantavi'ye Müslüman yahut imam diyebilir misiniz?

Bir peygamberimizin, bir de utanmazların karmaşık hayatlarını kıyaslayın da; Müslüman olup olmadıklarına ya da imamlık gibi bir liyakate haiz olup olamayacaklarına öyle karar verin.

“Tok köpekten fena av beklenir” başlıklı yazımda da ifade ettiğim gibi, hem bedenen hem de nefissen tıka basa doymuş ama doyumsuzluk hastalığına yakalanmış din referanslı ejderhaları azdıran ve arsızlaştıran kulsal cemaatleridir. Şöhretli politikacılar, sanatçılar ve sporcular da aynı hastalığın vampirleri değil midir? Nasıl olur da onlardan şükretmeyi, eşit şartlarda paylaşmayı, kıskanç olmamayı ve az ile yetinmeyi bekleyebilirsiniz?

İslam gibi bir dinle şereflendirilmelerini kavrayamayanların nasıl maneviyatla hiçbir ilgilerinin bulunmayıp, tek amaç ve hedeflerinin maddiyat olduğu ittifak içindeki emperyalist dostlarından ve sürekli “para” taleplerinden anlaşılmaktadır. Oysa iman eden bir kimsenin kapısını para için çalmaya gerek yoktur. O, gerçekten imani bir teslimiyete ve insani değerlere sahip ise, tıpkı Hz.Ebubekir gibi varını yoğunu hayır yolunda harcar… Ancak cennetin yardımlarla satın alınabileceği ile ilgili fetvalar, birkaç liraya kolayca cennete girilebilineceği anlayışını mukim kılıyor ise; neden imani hükümlerin çöpe atıldığı, seküler düzenlere peşkeş çekildiği, magazinleştirildiği ve komedileştirildiği anlaşılmaktadır.

Hâlbuki Hz. Muhammed, eğitim ve yardım adı altında hiçbir sahabeden para istememiş, hadis ve ayetlerini bir bedele karşılık tutmamış, geçim gerekçesiyle çok kıymetli eserlerini paraya tahvil etmemiş, gösterişten uzak durulmasını ve israfın haram olduğunu buyurmuş, zengin-fakir, siyah-beyaz, köle-efendi, vali-işçi, sağlıklı-özürlü ayırımı yapmaksızın herkese eşit muamele yapmış, hukuk karşısında kâfir-Müslüman kayırımına girişmeksizin adaletle hükmetmiş, o günün çok zor koşullarında, hatta bileşim teknolojisi, medya ve okullar olmaksızın dini tüm dünyaya yayabilmişti. Kürke değil imani erdemliğe; gösterişe değil tevazua; söze değil öze; haksızlığa değil adalete önem vermiştir. Velev ki evlatları dahi suç işlemiş olsa, adaletten asla taviz vermemiştir.

Beğeni sendromu yaşayan Müslüman kimlikli erkek ve kadınlara kapak olabilmesi hasebiyle; Müslümanlığın nasıl paha biçilmez ebedi bir hazine ve itibar olduğunu Hz. Ömer, şu sözleriyle dile getirmişti.

Hz. Ömer; bir gün, Şam’ı ziyaret edeceği sırada ordusunun komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, kendisini karşılamak üzere büyük bir kalabalıkla tören hazırlamıştı. Hz. Ömer, seyahati esnasında kendisine refakat eden kölesinin devesi rahatsızlanmış ve kendi devesini kölesiyle paylaşıp, sırayla biniyorlardı. Uzaktan bakanlar, deveye binmiş köleyi halife, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyordu. Uzaktan Hz. Ömer’i tanıyan komutan ve aynı zamanda vali Ebû Ubeyde bin Cerrâh, hızla Hz. Ömer’in yanına gelerek; “Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların güçlü ve büyük halifesini görmek için toplandılar, size bakıyorlar, bu yaptığınızı nasıl izah edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler” dedi. Komutanın bu komplekssel telaşı karşısında Hz. Ömer şöyle cevap verdi. “Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allahü Teâlâ bizleri Müslümanlıkla şereflendirerek yüceltti. Bundan başka şeref ararsak, Allahü Teâlâ bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder.”

Hz. Muhammed ve Hz. Ömer’in imam olduğu bir dinde, söz konusu bedhah bezirgânların imam olabileceği nasıl düşünülür?

Eğer liyakat amelle değil de ilimle ölçülüyor ise; neden peygamberler üstü ilme sahip şeytana hürmet ve tazim göstermiyorsunuz da, ezberci çapulculara itibar ediyorsunuz?

“Ruhunu kaybeden dünyayı kazansa ne çıkar.” Victor Hugo

Hiç yorum yok: