29 Ocak 2018 Pazartesi

Nefsi olan doğru ya da yanlış…

Nedir bilir misiniz; adalet düşmanlığıdır!

Mutluluk bedende değil nasıl ruhta ise; adalette nefsi isteklerde değil Allah ve Resul’ünün hükümlerindedir. Çünkü nefsi galebe çalmış insan, doğru yahut yanlışı kendisi belirlediğinden asla adil olamaz.

Allah ve Resulünün hükümlerini yapmamayı günahkârlık, inkâr etmeyi ise kâfirlik olarak yorumlanması münafıklık denen tehlikeyi meşrulaştırmaktadır. Neden yerine getirilmeyen hükmün, münafıklık olduğu vurgusundan ısrarla kaçınılmaktadır?  Seküler-laik düşünce düzeyinde de devletin yasalarına karşı çıkılması hainlik değil midir?

Sözde Allah’a özde nefislerine iman edenlerin çoğunluğunda nefis doğrultusundaki doğru veya yanlışlar, haksızlık ve adaletsizlikleri doğurmakta; böylece ardı arkası kesilmeyen karışıklıklarla doğru ve yanlış savaşı sürmektedir. Dolayısıyla nefsini rehber edinmiş birinin haksızlık ve adaletsizlikten şikâyeti, tıpkı narsistin acı çekmesinden dertlenmesi gibidir!

Mutluluk nedir? Neden mutluluklarla övünülürken felaketlerle yere serilebilindiği sorgulandığında; mutluluğun bedende değil ruhta olduğuna inanılabilecektir. İnsanı mutluluğa götüren; yaratıcı Allah’ın doğru ve yanlışlarla ilgili indirdiği hükümlere tevekkülüdür.  

Gül deyip geçmeyin; aslında gül gönül alma veya nefsi arzulara ulaşma etkisinden ziyade hayattaki gerçeğin ta kendisidir. Gülün kendisi nasıl iyiyi, güzeli ve mutluluğu ifade ediyorsa, dikeni de acıyı, sıkıntıyı ve musibeti simgelemektedir. Dikensiz bir gül olamayacağı gibi, kötülüksüz iyilik, sıkıntısız mutluluk, musibetsiz tecrübe ve savaşsız barış olamaz. Her olay “o kitap”’ta belirlenen zaman diliminde olgunlaşarak ya güldürüyor ya da ağlatıyor.  Ne olabilecekleri önleyebiliyor, ne olmayacakları var edilebiliyor, ne değiştirebiliyor, ne de kaçıp kurtulunabiliyor!

Her nefsin kendi doğrusu; kötü ve yanlışı yayarak meşrulaştırmakta; hür düşünce, davranış ve ifade çerçevesinde mutlak doğru, ne sosyal ne de siyasi hayatta yaşam bulabilmektedir.

Doğru-yanlış, iyi-kötü arasındaki muhakemede nefsin galebe çalması; benlik merkezli insanların tanrılaşma güdüsünden doğmakta; dolaysısıyla yaratıcı Allah karşısında yaratık bir kul olma gerçeği benliği aşağıladığından batıl odaklı düşünceler rağbet görmektedirler.

İlahi değil de benlik mihraklı doğru ya da yanlış anlayışlar müminleri de etkilemekte,  farkında olmadan ateistler gibi düşünülebilmektedir.

Bir şeyin iyi veya kötü olduğu kararına, onu yaratan varlık belirler. Seküler-laik düşünce “akıl tanrıdır” felsefesiyle ne kadar üste çıkmaya çabalasa da, karmaşık ve yaşamla örtüşmeyen teorilerinin içinde boğulmakta ve dilediği nefsi düzeni egemen kılabilmek için dini ve ahlaki tüm prensipleri tarumar etmektedir. İnsanın, kendi gibi yaratılmış olan olay veya düşünceler konusunda yaratıcı yerine geçmesi, nefsine teslimindendir. Ki, bu yüzden nefse hoş gelip tatmine neden olan yanlış ve kötü ne var ise, o nefis için iyi ve doğrudur. 

Neyin doğru veya yanlış, iyi veya kötü olduğu seçimi nefislerce onandığından, suç kavramı vahyi kurallara göre değil benliği yücelten hezeyanlara göre belirlenmektedir. Dolayısıyla gerek kişiler, gerekse milletler arası ilişkilerde ki barış ve uzlaşma; tamamen geçici çıkarlara dayandığından kalıcı ve samimi bir bütünlük sağlanamamakta, dolayısıyla yanlışı doğrulaştıran oportünizm insanlığı mahvetmektedir.

Yanlışa karşı mücadeleyi engelleyen menfaat doğruyu kıymakta; böylece kötü ve yanlış hâkim olmaktadır.

Toplumdaki suçları üreten nefsi doğrulardır. Suçlularda nefisleri doğrultusunda yargıya gitmelerinden yanlış olan fiilleri, diğerleri gibi kendilerince doğru kabul edilmektedir. Yanlış üzerine inşa edilmiş bir düşünce düzeyinde başka bir yanlışın yerilmesi ne kadar doğrudur? Dolayısıyla nefisler arası meydana gelen çatışmalar felaketleri tetiklemektedir.

Seküler temelde ortaya konan sosyolojik teorilerin tamamı ütopiktir. Çünkü sosyolojik teorilerin tamamı benliksel çözüme odaklandığından, önemsediği dış faktörlerin etkisinde kalarak, iddiada bulunduğu kuramı gereği o dış faktörleri oluşturanında insan olduğu gerçeğini işine gelmediğinden görmemezlikten hatta kabullenmezlikten gelir. Sığ, maddi ve yüzeysel yaklaşımla içine girmekten kaçınılan yaradılış fıtratı ve ruhun derinliğine inilmediğinden, yaratıcı Allah’a olan iman ve inancı reddeden teorilerle çalındığı gibi oynanarak aklı karıştırılan toplumlar mahvedilmektedirler.

“Teori hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.“ S.Freud

Hata ve yanlıştan münezzeh olmayan insanoğlunun kaçınılmaz suç riski, öncesinde kendini yaratan Allah’a karşı itaat ve sadakatle başlar. Kendini yaratan Allah’a böbürlenerek isyan edip hükümlerine boyun eğmeyen, hatta inkâr edip kendini üstün tutarak tanrılaşan bir insanın iyisi veya doğrusu olamaz. O daima kötü ve yanlıştadır. Bazı davranışları yararlı görünse de, yaratıcısına ihanet ettiği gibi etki nispetinde de yakınlarına, ülkesine ve insanlığa da hainlik yaptığı mutlaktır.

“Nice kötü insanlar vardır ki hiç iyi yanları olmasa daha az tehlikeli olurlardı.” La Rochefoucauld

İyi ile kötü, doğru ile yanlışı yaratıcısı Allah’ın koyduğu kurallara göre değil de benliği doğrultusunda belirleyen bir düşünceyle insanlık çerçevesinde anlaşabilmek mümkün değildir. Doğru ve yanlışı belirleyen Allah’ın kuralları nefse ağır gelmesinden, benliği özgürleştirici doğru veya yanlışlar türemekte, böylece her düzen, kendini imha eden suçluların tehditleriyle huzur ve güveni tesis edememektedirler. Çünkü düzen kurucular da suçludur ve yönettikleri toplumlara kötü örnek olmaktadırlar.

Dinli bir topluma seküler-laik esaslı hiçbir şey dayatılamayacağı gibi, dinsiz bir topluma da dini bir şey dayatılamaz. Zaman içinde dinin ya da dinsizliğin ağır basması kitleleri etkilese de, sonunda herkes aslına rücu etmekte, sonunda fizik kanunlarındaki basıncın yoğunlaşması misali patlama kaçınılmaz olmaktadır.

Sanki insan, ne olduğunu anlamadan iradesince insan olmuş bir başıboşluktaymış gibi, fertsel yahut toplumsal tek standart olan mutlak doğru ve yanlışları nefislerince reddetmenin bedeli ödenmektedir.

İnsanı yaratarak aydınlığa, barışa ve adalete kavuşabilmesi için kıstaslar vahyeden Allah’ı inkâr eden ateistler ile Allah’ı kabul edip peygamberlerini ve dinini reddeden deistler ve de münafıklar; iman etmiş her müminin tartışmasız düşmanıdırlar. Yaratıcısı Allah’ına düşman olandan daha hain, nankör, zalim ve suçlu kim olabilir?

Dolayısıyla Allah’ı inkâr eden ve buyruklarına boyun eğmeyerek böbürlenenler bir yana, secde etmeyenlerin dahi dost edinilemeyeceği, sevgi ve saygıda bulunulamayacağı, iyi ve doğru insan gözüyle bakılamayacağı aşikârdır. Ne sözüne ne şahitliğine ne de yöneticiliğine itibar edinilmelidirler…

Allah’ın helal saydığına haram, haram saydığına da helal diyebilen bir mahlûk, insan sayılabilir mi? Onun doğru veya yanlış dediği söze güvenilebilinir mi? İyi veya kötü tespitine inanılabilinir mi? Yaratıcısına asi bir eş veya yöneticisinin başkasına faydalı olabilmesi düşünülür mü? Adil ve merhametli davranacağı umut doğurabilir mi? 
          
Gazali’nin; "Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder" sözü misali; bedeni insan sanıp içindeki ruha inmeyen insan, kendini tanrı zanneder…

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” Nur 21


“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

Hiç yorum yok: