27 Mart 2010 Cumartesi

Akıl kurallarını bertaraf eden İNTİHAR…

İnsanoğlunun azan benliklerine gem vuramayıp pozitivist teorilerle süsledikleri yaratık ve kadersi bir mahkûm oldukları gerçeği, fevkalade somut bir acizlik olan intiharlarla deşifre olmakta, dolayısıyla rasyonel bir varlık oldukları ütopik felsefelerini yaşamda gizleyememektedirler. Sıradan insanların intiharlarını ekonomik, sosyal, eğitim ve seküler psikolojik bazında değerlendirerek; aklı, insanın hayatta var olabilmesi için temel araç görmeleri akabinde şöhret, servet, bilim ve mevki sahibi zenginlerin, akademisyenlerin, sanatçıların, üst düzey askerlerin ve akli ilkeleri uç düzeyde kullandığı sanılan düşünürlerin kendi canlarına kıyabilmeleri; kuramlarında iddia ettikleri gibi akıl kullanmaktan başka hiçbir araç ve Tanrı’ya ihtiyaç bulunmadığı varsayımlarını, bu nasıl bir akıldır ki yaşamını intiharla sonlandırabiliyor sorusunu doğurmaktadır. Voltaire’in dediği gibi; “Akıl, her şeyi olduğu gibi görebilmektir.”

Sözde başarılarıyla kendilerini çok akıllı sananların gurursal sarhoşluğu ancak hayatlarına son verene kadar sürmekte, böylece o başarılarındaki sırrın taptıkları akıllarından değil ısrarla reddedikleri Yaratıcı’nın bir lütfü olduğu gerçeğini muhakeme edemeden şeytani benlikleriyle toprağa karışabilmektedirler.

Aynı tecrübeyi bizzat yaşamış, neredeyse intihar edecekken Kur’an’ı okuyup gerçeği öğrendikten ve Kur’an’da zikredilenleri hayatımla kıyasladıktan sonra nasıl aciz bir yaratık, sahip olduğum her şeyin üstün sandığım benliksi aklım ve irademle değil aslında Allah’ın emanetsi bir ikramı olduğunu öğrenip iman etmemle boyun eğmiş, dolayısıyla huzura kavuşup derinden kemiren vesveselerden kurtulmak suretiyle intihar veya isyan gibi bir alçalmışlıktan sakınmıştım.

Bazen olayların etkisi o kadar sarsıcı olur ki bir hiç olduğunla yüzleştiğinde her şeyden vazgeçip; ya intihar etmek ya isyan etmek ya da durmaksızın koşmak, kaçmak ve yapayalnız kalmak istersin. İşte o an ya gururunun peşinde koşarsın ya da o şeytanı hapsedip Yaratıcı’na sığınırsın.

Daha çok genç yaşımda neredeyse tüm dünyada anlaşmalar yaparak, saygı ve itibar kazanıp özel uçaklar ve helikopterlerle uçan, en üst düzeyde ağırlanarak krallar, sultanlar, prensler ve başbakanlarca onurlandırılan, iş adamlarını dize getirerek hayran bıraktıran, NATO ve Çin Devleti başta olmak üzere başarı plaketleri alıp sayısız brifingler veren ben (sefil), üç yaşında bir çocuğun bile yapmayacağı hayati bir yanlışlığa düşerek, “Neden fark edemedim, aklımı kullanamadım, uyanık olamadım, fırsat verdim, kandırıldım, güvendim, ihanete uğradım ve aldatıldım” sorularıyla öyle bir bunalıma girmiş ve hayattan nefret etmiştim ki intiharın bile benliğimi tatmin edemeyeceğini düşündüğüm sırada sahip olduğum kuvvet ve kıymetlerin Allah’tan geldiği idrakine kavuşmuş, felakete sürükleyen gururumu, dünyevi hırs ve ihtiraslarımı tek kalemde silip, Mutlak İrade’ye teslim olmuştum. Çünkü bir yaprağın dahi O’nun izni olmadan yere düşmemesi, her şeyi yöneten ve yönlendiren O olduğu gerçeği başka arayışları geçersiz kılacak bir kanıtla ortadaydı.

Aciz kulunu hidayete ulaştıran Allah’a sonsuz şükürler olsun! Şu geçici ve yalancı dünyada bundan daha kazançlı ve makbul ne olabilirdi?

Ancak altyapımın İslam’la yoğrulmasından çözümü vahiyde arayabilmiş, diğerleri gibi seküler düşüncenin tek çıkış kapısı olduğu anlayışlarla bütünleşmiş olmamamdan gerçeğin açık perdelerinden yaşamın sırlarını muhakeme edebilmiştim.

Evrim düşüncesinin savunucularından Aristo, aklı tanrılaştıran rasyonalist felsefesiyle aklın Yaratıcı’nın iradesiyle ya da Etkin Aklın güdümüyle değil bireysel gayret ve bilgiyle fonksiyon kazandığı savı, sözde başarıları ve zaferleriyle abideleşip sonra sıkıntı, acı ve ızdıraplar içinde şöhretlerine hiç yakışmayan bir sonla hayatlarını bitirmeleri; perdelenmemiş gözler, milleştirilmemiş kulaklar ve mühürlenmemiş kalpler için açık bir ibrettir.

Günümüzdeki tüm laik, liberal, sosyalist, masonik ve seküler düşüncelerin ilham kaynağı olan Aristo felsefesi; bizzat içinde yaşanılan gerçek dünyayla değil de hayal âlemiyle özleştiği ve insan bilincinin tabiatınca dikte edilmiş şartları doğru olarak tespit edemediği ve yaşamla örtüştüremediği aşikârdır. Çünkü ruhsuz bir bedenin ölü olması misali Yaratıcı’sız bir dünyanın ve kuralların var olabilmesi imkânsızdır. Aristo’nun yaratık olan insanı tanrı kılan görüşleri; intiharların, felaketlerin, canavarlıkların, haksızlık ve adaletsizliklerin yegâne sebebidir.

Çeşitli sıkıntılarla cebelleşen insanoğlunun çaresizlik içinde kendini kasıp kavuran fiziki veya ruhi musibetleri yaratan varlığa değil de uzmanlığına güvendiği kendi gibi kullardan medet umabilmesinden çözümsüzlük aşılamamaktadır. Ya neden-sonuç ilişkilerini irdeleyememenin çaresizliği içinde kıvranır, ya kendileri kadar tecrübesi dahi olmayan realiteden uzak teori ve hurafelerle toplumu aldatan politikacı, din veya bilim adamlarına başvurur, ya da intiharlarla sıkıntılarından kurtulmaya çalışırlar.

“De ki: Ondan (benlikten) ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O'na ortak koşarsınız.” En’am.64

Aslında benliği azdıran dünya o kadar küçüktür ki uçaktan bakıldığında o koca tesisleri, imrenilen gökdelenleri ve meydan okuyan dev yapıları tıpkı bir kibrit kutusu kadar ufacık, uzaya çıkıldığında ise uçsuz bucaksız sanılan o koca dünyanın bir çakıl taşından farksız olduğu görülür. Ancak öyle insanlar vardır ki şafak vakti doğup akşam ölürler. İşte bu insanlar için dünya akla sığmayacak kadar büyüktür, dolayısıyla tıpkı uyku misali birkaç saat yaşayanla bir ömür boyu yaşayanların hiçbir farkları yoktur.

Sıkıntı, insanla özdeşleşmiş ve hayatın her safhasında süreğen duyguların en korkuncu ve eriticisidir. Bazen öylesine yoğunlaşır ve yaşamı mahveder ki çıldırtarak, ya tımarhaneye ya intiharlara ya da facialara sebebiyet verecek tehlikeler oluşturur. Sıkıntının bariz ve yaşanılan durumla uyumlu bir nedeni varsa bu doğal bir duygu yansıması olarak değerlendirilmekte, ancak anlaşılabilir bir sebep yokken aniden olgunlaşarak varlığını devam ettiriyorsa; geçmişe ve çeşitli olaylara yorumlanmaktadır.

“Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O’nun nimetini engelleyecek yoktur. Onu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir.” Yunus. 107

Hastalıkların getirdiği menfi oluşumlar yanında kayıplar, başarısızlıklar, felâketler, ölümler, sosyal, ekonomik ve siyasi nedenler, benliksi ilişkiler, beklentiler ve sayısız sebepler; sıkıntının yok edici etkileşmesini sağlayan somut gerekçeler olarak sıralansa da belirgin hiçbir neden yok iken doruğa çıkmasına ise bilim hiçbir anlam verememektedir.

Bariz sorunların geçici ortadan kalkmasıyla mutluluğun refahsı esintisi, tıpkı karanlıktan aydınlığa geçiş gibidir! Ancak o geçişin aldatıcı mı yoksa kalıcı mı olduğu, şüphesiz sıkıntı ve musibetleri doğuran etkinin tanımıyla mümkündür. Eğer mazereti, seküler psikolojinin maddi anlayışında aramaya kalkarsanız, yaşam boyu devamlılığını engelleyebilmeniz söz konusu değildir.

“(Resulüm!) De ki: "Allah'ı bırakıp da (ilah olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler." İsra.56

Evrimciler her ne kadar dualite gerçeğini reddedip tek düzen kurabilme hayallerini umutla canlı tutmaya çalışsalar da ölümle yaşam, iyilikle kötülük, doğruyla yanlış, gündüzle gece nasıl iç içeyse, sıkıntıyla mutlulukta öyledir; birbirlerinden farklıymış gibi algılanamaz ve iradece yönlendirilemez. Çünkü bir şey, her şeyi etkileyip çökerttiğinden, hiçbir şey birbirinden bağımsız değildir.

Eğer bireysel akıl ve özgür iradenin varlığına inanılıyorsa; beynin içerisinde sonuçları yasalarla kesin olarak belirlenemeyecek süreçler olmalı, bu süreçleri yöneten ve yine maddi kurallara tabi olmayan bir “özgür güç” bulunmalıdır. Maddenin tabi olduğu yasalara tabi olmayan gücün maddenin içerisinden çıkamayacağına göre, mutlaka iddia ettikleri kuantumdan fotonlar ile ışınlanmış olduklarını kanıtlamalıdırlar. İnsanların intihar veya ötenazi edercesine savaşı, tehlikeyi ve karmaşayı seçerek bir suç imparatorluğu kurmaları; nasıl mantıklı bir seçimin veya özgür bir iradenin reaksiyonu olabilir?

Fotoğrafçı Kevin Carter; depresyona girerek o çocuğa yardım etmeyip akbabaya teslim etmesinin bedelini öyle acı ödemişti ki karanlıklar içinde yaşayarak üç ay sonra intihar etmekten şöhreti ve ödülleri kendisini alıkoyamamıştı.

Bir gün, haberleri izlerken ibretsi bir olaya şahit oldum. Kadının biri, geçirdiği bunalım sonucu hayatına son verebilmek maksadıyla oturduğu evin en üst katından atlayarak intihara kalkışıyor. O sırada başka bir kadında kurallara uygun bir biçimde kaldırımda yürüyor. Kendini öldürebilmek için intihar eden kadın, kaldırımda yürüyen kadının tam üstüne düşerek ölümüne neden oluyor ama intihar eden kadın hiçbir zarar görmeyip hayatta kalıyor, üzerine düştüğü diğer kadın ise oracıkta ölüyor. Biri ölebilmek için intihar ettiği halde ölmüyor, diğeri yaşamak istediği halde ölüyor. Ölen kadının en çok otuz santim eni olduğu tahmin edilip yürüdüğü de dikkate alınırsa, o yükseklikten isabet edebilme oranı neredeyse sıfırdır. Tedbirini alarak kurallara uygun hareket eden insan ölüyor, ölebilmek için intihar eden ise yaşıyor.

Demek ki yaşamak veya ölmek, Aristo felsefesine göre kişinin isteğine göre gerçekleşmemektedir. Yani, her iş ve olayda olduğu gibi kişinin dilemesi ve iradesine bağlı hiçbir şey gelişmemekte ve sonuçlanmamaktadır. Duygularda oluşan bir eylemi düşüncede değerlendirdikten ve fiil gerçekleştirdikten sonra, yine de beklenilen sonuç alınamıyor ve mezara gitmek yerine ölüme sebebiyet verme suçundan cezaevine girerek yaşamına devam edilebiliyor.

Ünlü ressam Van Gong, uzun bir müddet akıl hastanesinde yattı. Her zamanki gibi başarı gösteremeyen psikiyatırlar, durumunun umutsuz olduğunu söyleyerek onca saçma teorilerini itiraf etmek zorunda kaldılar. Daha sonra Van Gong tabancayla intihar ederek öldü.

Her türlü imkâna, şöhret, bilgi ve güce sahip kimselerin bir sıkıntı veya musibet sonrası umutsuzluğa düşerek nasıl demoralize olup yıkıldıkları ve intihar ettikleri yaşanılan gerçeklerdir. Kimler yok ki…

Fizyolojik ve fiziksel oluşumlara işlev kazandıran ruhun; akıl, zekâ, içgüdü, düşünce, duygu ve hafıza gibi değişik tanımlamalarla karşı karşıya getirilmesi ve çatıştırılması kabul edilemez bir yanlıştır. Somut ve bilinçli bilgi ve davranışları beyne, akla ve düşünceye, bilinç dışındakileri de içgüdüyle bağdaştırmak, hiçbir düşünce ve anlayışın mantık çerçevesinde yeterlilik vermemesi gereken bir kuramdır. Evrim yoluyla içgüdüsel bir kazanım ya da içgüdülerinde gelişme olduğu düşünülen canlıların neden bu gelişmiş halleriyle yaratılmayıp bazı nitelikleri sonradan kazanabildiğini yaratma kavramıyla örtüştürmek imkânsızdır.

Meselâ, ölüm ötesi ile ilgili korku denen duygunun, inanca dayalı olsun veya olmasın, bilinçli ya da bilinçsiz bir içgüdü halinde ortaya çıktığı iddia edilmekte ve burada inanç faktörünün çok önemli bir rol oynamadığı söylenmektedir. Her şeyden önce bir şeyin herhangi bir inanca dayanması, bilinçli ya da bilinçsiz olmasını mantığa veya fizyolojik bir içgüdüye dayandırmak kadar akıl almaz bir paradoks olamaz. Öyle olsaydı, düşündüğünü ve inandığını zihninde ve duygularında çözümleyerek ve pekiştirerek ister bilinçli ister bilinçsiz kesinkes yapabilecek bir iradeye sahip olunur ve güya içgüdüsel gelişen her şey yaşama geçirilirdi. Peki, bunu engelleyen nedir? Korkunun ecele faydası olmadığı apaçık ortadayken neden korkuluyor? Veya cennetin sonsuz bir saadet olduğuna inanıldığı halde, neden ölümden kaçınarak dertsiz ve elemsiz mutlu bir hayat olan cennet tercih edilemiyor?

Pozitif bilim; insanla hayvanı ayıran farkın hayvanın ölüm ötesi hakkında bir bilgiye sahip olmamasını savunur ve bunu doğuran etmenin ise, onun öte yaşamın varlığını hissettirecek bir beyne sahip bulunmayışını gösterir. Bu yüzden de hayvandan bir mükellefiyetin beklenmediği düşünülür. Böyle olunca, içgüdülerinin gösterdiği yolda davranan hayvanın veri tabanında bir bilgi oluşmadığı öne sürülür. Yani, yerin iki metre altı ile ilgili en küçük bir korku duymamaktadır. Ancak bu teorinin aksine yine de insanlar gibi ölümden korkuyor, rızık arıyor, çiftleşiyor, düzen kuruyor, üretiyor, yuvalarını inşa ediyor, yön buluyor, tehlikelerden sakınıyor ve ölümle sonuçlanabilecek olaylardan şiddetle kaçabiliyorlar.

Anlayışlardaki böylesi açık çelişkileri savunabiliyor olmaları, ruhsuz fizyolojik bir fiziksel yaşam felsefesindendir. İnsan olan ateistlerin, laiklerin ve diğer seküler düşüncelerin ölüm ötesi hakkında inançları bulunmamasına rağmen; tıpkı hayvanlar gibi davranmaları, acaba öte yaşamın varlığını hissettirecek bir beyne sahip olmayışlarından mıdır? Öyleyse hayvanlardan ne farkları vardır? Beyinsiz olduklarından dolayı onların da hayvanlar gibi bir mükellefiyetleri yok mudur? O zaman hayvansal içgüdülerle insansal içgüdüleri birbirinden ayıran ve veri tabanlarına bilgi gönderip yöneten ve yönlendiren kimdir?

Eğer beyinsel, zekâsal ve iradesel özgür bir fizyolojik yapıya sahip isek, neden duygularımızı kontrol edemiyor, farklılaşabiliyor, düşündüğümüzü eyleme dönüştüremiyor, korkularımızı yenemiyor, dilediğimizi yapamıyor, kötülüklerden sakınıp iyiliğe yönelemiyor ve sürekli mutlu ve güvenli olamıyoruz? Neden sıradan bir işgünün mutlu ve başarılı başlangıcı, insanın acı ve dehşet sonu olabiliyor?

Acaba şartların ve değer yargıların düşünsel önemi fiiliyata geçirilebiliyor mu? Hayvanda olmadığı iddia edilen değer yargısı, nasıl bir yaşam enerjisiyle bağdaştırılarak ruhtan soyutlanabiliyor? Pozitif bilimin keşfedemediği, üzerinde deneysel ne bir araştırma ne de hiçbir gelişme gösteremediği ve sadece düşlerde şekillendirdiği gen formasyonu, neden fonksiyonel özelliğini koruyamıyor ve inanılmaz paradokslara sebep oluyor? Örneğin, Darwin ile babasının arasındaki düşünce ve inanç uçurumu veya birçok ebeveynin, eğiticinin çocukları ve talebeleriyle olan anlayış ve davranış aykırılıkları gibi! Eğer insan, yaşamın gayesini belirlemek, nasıl davranacağına kendisi karar vermek ve ölüm ötesini kabullenmek durumunda ise; neden hayvansal bir şuura, hatta daha da sapkın inanç ve düşüncelere sahip olabilmekte, çözümü intihar ve isyanda bulabilmektedir?

Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV), hadisi şeriflerinde “İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyin” buyurmuştur. Ya beyinleri olup da akılları olmayanlara ise Allah şöyle hitap etmiştir.

“And olsun, biz cin ve insanlardan birçoğunu (sanki) cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır ama onlarla gerçeği kavramazlar, gözleri vardır, lâkin onlarla göremezler, kulakları vardır fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” A’raf. 179

Hiç yorum yok: