6 Aralık 2017 Çarşamba

Doğum bir ölümdür…

Ölümde bir doğumdur!

Dolayısıyla her doğan ölmek için geldiğinden sevinç değil üzüntü; her ölen de doğmak için gittiğinden yani âlem değiştirmiş olmasından üzüntü değil sevinç gerekli kılınmalıdır.  

Öyleyse neden doğumda seviniliyor da, ölümde üzülebiliniyor?

Asıl mesele insanın ruhi mi yoksa bedeni mi olduğudur.

İnsan, ruh ile bedenden müteşekkil ise de, bakilik ve faniliği ayıran ya da diğer bir ifadeyle dünya ile ahiret hayatının ayırımını kanıtlayan bir kuldur. Kulluğunun ezeli ve ebedi oluşu ruhundan; geçicilik ve ölümlü oluşu da bedenindendir. Bu sebeple ruhi olarak ele alındığında ölümsüz; bedeni olarak ise ölümlüdür.

İnsan olsun hayvan olsun; nasıl ve hangi sebeplerle yaratılarak oluşumlara bağlı geliştiği ve etkilendiği önyargısız bir gözlemlemeyle irdelendiğinde, ruhsal gerçekliliği kavranabilecek; bedenin ve organlarının sadece mazeret olduğu anlaşılabilecektir.

İnsanın kul olduğu gerçeğini kabul etmemek maksadıyla pozitif bilim adına yaptığı temel yanlış, ruhun madde ve beden üzerindeki hâkimiyetini teorilerle reddedebilme hezeyanıdır. Oysa teorilerindeki varsayımlarını pratikte kanıtlamayışından öyle bir paradoks yaşamaktadır ki,  bedeni tek başına bir güçmüş gibi algılayarak ruhtan soyutlamış, aklın denetleyemediği duyguları da kendine özgü bir önsezi yapma iddiasıyla inanılmaz saçmalıklara yönelmiştir. Onun için duygusal davranışlar aşağılanarak mantık yüceltilmeye çalışılmış; böylece hatasız, güçlü ve egemen olunabileceği düşünülmüştür.

İnsan, ‘ne olduğunu’ reddeden öyle bir yaratıktır ki, kendisine hayat ve işlev kazandıran ruhunu yitirmesiyle bir ceset olduğunu kabul etmeyendir.

Odun ile insan arasındaki fark nedir bilir misiniz; birinin ruhsuz diğerinin ruhlu olmasıdır. Hâlbuki odun, odun olmadan önce bir ağaç idi; dolayısıyla o ağaca canlılık katan nasıl bir ruh ise, bedeni insan yapan da ruhtur.

Ana rahminden çıkarak dünyaya gelmenin amacı; bir kefen alarak mezara, diğer bir ifadeyle ahirete gidebilmek içindir. İşte yaşam ve ölümün özü budur!  Geri kalanlar ise mazeretten öte değillerdir.  

Bir şeyi bilmemek, onu inkâr etmeyi gerektirmez. Çünkü o şey vardır! Dolayısıyla bilinmeyeni kabul etmek öyle bir erdemlik ve bilgeliktir ki, nefsin tuzağına düşmekten kurtarıp yaratıcı Allah’a teslimiyeti kılar. 

Zaten inkârcılık, hilecilik, yalancılık, sahtecilik, hainlik ve bencillik, bilinmezliği çözememenin sonucu değil midir?    

Diriyken kaçtığı vatanından ölünce cesedini getirmeye çalışarak vatanında gömülmek isteyenin vatan sevgisi ne ise, bedene duyulan sevdalık da böyledir. Acaba bedene duyulan aşk ve tazim, neden ölüm gerçekleşince son buluyor; yanına girilmeyip yılan ve çıyanlara hatta çürümeye terk edilmek suretiyle yalnız bırakılmaktadır? Ruhun bakiliği aşikâr ise, tartışılan nedir ve nasıl oluyor da insan, bedenden ibaret sayılabilmektedir?  Öyleyse seküler-laik yani pozitif bilim yalan değil de nedir?

Ne doğmamış olan ne de ölmüş olan insan değildir! Ancak ruhla bütünleşildiğinde insan vasfı kazanılmaktadır. Bambaşka bir ayrıcalık ve halifelik olan insanlık ise, Allah’a olan imanla şereflenildiğinde vücud bulmaktadır.  


“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” İsra 85

Hiç yorum yok: