8 Ocak 2018 Pazartesi

“O kitap’a karşı kuantum!

Ya da diğer bir ifadeyle levh-i mahfuz veya kader…

Bilimi vahye rakip kılarak egemenlik yarışına sokmak suretiyle Mutlak İrade’nin kayıtsız-şartsız hâkimiyetini fizikle aşmaya çalışan seküler-laik bazlı teorisyenler, adına “Kuantum Diyarı” verdikleri hipotezle matematiksel bir kâinat oluşturma içine girdiler ama pratikte hiçbir karşılığını bulamadılar. Oysa matematiğin insanı üstün bir doğruya götürmediği bilimsel bir gerçektir.

“Bilim, yalnızca doğanın matematiksel davranışını ortaya koyan yasalardan oluşur.“ Isaac Newton

Vahiy olmadan bilim, yaratıcı olmadan kâinat, ruh olmadan fizik var olamayacağından, düşünebilecek ne bir akıl, yaşanabilecek ne bir dünya, ne de bir hayat mümkündür. Hiçbir şey ne o an, ne de o kadar basit, sıradan, sebepsiz ve kendiliğinden oluşmaktadır. Onun için olayları fiziksel bir gözlemlemeyle veya deneysel metotlarla değil, yaşamı var eden, olayları yaratıp güden ve enerjiyi sağlayan vahye ve ruha yoğunlaşarak irdelemelidir.

Peki, Kuantum Fiziği; Kuantum Teorisi ya da Kuantum Diyarı nedir?

Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki serüvenler herkesçe bilinir. Alice’in yolculukları, küçülmesi, nükleer bir parçacık olması ve başkalaşımları, belirsizliğin, sırrın ve gizemin yaşandığı Kuantum Diyarı olduğu teorisidir. Bir atomdan bile küçük olan, entelektüel bir eğlence parkı düşünün. Bu eğlence parkındaki her düzenek, her oyun ve ilgi çekici her nesne, kuantum mekaniğinin farazi değişik bir özelliğini açıkladığı iddiasıdır. Doğaya ve nesneye ilişkin konularda çoğumuzun aklını karıştıran olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesinin güya bu eğlence parkında bulunduğudur. Böylece geleceğin belirsizliği, düşüncelerde oluşan ve kurgulanan bir ütopyada gerçekmiş gibi yaşatılmaya çalışılır.

Kuantum teorisi; atomun yapısını, atomu oluşturan temel parçacıkları ve bu parçacıkların birbiri ile etkileşimini inceleyen fiziğin hipotez dallarından biridir. “Fotoelektrik etki ve ısı kuramı” ile gerçekleştirilen deneyler arasında garip uyumsuzlukların baş göstermesi, bilim adamlarını derin bir arayışa itmişti. İşin ilginç yanı bilim adamlarının pek önemsemediği bir konunun tüm detaylarının önceden açıklandığı bir kuramın başlarına çorap örmeye başlaması endişeye dönüşmüştü.

Düş dünyası ile bilimi birleştirerek Alice’in yolculuklarının alegorisi kullanılmış; böylece kuantum dünyasının önemli noktalarını kolay anlaşılır bir zemine oturtmaya çalışılmış ise de, pratikte başarıya ulaşılamamıştır. Dünya ve kâinatın anlaşılmasının zor olmasından doğan belirsizlik, kuantum fiziğine dayandırılmış; olaylar aydınlatılmaya ve bilimsel kadere bir nitelik kazandırılmaya çabalanılmıştır.

Kuantum savunucuları, fotonların iki ayrı delikten geçişinin mantıksal olarak nasıl algılanması gerektiği üzerinde durarak; fotonlarla gözlemci arasındaki ilişkiyi aramaya çalışmışlardır. Ancak kesinlikle cevap veremedikleri soru; fotonun içyapısının ne olduğudur. Foton nelerden yapılmadır? Mahiyetlerinin, gerçek matematiksel anlamda, “nokta” olduğu varsayımıyla foton ve elektron gibi bazı elemanter (en basit yapıtaşı) parçacıkların bulunma kuramıdır. Oysa kimyasal hiçbir analizleri olmadığı gibi fiziksel hiçbir büyüklükleri de yoktur ve parçalardan oluşan içyapıları bulunmadığından parçalara ayrılamazlar. Fotonla ilgili olarak cevaplanması en zor soru ise, onun bir parçacık mı yoksa dalga mı olduğu gizemidir. Her zaman olduğu gibi burada da bilimsel bir paradoksun varlığı aşikârdır.

Fotonun ruh misali irdelenemeyen bir gizeme sahip olması, ruh olduğu anlamına mı gelmektedir?

Fotonların iki ayrı delikten geçmelerini iki ayrı dünya hareketleri olarak düşünülür. Onlara göre, girişim, bu birbirinden tamamen iki ayrı iki dünyadan her birinin birlikte hazırlanarak, birbirinin üstüne çakışmasıyla ve birbirlerini bütünleştirmesiyle oluşur. Yani, düşüncelerde oluşan dünya ile pratikte yaşanılan dünyanın çakışması, ya da ezelde programlanmış olan olayların zaman sürecinde güncelleşmesi! Dolayısıyla sonuçta her iki dünyayı oluşturup yönlendiren tek bir iradenin varlığını istemeden itiraf etme zorunluluğundan sıyrılamazlar. Vahiysel anlamda ise, her iki dünyanın çıkış noktası, “o kitap”’ta programlandığı doğrultuda fiziğin vuku bulmasıydı.

Kuantum teorisinin bilime ve doğaya farklı bir bakış açısı getirerek, Mutlak İrade’nin yani kaderin olmadığı bilimsel teorilere dayandırılmaya çalışılmış; belirsizliği aşabilecek matematiksel hesaplarla kanıtlayabilme arayışı içinde Kuantum safsatası doğmuştur. Ki, Einstein ve Planck gibi bilim adamları da Kuantum safsatasını reddetmişlerdi.

Evren ve içindeki her şey, Mutlak İrade’nin yönlendirmesiyle fonksiyon göstermekte; fiziksel belirsizlik ruhsal etkileşmenin güncelleşmesiyle belirlilik kazanmakta ve bu doğrultuda hiçbir sapma göstermeden akışını sürdürmektedir, Dolayısıyla öncesi her ne kadar fiziksel belirsizlik olarak algılansa da, ruhsal yani kadersel bir bilinmezlik değildir. Yalnızca fiziksel bilinmezliktir, zamana ve programa göre güncelleştiğinden, öncesini kestirebilmek mümkün olamamakta ve Mutlak İrade sahibi olmayı zorunlu kılmaktadır.

Gelecekle ilgili belirsizliği aşabilmek için, geçmişte olan olaylar incelenerek, geliştirilen yöntemlerle tahmine dayalı saptamaların yapılması, yanılgıların devamını sağlamaktadır.  Dünyanın ekranında oluşan aydınlık ve karanlık noktaların fiziksel belirsizliği, tıpkı yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık olarak algılanmasından farksızdır. Çünkü fiziki gelecek meçhuldür ve geçmişe dayalı üretilen olasılıklar, hiçbir bağlayıcılık taşımamaktadır. Ancak geçmiş olayların ve hareketlerin geleceği yansıtan dalgacıkları zamansal ve kuvvetsel belirliliğe kesin bir katkı sağlamadığından, gözlemci ve bilimsel teoriler sürekli yanılabilmekte, dolayısıyla mutlak bir sonuca ulaşılamayarak, umutlar pratiğe dönüştürülememektedir.

İnsan bilgi ve iradesinin belirleyici ve yönlendirici bir güce sahip olamaması, tamamen kaderin etkisinden ve programına müdahale edilememesindendir. Fiziksel olayları oluşturan ruhsal gücün zincirsel halka bütünlüğü içinde varlık göstermesi, aslında ciddi bir sorgulama ve gözlemlemeyle anlaşılabilecek açıklıkta olsa da, tumturaklı bir iman şarttır.  

Kuantum teorisinin doğuşundan günümüze kadar ki sürecine bakıldığında, bu teorinin fiziğin uygulamalı bir dalı olduğu düşünülse de, tamamen ütopiktir. Sayısız deneyler yardımıyla kuantum teorisinin genel esasları ortaya konmaya çalışılmış ama hiçbir zaman pratik bir başarı sağlanamamıştır. Diğer yandan Young deneyi problemi gibi gözlemci, gözlenen ve zaman kavramları üzerinde net bir felsefi çözüme de gidilememiştir. Felsefi çatıdaki eksikliklere rağmen atom ve çekirdek yapısı, elektriğin nakli, katıların mekanik ve ısıma özellikleri gibi oluşumlar kuantuma dayandırılmıştır. Öyle görülüyor ki, seküler-laik bilim adamlarının tüm evreni tanımlayan bir teoriye bağlanması, başka bir deyişle bilimin mutlak yaratıcı özelliğini kanıtlayabilmek için belirsizliği, olasılıklara dayalı Kuantumla aşabilme düşünceleri; doğasal ve toplumsal sorunları ve kâinatı çözmeye yeterli olamamıştır.

Kuantumu, daha anlaşılabilir bir açıklıkta izah etmek gerekirse; fiziksel hareketlerin güdümünü sağlayan “bilimsel kader” olduğudur. Yaratıcı ve kadersel düzenini ısrarla reddeden bilim adamları, bilgilerin varoluş sürecini düşler diyarı olan kuantumdan kaynakladığına inanabilmektedirler.

Ruhsal kadere karşı; bilimsel kader, yani fiziksel kuantum!

Seküler bilim adamları, keşiflerin rastgele doğuşu ve her şeyin birbirleriyle olan zincirsel bağını kabul etmelerine rağmen, bilginin yaratıcı Allah’tan değil de kuantumsal bir fizikle gerçekleştiğine inanmaya zorlanmaları, nasıl bir dayatmanın sonucudur? Her ne kadar mantıkları kabul etmese ve cevaplandırılamadıkları birçok soruları bulunsa da! Her bilginin fiziki bir Kuantum Diyarında saklı olduğunu ve zamanla ortaya çıkarak biçimlendiğini savunarak, fiziksel bir kaderi kabul ediyorlar ama ruhsal olanına ısrarla karşı çıkıyorlar. Neden? Özgür değil, kul olma korkularından!

Kuantum da gözlemci, gözlenen ve gözlemcinin birbiriyle bir bütünlük oluşturduğu düşüncesiyle beyin ve bilim tanımlanmaktadır. Bu, öylesine akıl almaz bir anlayıştır ki, Allah’ı ve vahyi reddetmeleri akabinde bilim ve teknolojinin doğuşuyla ilgili ortaya çıkan sebep ve sonuçları yargılayamamaları, boşlukta kalmalarına neden olmuş ve dolayısıyla fiziksel bir dayanağa ihtiyaç duyarak, düşler diyarı kuantum adında bir teoloji ve buna bağlı teoriler geliştirebilmişlerdir. Ne de olsa onlara göre ruhsal olan yaratıcı Allah’ın beyin hücreleri bulunmadığından, nasıl olur da evrenin sahibi olarak hücresiz bir Allah’ı tanıyabilirler?

Dünyanın gerçekleriyle ilgili konularda akılları karışmış, olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesini doğru ve anlaşılabilir bir açıklıkta ortaya çıkarabilmeleri için, biyolojik beyne ve kadersiz bir doğanın zannettikleri fotonsal, maddesel ve fiziksel gücüne yoğunlaşmışlardır.

Oysa fotonların gizsel varlığı ruhsal oluşlarını kanıtlamaktadır. Eylemleri ve varlıkları ortaya çıkaran etkenlerin her zaman var olduğuna ve onları harekete geçiren bir nedenin mutlaka olduğuna inanmışlardır. Gelecek ile ilgili fiziki belirsizlik her ne kadar aşılamıyorsa da, hiçbir şeyin rastgele veya tesadüfe bağlı oluşmadığı, gelişmediği ve muhakkak bir merkezden yönetildiği; dolaylıda olsa rasyonalistleri, mantıkçıları, evrimcileri ve maddecileri kabule zorlamıştır.

Evrende vuku bulan tüm olayların birbirleriyle olan bağlantısına inanmışlar ama tetikleyici ve yönlendirici “ilk halka” olan Mutlak İrade’yi yadsıyarak, Kuantum teolojisi adına sanal diyarlara özenip, her zamanki hayalperest hülyalarını sürdürebilmişlerdir. Şüphesiz felsefi ve akli dayanağı dahi olmayan böylesi bir teorinin mantıklı bir açıklaması olmadığı, hiçbir koşulda hayatla örtüşmediğinden anlaşılmaktadır. Çünkü ruhsuz bir kainat, akıl ve fizik düşünülemez.

Ne var ki bilimin güvenirliliğini baltalayan Kuantum Teorisi’nin gerçekle bütünleşmeyen bilimsel bir teoloji olduğunu fikir babaları dahi itiraf etmiştir. Hatta kuantum ile ilgili buluşlarını gerçekleştirme yolunda ilerlediklerini dünyaya duyurarak, bu buluşun inanılmaz bir potansiyel vaat ettiği açıklamalarıyla, pratik anlamda hayata geçirilmesi ve kompleks yapıdaki sorunların çözülmesi yolunda önlerinde daha epey bir zaman olduğunu duyurmaları; Nasreddin Hoca’nın göle maya çalmasına benzemektedir. Zaten teori ve düşteki hipotezlerini bir de pratikte kanıtlayabilselerdi, hiçbir sorun kalmazdı!

Daha geçenlerde; dünyayı ayağa kaldırarak tanrılığa özenen nükleer fizikçilerin Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu başkanlığında bir araya gelerek, Cenevre’de yerin 100 metre altında 27 kilometrelik bir tünel inşa edip, evrenin oluşumu arkasındaki sır perdesini aralamayı, madde ve antimadde, yani ruhsal enerjiyi anlamak maksadıyla “Büyük Patlama”dan hemen sonra saniyenin binde birindeki sürede ortaya çıkan şartları yeniden yaratmak amacıyla yaptıkları yüzyılın deneyi, hatırlanacağı üzere fiyaskoyla sonuçlanmış; 5 binden fazla mühendis ve çalışanın tükettikleri 10 yıllık zaman ve harcadıkları 10 milyar dolar çöpe gitmişti. Ancak temel bilgiden yoksun insanları etkilemeleri bile onlar için propagandasal bir zaferdi.

“Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların kendileridir.” Nahl 105
“Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.” Şu’ara 223
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler. En’am 116

“Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir. Yunus 36

“Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. Fussilet 23

“Hâlbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez. Necm 28


“Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu.” Rahman 7  

Hiç yorum yok: