16 Mart 2010 Salı

Önce tahrik, sonra mahkûmiyet…

Putperest rejimin iğfal ettiği kurumların vicdandan arındırılmasıyla ortaya çıkan haksızlık ve adaletsizliklerin kaçınılmaz bir sonuç olduğu tartışılmazdır. Dünyada bir eşine daha rastlanmayan hukuk ve kavram kargaşasıyla bilim, aydınlık, demokrasi ve çağdaşlığı öyle baskı aracı kullanarak sinsi bir oligarşiyle hükmetmektedirler ki; neyin doğru veya yanlış, iyi ya da kötü, çağdaş yahut çağdışı olduğunu muhakeme edemeyen halk; duygu ve özgürlük sömürüsünün, milli ve manevi değer istismarının ustalıkla işlenmesinden zincirlere vurulduğunun idraksizliğiyle bir türlü temel hak ve hürriyetlerine kavuşamamaktadır.

İnsan psikolojisini temel almayan rejimler; vicdan, merhamet ve hoşgörü gibi hayati değerlerin olmazsa olmaz mutlak yaptırımını umursamaz, insanın düşünebilen ve hissedebilen ruhsal bir varlık olduğunu, baskının bir gün yoğunlaşarak infilak edebileceğini kabul etmemelerinden kanunsal zorbalık ve dayatmalarla kontrol edilebileceğini ve denetlenebileceğini zannederek, kayıtsız itaatin sağlanabileceği yanılgılarından kesintisiz halkıyla çatışırlar. Oysa yoğunlaşan ruhsal bir basıncı özgürlüğüne kavuşturmadan absorbe edebilmek mümkün değildir. Totaliter rejimin tek düşmanı halk, halkın da tek düşmanı buyurgan ve insafsız rejim olmalıdır…

İnsanı değiştirilemez fıtratıyla değil de kendi koyduğu seküler kurallarıyla yönetmeye çalışan bir rejim ve çerçevelediği bir devletin huzur, güven, bütünlük, eşitlik ve barış sağlayabilmesi mümkün mü? İnsanı kendi düşüncesi, inancı ve duygusuyla değil de tanrısal bir otoriteyle hükmeden rejim, devlet ve kökten bağlı kişi ve kurumlar, sorunların yegâne provokatörleri ve müsebbibidirler.

Halkını rejim lehtarları ve aleyhtarları olmak üzere derinden bölen ve birbirine hasım kılarak inancından ve ırkından dolayı dışlayıp, horlayan, sınırlar çizen ve aşağılayan Atatürkçü düşüncenin; aydınlık verebilmesi, barış getirebilmesi, uzlaşmayı sağlayabilmesi, kardeşliği tesis edebilmesi, isyanı ve suçları önleyebilmesi, huzursuzluğu ve güvensizliği ortadan kaldırabilmesi, hakkı ve adaleti yerleştirebilmesi imkânsızdır. Onun ne kadar Atatürkçü, Türkçü, laik veya ateist oma hakkı var ise, diğerinin de o kadar Müslüman, Kürt, Hıristiyan, Yahudi veya başka bir inanç, ırk ve düşüncede olma hakkı vardır.

Örneğin Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını şartsız destekliyor, dolayısıyla herhangi bir dinin ve inancın kısıtlanması veya yasaklanmasına kesinlikle karşıyım. Ne Peygamberimiz böyle bir despotizm uygulamıştır ne de şerefli ve adil Osmanlı Devleti! Kendinden emin bir düşünce ve düzen; örümcek evi misali hiçbir olasılığı tehdit görmez, yıkılabilecek tedirginliği hissetmez… Ne zaman kendi olmak yerine başkalarına benzemeye kalkar, işte o zaman sonu gelir!

“Çevrelerine uymak için kendilerini yontanlar, tükenip giderler. “ R. Hull

Atatürkçü ve laik düşünce adına uygulanan bitmez tükenmez boyunduruk, sadece devlet birimlerinde kalmamış, tüm katmanlara yayılarak tabanı dahi körüklemiştir. Ömrü savaş meydanlarında geçmiş mücadeleci milletimiz, şüphesiz haksızlıklar karşısında susabilecek alçalmış bir karaktere sahip olmadıklarından vazgeçilmez asli görevi dengeyi ve adaleti sağlamakla yükümlü devletine güvenmiş ancak devlet, vicdani bir esinti bile taşımayan rejim taraftarlığıyla hukuku ve insanlığı doğrayarak, vatandaşı hak aramaya mecbur bırakmıştır.
İdeolojik amansızlığı teşvik eden totaliter devlet; hukuk ve vicdanın dışına çıkmaması, eşit bir adaleti egemen kılması gereken “baro” gibi yandaş kurumları da amacı doğrultusunda militarize ederek, akıl almaz dehşetsi bir ayırımcılık ve bölücülükle terör, darbe ve din düşmanlığını hukuk adına meşrulaşabilmiştir.

Özellikle inançları gereği türban takan hanımların varlığı rejim aleyhtarlığı ve düşmanlığıyla özdeşleştirilmiş, sadece eğitim, çalışma ve kamu haklarından yararlanmamayla yetinilmeyip, iktidardaki AK Partinin kapatılmasına, cumhurbaşkanlığı ve hükümetin darbeyle devrilmesine bile haklı bir mazeret sayılabilmiştir.

Türkiye’de işlenen cinayetlerin, gerginliklerin, başkaldırıların, muhtıraların ve Atatürk diktatörlüğünün temel argümanı türban, en acımasız faşist yönetimlerde dahi böylesine münferit bir hedef olmamıştır.

Tıpkı sapıkların tecavüz edecek kadınların elbiselerini parçalamaları misali CHP’lilerin Müslüman kadın örtüsü çarşafı, salyalarını akıtarak, kin ve nefretle hırlayarak yırtmaları; yine Kadınlar Günü dolayısıyla özellikle İstanbul Barosunun başörtüye hakaretler yağdırıp tecridi ve fırsat eşitsizliğini savunabilmeleri, bu vatan için canlarını veren, güç ve şeref katan, kalkınması adına var güçleriyle mücadele eden insanları haklı bir direnişe zorunlu bırakmakta, dolayısıyla hak ve adalet adına bileylenmiş ve vatanlarında aşağılanmış kişilerde öngördükleri bir hesabın arayışına kalkışabilmektedirler. Peki, suçlu kim?

Dünya kadınlar gününe bile saygı göstermeyerek kadının örtüsünü dillerine dolaştırarak tahammül edilemez psikolojik ve fiziki hakaretlere kalkışmaları, inançları gereği örtünen kadınları insan görmemelerindendir. Hatırlanacağı üzere halk düşmanı Ergenekon Terör Örgütü kurucularından yaşlı terörist İlhan Selçuk adlı faşist, “Başörtüsü, bir insan hakkı değildir” diyebilmiştir. Dolayısıyla türbanlı kadınları bırakın insan bellemeyi, hayvanlar kadar bile değere tabi tutmamaktadırlar.

Tekrar gündeme gelmesi hasebiyle; türban taktığı gerekçesiyle bir bayan avukatı barodan atan Gümüşhane eski Baro Başkanını Osmaniye’den gelerek öldüren kişiyi tek başına sorumlu tutmak ve katil addetmek; hangi aklın, hukukun ve vicdanın bir doğrusu olabilir? Ne öldürdüğü Baro Başkanını ne de aşağılanarak hakları elinden alınan mağdur bayan avukatı tanımayan o şahıs, işgalsi bir birikimin sonucu artık absorbe edemediği imani basıncını Gümüşhane’de patlatmasından suçlu bulunmuş ve uzun bir müddet hapishanede yatırılarak ailesi dağıtılmıştı. O kişiye yardım etmemden dolayı şahsımı suçlayanlar; neden maskelerini çıkarıp aynaya dönüp de hainsi zorbalıklarını göremiyorlar? Acaba Milli Mücadele dirliğiyle yapılan İstiklal savaşlarının amacı neydi? Bir Fransız askerinin Müslüman kadının örtüsünü zorla indirmeye kalkışmasıyla gösterilen yiğit direnişin akabinde Kahramanmaraş ilimizi Fransız işgalinden kurtardığımızı hatırlamıyorlar mı? Aynı haklı ve hassas duruşu bir daha göstereceğimden hiç kimsenin şüphesi olmasın. İnancı, düşüncesi, kılık ve kıyafeti ne olursa olsun hiçbir ideoloji, bir başkasını kafesleyemez ve devşiremez. Adaleti ya devlet sağlar, ya da halk…

Temeli kan ve kemik olan CHP’nin Müslüman Türkiye Halkı düşmanlığı aynı şiddetle devam etmekte, azılı teröristleri aklayabilmek maksadıyla her türlü tertibin içindeki aktörlüğü rüşvet, tanıklara baskı, yargıyı etkileme, adaleti engelleme, avukatlık v.b uygulamalarına kadar sürmektedir. Ancak devleti kurmasından ötürü dokunulamaz zırhı, şu anlık delinememektedir.

“O, bir insan mı” başlıklı yazımda kimliğini sorguladığım Deniz Baykal, tecavüzcü CHP’lilerin ırzına geçtikleri çarşaf ile ilgili “CHP’nin hiç kimsenin giyimi ve kuşamıyla ilgili bir sıkıntısı yok” açıklaması, İstiklal mahkemelerinde astıkları onca insanı, Anayasa Mahkemesinde iptal ettirdikleri başörtüsü kararını, kamu alanı gerekçesiyle kafesledikleri kadınları, üniversite kapılarında kurdukları sorgu odalarıyla Nazileşmelerini, kılık ve kıyafetlerinden dolayı Başbakanlıkta iftar verilen âlimlere gösterdikleri tepkiler ve orduyu ihtilala davet etmeleri ve daha nicelerini aptal halkın unuttuğunu sanmaktadır.

Namı; terör ve darbe desteği ve din karşıtlığıyla şöhretleşen İstanbul Barosunun stajyer avukatların Staj Eğitim Merkezi’ne türbanla girmesini yasaklaması, apaçık bir ayırımcılık ve halk düşmanlığıdır. İstanbul Barosu kim ve o cüretkârlığı nereden alıyor ki; örtülerinden dolayı kız çocukların okula gönderilmelerine karşı çıkabiliyor, % 5’lik İmam Hatip Okulları mezunlarının diledikleri üniversitede okumalarına izin vermemek adına on binlerce öğrencinin ‘meslek liselerine katsayı eşitliği sağlayan' kararı yargıda bozdurmaya cesaret edebiliyor, kadınların istihdama katılmalarını engelleyebiliyor, sosyal ve ekonomik özgürlükleri kısıtlayabiliyor ve kadınlar arasında savaş sebebi sayılacak yıkıcı ayırımcılığı yaparak, bölücü, karıştırıcı ve tahrik edici direktifleri verebiliyor?

O Baro’da hiç mi hukukun, vicdanın ve adaletin sesini dinleyen bir üye bulunmamaktadır? Ya o işgalci halk düşmanı yönetimi alaşağı edecek ya da topluca istifa ederek, onlara meşruiyet kazandırmayacaklardır.

Unutulmamalıdır ki zafer, ancak samimi bir duruş ve hesapsız fedakârlıkla elde edilir. Düşmana karşı hem cephede savaşıp hem de yaralanmamak ve ölmemek adına korku ve endişe yaşarsanız, galebe çalmanız mümkün değildir. Özgürlük için mücadele verenlerin fedakârlıklarını bir düşünsünler de, öyle şovsal birkaç gösteriyle, göstermelik seçimlerle ve yaptırımsız nutuklarla özgün haklara kavuşulamayacağını kavrasınlar. Yaratıcıya iman eden Allah’ı, demokrasiye inanan halkı egemen tek güç bilip, bir avuç çapulcunun tutsaklığına razı olmamalıdırlar…

Konu türbandan ve Gümüşhane eski baro başkanının öldürülmesinden açılmışken; Tempo Dergisinde yaptığım röportajımın sadece başlığını ve önsözünü okuyup yargıya gidenlere cevabım o dur ki, malum yönetimce saptırılarak, sanki başörtüsüne karşıymışım gibi bir başlık atmaları, ancak 5 sayfalık röportajımda içeriği açıklanan türban ile ilgili görüşlerimin ana temasını internet sayfalarından yayınlamamaları yanlış anlamalara neden olmaktadır. Türbanın rahibelerin örtüsü misali vahyin emrettiği bir başörtüsü, yani bir saç örtüsü olduğu, başörtüsünün ayette de buyrulduğu üzere omuzların üzerine kadar tüm başın örtünmesi gerekliliğini, kadının tanınmaması ve incitilmemesi için yüzünün de kapalı olması hükmü üzerinde durarak, eşim ve kızlarım da başta olmak üzere Müslüman kadınların keyfi örtünüşünü rahibe örtüsüyle eş değer tutmuştum. Bu röportajdan dolayı benim tuzağıma düştükleri gerekçesiyle Tempo Dergisi yönetimi, Genel Yayın Yönetmeni ve röportajı yapan muhabire görevden el çektirmişlerdi. Ancak doğruyu söylemekle mükellefim, yoksa kimin nasıl davranacağıyla ilgili bir yetkiye yahut bekçiliğe sahip olmadığım gibi gerçeği de saptırabilmem mümkün değildir. Ki eşim ve kızlarımı dahi zorlamıyorum! Bu sebeple başörtüsü değil, özellikle türban terimini kullanıyorum. Bakışlar arzu uyandırır, mimikler tahrik eder, gülüş teşvik eder…

Devlet, ya adil davranacak ya da hak ve hukukunu arayan vatandaşını suçlayıp mahkûm etmeyecek. Ancak milletinin düşünce, duygu ve inancıyla inşa edilmemiş devlet, mecburen milleti ile ayrılığa düşeceğinden sürekli çatışmakta, halkını tehdit görmekte, dolayısıyla huzursuzluk ve güvensizlik had seviyeye ulaşınca da bir tarafın eliminesi kaçınılmaz olacaktır. Zaten tüm gerginliklerin, katliamsı darbe planlarının ve en azılı suçluların bir bütünlük içinde kenetlenmelerinin arkasında bu gerçek yatmaktadır.

Sözde aydın ve yazar kimliğiyle provokatörlük yaparak halkı birbirine kıydıran katillere demokrasi gerekçesiyle sahip çıkacak; sonra da kutsallarını müdafaa etmeye çalışanları hem suça teşvik edecek hem de terörist ya da katil olmakla suçlayıp zindanlara atacaksın. İnancından dolayı örtünen kadınları gericilik ve çağ dışılıkla aşağılayıp haklarını gasp edeceksin; sonra da hak aramaya kalkanları, azmettirmeni görmemezlikten gelip yargılayarak hapislerde çürüteceksin. Olamaz böyle bir faşistlik…

Dini kutsal sayma manipülasyonuyla siyasetten koparacaksın; sonra da Diyaneti anayasallaştırıp siyasetin emrine sokacak, yetmedi devlet yönetme tekniği olan siyasetin yüceliğinden bahsedeceksin. Bir taraftan egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir diyecek; diğer taraftan milletin kararına karşı askeri veya yargı darbesini meşru sayacaksın. Atatürkçü siyasetin en radikal uygulandığı yargıyı siyasetten uzak tutmayı savunacaksın; sonra da Atatürk ilke ve inkılâplarını yargının ilkesi yapacaksın. Sözde egemen millet parlamentosunun siyaset bulaştırma gerekçesiyle HSYK’ya üye seçemeyeceğini iddia edeceksin; sonra da devletin idaresini ve yasamayı siyasilere bırakacaksın. Eğer cumhuriyet rejimini kabul etmiş bir devlet, millet adına yargılama yapan HSYK gibi yüksek yargı kurumlarında yetki sahibi olamıyorsa, o rejimin cumhuriyet olabilmesi mümkün mü? Atatürk ideolojisi, ilke ve inkılâpları siyasi değil midir? Gerçekten ifade ettikleri gibi bu millet o kadar aptal mı ki dolambaçlı yaldızlı abartılar ve laf cambazlığıyla kandırabileceklerini düşünüyorlar?

Sen; çağdaşsın, aydınsın, ilericisin, Atatürkçüsün, laiksin; ben de gericiyim, yobazım, ilkelim, ortaçağ karanlığının Müslüman bir yolcusuyum. SANA NE?

Şimdi söyle bakalım; bu ülkede senin yaşadığın özgürlükte benim yaşamaya hakkım yok mu? Senin sahip olduğun haklara ben sahip değil miyim? Sen vücudunu teşhir ederken ben örtemez miyim? Sen aşağılarken, dışlarken, horlarken ve yasaklar koyarken ben bilmukabele de bulunamaz ve direnemez miyim? Sen hürsün de ben köle miyim?

Madem o kadar uygarlıktan yanasınız ve bu yüzden onca çaba içinde dertleniyorsunuz; neden çağdaşlığın dahi ne olduğunu bilmeyen köy ve kasabalara gidip vatandaşlarınızı medeniyetin beşiği kentlere taşıyarak eğitim vermiyor ya da oralara giderek o sözünü ettiğiniz aydınlık dersi vermiyorsunuz? Yoksa onları boş ver, sorunumuz Müslüman kadının türbanı, rahibenin ki bile değil mi demek istiyorsunuz? Kahpece entrikalara başvuracağınıza; yüreğiniz ve cesaretiniz var ise, açıkça vahiy düşmanı olduğunuzu itiraf edebilir misiniz?

“Ey beyaz adam! Bize ışığı vaat ettin ama kendi karanlığını getirdin.” TUIAVI

Hiç yorum yok: