21 Mart 2010 Pazar

Artık kıyametsi bir felaket diliyorum…

Kötülüğün ve lanetin simgesi gurur, yani benlik öyle azmış ve haddi aşmış ki, tüm dünyanın hak ettiği kıyamet yahut kıyameti çağrıştıracak küresel bir felaket; yoğunlaşan basıncın rahatlamasına, dolayısıyla iktidar sahibinin gerçekte kim olduğunun anlaşılmasına zaruriyet doğurmuştur. Barış, hak ve adalet için başka hiçbir yol kalmamış, azgınlar gibi azgınları bertaraf edemeyen işbirlikçiler ile sözde iyi ama gerçekte dilsiz şeytanlarda o felaketi hak etmişlerdir. “De ki: Çabucak gelmesini istediğiniz şeyin (azabın) bir kısmı herhalde yakında başınıza gelecektir.” Neml. 72

Yaratıcılarına karşı benliklerini yücelterek meydan okuyan insanoğlu, her türlü belâya müstahak olmuştur. Vicdanın, sadakatin, barışın ve kulluğun olmadığı bir dünyada taşların yerine oturabilmesi, kabaran isyanın sönebilmesi, canlıların biriktirdiği enerjinin açığa çıkabilmesi ve evrenin sakinleşebilmesi için felâketler oluşmakta, dolaysıyla gerçekte bir “hiç” olan yaratık insanoğlunun benliği, layık olduğu aşağılanmaya çarptırılmaktadır. Gerçi yaşamdaki irili ufaklı musibetler her ne kadar uyarı niteliği taşısa da kudurukçularca yorumlanmayabilmekte, dolayısıyla daha büyüklerini zorunlu kılmaktadır.

Görsellik, övgü ve şatafat; benlikleri yüceltip doruğa çıkartıyorsa da ani bir afet, felâket, kayıp, ölüm, savaş, hastalık, belâ, yoksulluk veya kıtlık durumunda değişen duygu ve düşünceler; yükselen feryatlar ve umutsuzluklarla taş devrini andıran karanlığı canlandırmakta, o ahkâm kesen insanoğlunun acınası çaresizliği bir ibret vesikası olabilmektedir.

Emanetsi kuvvet ve kıymetlerle şımaran insan, akıl almaz bir sapkınlık içinde Yaratıcısına karşı öylesi nankör ve ihanetsi bir başkaldırıya kalkışıyor ki, “ben” diyebilmenin bedelini acı ve dehşet içinde ödemekten kaçıp kurtulamıyor ama merhamet dilemekten de geri kalmıyor. Hiç kimsede; hani ne oldu egemenliğine, özgür iradene, hür düşünce ve aklına, yaratıcı bilimine, dilediğini yapabilme üstünlüğüne, mal ve can güvenliği garantine diye sormuyor…

Yaratıcısı Allah’a düşman ve hükümlerini alaya alan bir insana, velev ki ana, baba, kardeş ve yakını dahi olsa acıma duygusu beslenilmemeli, hak ettiği azaptan üzüntü duyulmamalıdır. Bu sebeple sekülerist dünyanın yerle bir olması, başta şahsım olmak üzere en dehşetsi felaketleri tatmasının müstahaklığı, öyle hümanist söylemler, samimiyetsiz temenni ve dualarla örtbas edilemez. Eğer Allah için var olmuş ve aşkını dile getirmişsen; ya inandığın gibi dürüst ol ya da yok ol…

Hilkatteki yaratık bir sevgilisinin, eşinin, çalışanının veya arkadaşının ihanetine sabır göstermeyerek önüne geleni yakıp yıkanların, acımasızca katledenlerin Allah’a ve dinine yapılan nankörlük ve ihanetleri hümanizm veya hoşgörüye bağlamaları riyakârlığın ta kendisidir. Devlet veya vatana karşı yapılan ihanet, tecavüz, saldırı ve işgaller en ağır ceza ve binlerce insanın ölümüne yol açan savaşlara haklı bir gerekçe oluyor da; Allah’a ve dinine karşı yapılan tearuzlara karşı direniş neden gayrimeşru sayılıyor?

Söyle geçmişte ki “Semud kavmi, Ad kavmi, Ba’le Bek kavmi, Nuh kavmi, Eyke halkı, Hicr halkı, Medyen halkı, Ress halkı, Tubba halkı, Lut kavmi, Troya (Truva) halkı, Minoan uygarlığı, Herkülüm, Knossus, Sodom, Gomorah, Pompei, Atlantis, Knidos halkları” gibi bin bir çeşit silici felaketleri yaşamamızın tam zamanıdır. Öyle ders alınmayan sinek vızıltısı depremler, savaşlar, hastalıklar ve krizlerle dünyanın söz dinlemeyeceği ortadadır.

Immanuel Velikovsky, “Çarpışan Dünyalar” adlı eserinde hafıza kaybıyla ilgili kendi kozmolojik tezlerine göre; geçmişte yer aldığına inandığı ve kapsamlı bir şekilde belgelediği olayların örtbas edilebilmesini şu şekilde açıklamıştı. “İnsanların geçirdikleri en korkunç olayların unutularak ve silinerek şuurdan bilinçaltına itildiği, insan zihni ile ilgili tespit edilmiş bir kuramdır. Bunlar bilinçaltında garip korkular şeklinde yaşamaya ve ortaya çıkmaya devam ederler” bilimsel yaklaşımı, tamamen psikolojik bir fenomendir.

Acı ve dehşeti derinden hissedecek şekilde hak ettiğimiz öyle korkunç olayları tatmalıyız ki; yeryüzünün tutuşması, gökyüzünde peyda olan korkunç görüntüler, binlerce volkan tarafından fışkıran lâvlar, yerlerin erimesi, denizlerin kaynaması, kıtaların batması, uçan kızgın taşlarla topa tutulan ilkel bir kargaşa, yarılmış arzın gümbürdemesi ve kül kasırgaların kükreyerek tek canlı bırakmaksızın yeraltına gömülmesi ve daha niceleri…

Tıpkı Nuh Tufanındaki gibi dünya; birçok farklı düzenlere, medeniyetlere, ülkelere, görkemli şehirlere ve kültürlere ev sahipliği yaparken yanar dağlardan fışkıran alevli lâvlar gökyüzüne kadar yükselmeli ve külleri güneşi örterek dünyayı karanlıklara boğup yeryüzüne yavaşça yağmalıdır. Gökler kararsın; havalar buzul çağına dönüşsün; şimşekler çarpışsın; kasırgalar insanları, ağaçları ve evleri uçursun; hortumlar dehşet saçsın; denizden alevler fışkırsın; kükürtlü sular öyle şiddetli yağsın ki binalar ve taşlar bile tutuşsun; ihtişamlı şehirler yerin dibine gömülsün; büyük depremler yerleri yararak sarssın; canlı ve cansız her şeyi yutsun. Bütün okyanuslar karaya binerek, dağları yutacak büyüklükteki dalgalarla kıtalara vurup yumruk gibi insin. Şehirler sular altında kalsın ve insanlar toplu halde boğulsun. Tonlarca su gökyüzünden yağsın. Suların çekilmesi, gökyüzündeki kara lâv bulutlarının dağılması, ateşin ve buzulun sönmesiyle eceli gelmeyip felâketten kurtulanlar; iktidar kimmiş ve Allah neymiş bir görsünler…

Öyle yeryüzünü yaratmışçasına ve tek egemen irade sahibiymişçesine düşsel teorileriyle böbürlenen insanoğlunun saltanatı ancak sıradan bir belâyla son bulabilmektedir. Bedeni güzellikleri, şovsal mimarileri, kozmetik ürünleri, örümceksi iktidarları ve ihtişamlarıyla “ben” dediği anda yediği tokadı yine o irrasyonel kuramlarıyla yorumlaması, şüphesiz lanetlenmişliklerinin bir sonucudur. Kimi iktidarıyla övünürken, kimi zevkin doruğunda eğlenirken, kimi sonsuz yaşamın hayallerini kurarken, kimi servetiyle övünürken, kimi çekici, etkileyici ve baştan çıkarıcı varlığıyla gururlanırken, kimi mücevherlerini takıp takıştırırken her şey bir anda oluversin; o nadide ve bakımlı şehvetsi vücutlar, gıpta ettiren kentler yerle bir edilerek heykelleşsin…

Ateş, sel ve sarsıntıdan oluşan felaketlerin yanı sıra bizzat elleriyle yaptıkları nükleer silahlarla da şımararak kendilerini yok etmeleri, insanoğlunun ne kadar zalim ve acımasız olduğunu kanıtlamaktadır.

Geçmişteki kıyametsi felaketleri, tecrübe edindikleri dehşetleri, her an şahit oldukları olay ve ölümleri dahi ya hafızalarından silebilen ya da muhakeme edemeyen insanın mazoşist akıl ve duyguları, asla güvenilemeyeceğine tartışılmaz bir delildir. Unutulmaması gereken ürkütücü ve uyarıcı olayları hiç olmamış gibi düşünebilen bir insan; bilge de olsa hayvan kadar bile kıymeti harbiye taşımamaktadır.

Platon, Kanunlar III eserinde, “İnsanlar, her nedense felâketleri garip bir şekilde unutmuşlardır” diyerek, asla unutulmaması gereken şeylerin unutulma sebebini çözememiştir. Ki o kadar geriye gitmeden birkaç saat öncesi bir söz, bir pişmanlık, bir tövbe, bir acı veya bir felâket dahi hafıza ve hislerden soyutlanıp, gerekli olmadığı bir zamanda hatırlanabildiği halde yine de gerçekle bütünleşilememektedir. Allah’ın yardım, desteği ve vekilliği olmadan insan öylesine aciz, iradesiz, hayalperest ve sefildir ki, ne istediğini değil ama ne istememesi gerektiğinin peşinde koşabilmektedir.

“Her kim bu çarçabuk dünyayı dilerse, ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını verir, sonrada onu, kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak gireceği cehenneme sokarız.” İsra.18

İnsanlar, aleyhlerine kurulan oyun, entrika, tuzak, ihanet, kayıp ve felâketlerden hep şikâyet eder, ancak bunlara kendilerinin sebep olduklarını kabul etmeyerek, temiz ve masum rollerde sorumlu ararlar. Dengesiz olmalarından ve sağlıklı yargılayamamalarından ötürü geçmişte yaptıklarını değil, o anın muhasebesini yaparak, “bir haksızlıktan” söz eder ve başlarına gelen şeylere lâyık olmadıkları hezeyanıyla dövünürler. Ne de olsa kendilerince ilâhsal bir temizliğe, hatasız ve yanlışsız bir maziye ve doğruyla özleşmiş bir fıtrata sahiptirler. Üstelik tapındıkları beyinleri, güvendikleri mantıkları ve özgür sandıkları iradelerini hiç hesaba katmayarak, acizliklerini ve bir hiç olduklarını itirafa yanaşmaktan ısrarla kaçarlar. Tıpkı çöp misali bidona atılmalarına hep birilerini sebep gösterir, ama o sebebi güdenin kendileri olduğu gerçeğini hiçbir şartta kabul etmek istemezler. Diogenes’in ifade ettiği gibi; “Felâketlerin başlıca kaynağı, ölçüsüz arzularımızdır.”

Nasıl ki cahil bir dost akıllı bir düşmandan daha tehlikeliyse, yanlış bir din veya bilgi de sonu korkunç bir felâkettir.

Benlik nasıl bir felâket ise, vahiysiz bir düşünce ve sevgi de o kadar kötü bir erdemliktir.

Çin’de ki bir kelebeğin kanat çırpışının Karayipler de kasırgayı tetikleyebilecek ruhsal gücüne inanmayan sekülerist düşüncenin düzen sağlayabilmesi mümkün mü? Her an her şey olabilmekte, güneşli bir havada fırtınaya yakalanılırken, fırtınanın akabinde parlayan güneş olağanüstü bir mutluluk doğurabilmektedir.

Bir felâketten kurtulmanın sevinciyle coşarken, başka bir tuzağın seni beklediğini bilemiyor, ya da bir musibetin acısından veya zilletinden inlerken, yücelmene neden olabilecek bir rahmetin ortasına düşebileceğini tahmin dahi edemiyorsan; neyinle böbürleniyorsun?

Başta politikacılar, akademisyenler ve söz de aydınlar olmak üzere; maskeli haydutlar her şeyi insanlar adına yaptıklarını iddia ederek, insanın keyifsi, nefsi ve şehvetsi arzularını besleyebilmek maksadıyla insan hakları ve özgürlük adına benlikleri tatmin etmesine çalışırlar. Ancak en büyük hümanistin ve insan hakları savunucusunun şeytan olduğunu biliyor muydunuz?

Sekülerist, yani din-dışı düşünce ve düzenleri meşrulaştıran "Hümanizm", çoğu insanın akıl ve duygularında olumlu mesajlar çağrıştırır. "İnsan sevgisi", "barış" ve "kardeşlik" gibi!

Ancak hümanizm; "insanlık" kavramını, insanları Allah inancından koparan yegâne amaç ve odak noktası haline getiren ateist bir düşüncedir. Bir başka deyişle, insanı, Yaratıcı'dan yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırır. Hümanizmin bu anlamı, özellikle de kelimenin Batı dillerindeki kullanımında belirgindir. Hümanizmin İngilizcedeki sözlük anlamı şu şekildedir: En iyi değerler, karakterler ve davranışların doğaüstü bir otoritede değil de, insanlarda olduğuna inanan düşünce sistemi…

Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın kendisinden ibaret olduğuna inanır, evrenin temel materyali, zihin değil madde enerjidir. Hümanizme göre; doğaüstü varlıklar gerçek değildir; yani insan düzeyinde, insanlar doğaüstü ve ölümsüz ruhlara sahip değildirler ve tüm evren düzeyinde, evrenimizin doğaüstü ve sonsuz bir Yaratıcısı yoktur. Yaratıcı’yı, Mutlak İrade'yi ve vahyi redde den hümanizm doğrudan ateizme dayanmaktadır.

Bu gerçek, hümanistler tarafından da açıkça kabul edilir. Geçtiğimiz yüzyılda hümanistler tarafından yayınlanan iki önemli "manifesto" yani beyanname vardır. Birinci manifesto 1933 yılında yayınlanmış, dönemin bazı ünlü isimleri tarafından imzalanmıştır. 40 yıl sonra, 1973'te yayınlanan II. Hümanist Manifesto ise, birincisini teyit etmiş, ancak aradan geçen zamanın gelişmelerine göre bazı ilaveler içermiştir. II. Hümanist Manifesto'yu imzalayan binlerce düşünür, bilim adamı, yazar, medya üyesi vardır ve bu doküman hâlâ son derece aktif olan American Humanist Association (Amerikan Hümanist Birliği) tarafından savunulmaktadır.

Manifestoları incelediğimizde her ikisinde de en temel görüşün; evrenin ve insanın yaratılmadığı, kendi başına var olduğu, insanın kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu olmadığı, Allah inancının insanları ve toplumları geri götürdüğü gibi, bilinen evrimci ateist dogma ve propagandalarla doludur.

Örneğin I. Hümanist Manifesto'nun ilk altı maddesi şu şekildedir:

1- Dinsel hümanistler, evrenin kendi başına var olduğunu ve yaratılmadığını kabul ederler.
2- Hümanizm, insanın doğanın bir parçası olduğuna ve sürekli bir işlemin (sürecin) sonucunda oluştuğuna inanır.
3- Hayat hakkında organik görüşü kabul eden hümanistler, zihin ve beden arasındaki geleneksel düalizmi reddederler.
4- Hümanizm, insanın kültür ve medeniyetinin, antropoloji ve tarih tarafından açıkça tanımlandığı gibi, insanın doğal ortamıyla ve sosyal birikimiyle olan ilişkisinden kaynaklanan kademeli bir gelişimin ürünü olduğunu kabul eder. Belirli bir kültür içinde doğan birey, büyük ölçüde o kültür tarafından şekillendirilir.
5- Hümanizm ileri sürer ki, evrenin modern bilim tarafından tanımlanan doğası, insan değerlerine ait herhangi bir doğaüstü ve kozmik garantiyi kabul edilemez hale getirir...
6- Bizim kanaatimiz gelmiştir ki teizm ve deizm gibi düşüncelerin zamanı geçmiştir.

Yukarıdaki maddeler, materyalizm, rasyonalizm, pozitivizm, Darwinizm, ateizm ve agnostisizm gibi isimler altında ortaya çıkan şeytan egemenli ortak bir felsefenin ifadeleridir. Kuantum teorisi de kadere karşı bu düşüncenin sonucu üretilmiştir. İlk maddede "evren sonsuzdan beri vardır" şeklindeki materyalist dogma öne sürülmektedir. İkinci madde, insanın, evrim teorisinin öne sürdüğü gibi, yani yaratılmadan var olduğu iddiasıdır. Üçüncü maddede, insan ruhunun varlığı reddedilmekte, insanın maddeden ibaret olduğu iddia edilmektedir. Dördüncü maddede "kültürel evrim" iddiası öne sürülmekte ve insanın "fıtratının" (yaratılıştan gelen özelliklerinin) varlığı reddedilmektedir. Beşinci madde, Allah'ın evren ve insan üzerindeki hâkimiyetini reddetmektedir. Altıncı madde ise, "Teizm"in, yani Allah inancının terk edilmesi gerektiğini, bunun "zamanın gereği" olduğunu savunmaktadır.

Özgürlük ve demokrasi adına küresel yenidünya düzeninin teorisyeni masonlar; kendi üyelerine özgü yayınlarında, örgütün hümanist felsefesini ve bu felsefe içinde İlahi dinlere karşı duyulan düşmanlığı detaylı olarak tarif ederler. Masonlar, fiziki şeytanlar olarak Allahsız bir dünya var edebilmek adına insan egemenli rasyonalist ve laik devrimleri körüklemişler, son derece acımasız yöntemler kullanmışlardır. Hümanist masonlar, tıpkı Drakula misali öyle vahşetlere imza atmışlar ve atmaya devam etmektedirler ki, insanların kulağından başlayarak tüm boğazını saracak şekilde kesmişler, karınlarını yarmışlar, bağırsaklarını çıkarmışlar, cinsel organlarını parçalamışlar, gözlerini oyarak burunlarını koparmışlar, kollarını ve ayaklarını kesip çeşitli yerlere dağıtarak halka korku ve panik vermişler, devrimleri ateşleyerek ihanetlere ve ayaklanmalara, sayısız komplolar düzenleyerek yıkıcı skandallara neden olmuşlar, özellikle İslam ülkelerini işgal edip katletmişler ve yakıp yıkmışlar, gerçekleştirdikleri manipülasyonlarla insanları kıtlığa ve açlığa mahkûm etmişler, fitne çıkararak yağma ve yıkımlarla anarşiyi yaygınlaştırmışlar, akla ve hayale gelmeyecek her türlü kötülüğün ve yanlışın merkezi olmuşlardır.

Masonların siyasi faaliyetleri ve tüyler ürpertici cinayetlere kadar varan suçlarının yanı sıra, örgütlenme yapısı ve uyguladığı ayinler de oldukça dehşet vericidir. Kan ve ölüm!

Masonluk felsefesi, İslam gibi İlahi bir dinin yerine pagan, yani putperestlik bir inancı ve dünya görüşünü yerleştirmeyi amaçlayan, bu hedef uğruna her türlü dini inancı ve kurumu hedef alan, mistisizm ve okültizm boyasına batmış bir materyalizme dayanan satanist bir öğretidir. Tıpkı Kemalistlerin inancı gibi!

Tapınak şövalyelerinden miras kalan bu öğreti, masonluğun özünü oluşturmaktadır. Masonluk, bu pagan öğretiyi en yüksek derecelerde tam olarak açıklar, daha alt derecelere ise kademe kademe aktarır. Masonların küresel stratejisi ise söz konusu öğretiyi, olabilecek en cazip şekilde, geniş kitlelere empoze etmek ve bu öğretinin karşısında duran güçleri, örneğin Osmanlı Devleti ve İslam toplumları gibi “Mutlak İrade”’ye iman etmişleri ortadan kaldırmaktır. 18. yüzyıldan bu yana Batı dünyasında gelişen fikri akımların ve siyasi hareketlerin perde arkasında, işte masonluğun bu dünya çapında stratejisi yatmaktadır.

Yeryüzünün küresel en büyük suç ve terör imparatorluğu olan masonluk, gizliliğe hayati önem verir ve maskeledikleri sırlarını deşifre edenler acımasızca katledilir. Nerdeyse tüm devletleri ele geçirdiklerinden, onlara karşı hiçbir hükümet yaptırım uygulamaya cesaret edemez. Çünkü para ve saltanat, riske değer görülmez. Masonluk doğası gereği gizli bir örgüt olduğu için, tıpkı "Karındeşen Jack, Fransız Devrimi ve Türkiye’deki laik devrimler" misali örgütün tarihteki tüm faaliyetlerini tek tek ortaya dökmek mümkün olamamaktadır.

Gizli derneklerin ve okült gruplarının ki bunlar antik esoterik öğretilerin koruyucusudurlar, milletlerin tarihi üzerinde binlerce yıldır oldukça güçlü ve çoğu zaman da hayati rol oynadıkları çok az bilinen gerçeklerdir. Örneğin Ermeni Soykırımı misali…

Masonlar, Tapınak şövalyeleri veya Gül-Haçlar olarak, Fransız ve Amerikan devrimlerinin akışını, Osmanlı İmparatorluğunun ve bir o kadar da şeriat düzeninin yıkılışını etkilemişlerdir. Naziler, Faşistler, İngiliz güvenlik güçleri, Amerika'nın kurucuları ve Vatikan, şu veya bu şekilde okült komplosunda rol oynamışlardır. Okült, bilimsel dışındaki yollar ile "gizli" bilgilerdir. Yani gizlemek, saklamak, üstünü örtmek demektir.

İşte dünyaya hükmeden masonik düzen; peki, nerede insanlık!

Bu sebeple bırakın felâketler fışkırsın, bırakın tek canlı kalmamacasına dünya yerle bir olsun, bırakın isyankâr yaratıklar cehennem neymiş tatsınlar…

Ey Müslüman! Sakın ha sen korkma, çünkü senin ebedi yaşayacağına dair bir ahret ve cennet inancın var. Eğer kıyametten ve ölümden onlar gibi korkar isen, iman etmediğin ve aşikâr bir münafık olduğun ortaya çıkar.

Hep birlikte Yaratıcınız Allah’a yakarın! Yaşamı sadece bu aldatıcı dünyadan ibaret sananların taptığınız Allah’a ve iman ettiğiniz Hz. Muhammed’e hakaret ve saldırılarına karşı öyle bir duvar oluşturunuz ki nefsi hiçbir arzunuz ve çıkarlarınız bu bütünlüğü sarsmasın.

Eğer siz gerçekten fedakârsı bir imanı derinliklerinizde yaşar ve dünyayı ahret için satanlardan olursanız; biliniz ki İslam inancınızdan dolayı aşağılandığınız dünyadaki zincirlerden kurtulacak ve önünüzde saygıyla eğilinen bir zümre olacaksınız. Yeter ki inandığınız gibi iman ediniz ki Allah yanınızda olsun…

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” En’am. 32

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisâ 74

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalamadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.” Ankebut. 63

Hiç yorum yok: