5 Mart 2010 Cuma

Kalleşsi riyakârlık…

Kimliği her ne kadar cumhuriyet hukuk devleti olsa da gizliden gizliye oligarşiyle yönetilen ve halk iradesinden kopuk “tabela devlet”leri, cumhuriyet ve demokrasinin temel prensibi olan referandumdan ısrarla kaçınır, sözde bağımsız ancak ideolojik rejimin garantörü millet meclisi ve bürokrat güçlerin danışık ve dayanışmalarıyla oluşturulan konsensüsle totaliter rejim özenle korunarak; halk iradesi, hiçbir zaman hayvan hakları kadar kıymete bile tabi tutulmaz. Sadece seçim gibi bir manipülasyonla statükonun otoritesini devam ettirecek devşirme aday ve partilerle millet öyle kandırılır ki, mevcut durumun değişeceği umuduyla tercihini yapan vatandaşlar, hiçbir şeyin neden farklı olamadığı hayretiyle dövünür, buyurgan rejim karşısında oylarının çöpe muadil bir değer taşıdığı gerçeğini muhakeme edemeyerek, yeni taşeronları seçmekle dileklerine kavuşabileceklerini zannedip, esaretsi zincirlerin altında ömürlerini tüketip giderler.

Cumhuriyet rejiminin olmazsa olmazı referandum; halkın satın alınamadığı, baskı ve tehditle yönlendirilemediği ve hiçbir gücün bozamadığı tartışılmaz bir karar olup, genelde anayasa değişiklikleri, rejimce yasaklanan ancak halkça özgürlüğü talep edilen yasaların kabulü, halkın totaliter anayasa mahkemesinde, yüksek yargısında veya silahlı güçlerin dayatmasında aşamadığı taleplerini elde edebilmek maksadıyla iradelerini ortaya koyduğu katkısız bir oylamadır.

Cumhuriyet ve demokrasi tiyatrosuyla halkı aldatan çakma rejim; halk iradesinin doğrudan doğruya yönetime yansımaması için öylesine temsili demokrasi gibi bir hileyi allayıp pullamışlar ki, sözde seçtiği vekillerle temsil edildiğini düşünen halk, nasıl kendi elleriyle korkunç bir ihanetin çarkı olduklarını hesap edememişlerdir. Gerek parlamento gerekse hükümet tıpkı hâkimler gibi tarafsız ve adil olması gerekirlerken; her iki kurum da devletin ve rejimin muhafızlığını yaparak çıkarlarını korumakta, böylece halkı bir köle misali itip kakarak; sıkıntı, arzu ve taleplerine aldırış etmeksizin ninnisel gerekçelerle geçiştirmektedirler.

Oysa Cumhuriyet rejimini esas alan halk; ilk elden yönetime katılması, görevi sadece temsilcilerini seçmek değil, gerek anayasayı yapmak gerekse yasama yetkisine oylarıyla doğrudan iştirak etmek ve söz sahibi olmakla mükelleftirler.

Yetkili makamın bir kanun tasarısı veya teklifinin esaslı kısımları hakkında halkoyuna başvurması mecburiyken; ideolojik rejimin marjinal güçlerince engellenmekte, böylece despotizmin çizdiği sınırların dışına çıkılamayarak, sözde halkı temsil ettiği sanılan kuklalaştırılmış parlamento, maalesef diktatörlüğe meşruiyet kazandırmaktadır. Oysa cumhuriyetle idare edilen rejimler, yasama organı olan parlamentonun hazırladığı kanunlar hakkında halkın oyuna aslen müracaat etmek zorundadır.

Her ne şart ve koşulda olursa olsun, muhalefet karşıda çıksa ya da rejimin aleyhine dahi olsa meclisin hazırlamış olduğu kanun tasarısı, yürürlüğe girmeden önce halka sunulmalı, menfi veya müspet tasdiki alınmak zorunluluğu hiçbir gerekçeyle geçiştirilmemelidir. Ancak totalitarizmle idare edilen toplumlar; Türkiye’de bizzat şahit olunduğu gibi ya darbelerle ya da Anayasa Mahkemesi yahut diğer yüksek yargının kalkansı misyonlarıyla püskürtülmekte, dolayısıyla halkın dileğine set çekilerek, parlamento ve hükümetin de göstermelik bir figüran veya emir eri oldukları açığa çıkmaktadır.

Türkiye’nin cumhuriyet ya da demokrasiyle yönetilen bir rejim olmayıp Atatürk diktatörlüğüyle inşa edilmiş ideolojik bir otokrasi olduğu, 1924 anayasasıyla belgelenmiştir.

Sözde milletin egemenliği adına monarşi iddiasıyla Osmanlı Devletini yıkıp, adı Türkiye Cumhuriyeti olan ancak şahsına münhasır bir devlet kuran Atatürk; 1924 Anayasasıyla meclise diktatörlük hukukunu bizzat kendi kazandırmış, sözlerinin aksine milletin kararsal iradesini zerre kadar önemsemeyip, 1924 Anayasasını referandumla halkın oyuna sunmayarak, şantaj, tehdit veya niteliksiz oy sayımıyla muhalefeti etkisiz kılıp, meclisteki oylamayı üçte iki çoğunlukla değil 158 oyla kabul ettirerek, hem milleti hem de anayasal niteliği hiçe saymıştı.
Atatürk’ün kendi adına kurduğu sözde cumhuriyet'in sadece devletin değil hükümetin de şekli olduğuna dair ideolojik bir vurgu yapıp, CHP teşkilatı yoluyla meclis üzerinde kurduğu mutlak otorite yüzünden antidemokratik tek parti rejimiyle CHP'nin “altı umde” sini de anayasanın temel ilkesi yapması, tartışılmaz diktatörlüğünü perçinleştirmişti. Dolayısıyla Osmanlı Devleti yıkıldı, yerine Atatürk Devleti ya da CHP Devleti kuruldu.

Bu sebeple CHP’yi de kapatan Kenan Evren darbesini, karşıda olsam tebrik ediyorum.

1961 ve 1982 anayasaları her ne kadar darbeciler tarafından hazırlanmışlar ise de, halkın oyuna sunulmalarından ötürü 1921 ve 1924 anayasaları gibi gayrimeşru değiller ve “darbe anayasası” diye eleştirmesini de doğru bulmuyorum. Onların halka gidip sözde sivil sanılan meclisin gitmeye cesaret edememesi, aslında kimin totaliter oluğunu kanıtlamaktadır.

Dikkatle irdelendiğinde Osmanlı’nın yıkılıp yerine Atatürk Devletinin kurulmasındaki gizli amaç; tamamen din ve İslam dünyasının halifeliğini üstlenen Osmanlı’nın haçlılara hükmetmesini engellemekti. Bu gücün kırılması ve milletimizin İslam’dan aldığı motivasyonla haçlıları yenilgiye uğratması, dünyaya adil bir düzen ve barış getirmek istemesi, ancak içten bir parçalanma ve ihanetle aşılabilirdi. Böylece Yahudi-mason ittifakının hazırladığı senaryoyla dünyaya hükmeden Osmanlı sinsice zayıflatılarak yıkılmış, böylece masonların idaresindeki CHP; kanlı devrimlerle devleti ele geçirmeleri akabinde "Devletin dini Din-i İslam’dır” ilkesini öncelikle anayasadan kaldırarak, sekülerizm’e yani laikliğe geçişin altyapısını hazırlamış, ayrıca Türkçülük gibi bölücü bir ırkçılığı da anayasalaştırarak darmadağın etmişlerdir.

İşte bugün yaşadığımız gerginlikler, darbeler, terörler, çatışmalar ve bölünmeler; bu temel yanlışın bir sonucu olup, mutlaka halkın yasamaya hükmetmesini zaruri kılmaktadır.

Egemenliğin ideolojik devletin dayatmasıyla çeşitli organlara bölünmesi, kurumlar arasında uyumlu çalışma ortamının sağlanamamasına, seçilen meclis ve hükümetlerin asla iktidara kavuşturulmayarak şantaj ve tehditlerle yetinmeyip, yargıyla, olmadı silahla etkisizleştirilerek alaşağı edilmeleri, şüphesiz halkın doğrudan yönetime katılmamasındandır. Siyasi ve sosyal istikrarsızlığın, çok başlılığın, yüksek yargı, Genelkurmay ve terör örgütlerinin meydan okuyabilme cesaretlerinin nedeni; halk iradesinin dışlanmasıdır.

Ne var ki ancak diktatörlüklerin yaptırımı olan değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez kanunların metazori yürürlülükleri, 1961 ve 1982 anayasalarında da hassasiyetle korunmuş, halkın onayına sunulan anayasaların ruhu değil de çelişkili fiziki önemi süslü bir paket halinde hediye edilerek, köklü ve kalıcı bir çözüm gerçekleştirilememiştir. Buna rağmen halkımız tarafından kabul edilmesinden dolayı yine de hiç kimsenin itiraz hakkı bulunmamalıdır.

Devleti, vatandaşın önünde tutan despot kanunlar yüzünden, Türkiye’de hiçbir yasa ve düzen halk tarafından değil tepeden inme yapılmakta, dolayısıyla faşist adaletsizlikler, bölücü, baskıcı ve totaliter anlayışların üremesine mani olunamamaktadır. Meclis ve hükümetlerin bir piyon ve Atatürk diktatörlüğünün rutin işlerini yapmakla mükellef bir yüklenici oldukları gayet açıktır.

Bugüne kadar gelen hükümetler arasında en çok umut duyulan AK Parti hükümeti bile 8 yıldır sözde iktidar olduğu Türkiye’de anayasal hak olan referandumu çalıştırmaya cesaret edememiş, çıkardığı kanunları ya ideolojik yargı duvarına çarptırarak ya terörist şövalyelerin sözcüleri olan muhalefetin direnişlerine karşı koyamayarak ya da Genelkurmay’ın emrine boyun eğerek, kangren olmuş sorunların üstesinden gelememiştir. Oysa gerçekten samimi olsalardı; yapmak istedikleri değişiklikleri paketleyip meclisten geçirerek, doğrudan halkın onayına sunar; ne yüksek yargı ne muhalefet ne de silahlı güçlerin velayetsi baskılarına muhatap olmadan hem hedef olmaz hem de tartışmalara son verirlerdi.

Her kim yapılacak değişikliklere karşı ise; er meydanı olan halk oylamasında ret oyu verir, böylece karşı duruşlarındaki haklı mazeretlerini halk iradesinin takdirine bırakırlardı. Neden yapmaya cesaret edemiyorlar? Halktan daha üstün bir karar organı mı var ki ısrarla uzlaşma arayışı safsatasıyla Genelkurmay’ın, yüksek yargının, medyanın, muhalefetin, sivil toplum örgütlerinin, sanatçıların v.s, gibi politize olmuş ideolojik ve fırsatçı resmi ve tüzel bir avuç insanın halkı temsil edebileceği ve gıyaplarında karar verebileceklerini düşünebilmektedirler? Yoksa gizli bir oyunun figüranları mıdırlar?

Rejim, kendini öyle mıhlamış, kurumları ve halkı mahkûm etmiş ki; bayraktarlığını yapan ne yargı ne de ordu, yetkilerini halkın iradesinden almaktadırlar. Meclis ve hükümet fizikken yetkisini halktan aldığı görüntüsü verse de, ruhen Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin ideolojik çıkarlarını gözetmek zorunda; en basiti, milletvekili veya bakan andı bile Atatürk ilkeleri ve laikliğin üzerine yapılmadığı takdirde parlamentoya girmeye ve hükümet olmaya hak kazanılamamaktadır.

Türkiye’deki gibi totaliter rejimler, asla halk iradesini tek güç olarak kabul etmez; yasama-yürütme-yargı gibi birbirinden bağımsız, ezici ve rakip güçler oluşturarak, akılları sıra demokratik sistem hilesiyle köle halkı, yönetimden uzak tutmaya çalışıp, rejimin tutsaklarına dönüştürürler. Eğer bir yargı; parlamentonun çıkardığı yasaları iptal edebiliyor; partileri kapatabiliyor ise; aslında o parlamentonun özgür değil ideolojik yargının vesayeti hafif kalır, doğrudan hegemonyası altında olduğu tartışılmazdır.

Halkın seçtiği vekillerin zincirlendiği ideolojik bir düzende, halk iradesini ortaya koyacak bir referandumun söz konusu mümkün olamamaktadır. Çünkü referandumdan çıkan kararı bozabilecek ne bir Anayasa Mahkemesi ne de başka bir güç vardır!

Statükocu gazeteci, bürokrat ve politikacılar, aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi referandumdan kaçar, tutsakları altındaki parlamentoda çoğulcu demokrasiyi savunarak, yargı veya darbeyle, beğenmedikleri kararları kolayca tarumar ederler. Ancak çoğunlukçu demokrasi olan referandumu sandık demokrasisi tanımıyla küçük gören faşist rejim yanlıları, halk iradesinin tek güç olmasını rejim aleyhine büyük bir tehlike görürler.

Cumhurbaşkanı, başbakan ve hükümet üyeleri! Nasıl bir baskı ve tehditle karşı karşıyasınız ki, çözümün tek kaynağı olan referandum müessesesini çalıştırmayarak, halkı statükoya ve diktatörlere peşkeş çekebiliyorsunuz? 61 ve 82 darbecileri kadarda mı halkınıza saygı duymuyor ve iradesine güvenmiyorsunuz? Tüm gerginlikleri, sıkıntıları, tartışmaları, haksızlık ve adaletsizlikleri bitirecek olan referanduma gitmekten korkuyor mu, yoksa gitmenizi engelleyen bir baskı ve tehditle mi karşı karşıyasınız? Haydi bakalım, referandumdan çıkacak karara o burnundan kıl aldırmayan Genelkurmay, yüksek yargı, gazeteciler ve bilumum Atatürk diktatoryasının şövalyeleri karşı koyma cesareti bulabilecek ve doğrudan muhatap olan halka meydan okuyabilecekler mi?

Etrafı mayınlarla çevrilmiş TBMM’nin tek başına “Anayasa Değişikliği” yapabilmesi söz konusu değildir. Bırakın halk yapsın, bırakın halk muhatap olsun…

Uzlaşmayı halk iradesinde değil de neden ataist terör örgütlerinin sözcüleri ile yapmakta ısrar ediyorsunuz? Statükocu Baykal ve Bahçeli ile uzlaşma arayışındaki inadınız; provokatörleri, Ergenekon’u, Kafes’i ve Balyoz’u meşrulaştırmayacak mı? Çocuklarımızı parçalayacak ve halkı katledebilecek kadar canavarlaşmışların arkalarında durabilecek kadar vicdansızlaşmışların fikrine danışmak, rızasını almak, işbirliğine kalkışmak; millete, özgürlüğe, hukuka ve adalete bir ihanet değil midir?

Onların halkı temsil etmediği, riyakâr yüzlerini ustaca gizleyerek aldatmalarının neticesi toplumuzun bir kısmınca seçilmiş olmaları yanıltmamalı, zaten halkın lehine yapılacak bir referandumda gerekli cevabı alarak silinip süpürüleceklerinin de kaçınılmaz olacağı unutulmamalıdır. Yeter ki biraz cesaret, kararlılık ve vakurlu bir duruş…

Gerek Türk-Kürt kardeşliğiyle ilgili açılım, gerekse fevkalade hayati önem arz eden yargı reformuyla ilgili anayasa değişiklikleri, derhal halkın iradesine sunulmalı, böylece despotların yolları kapatılmalıdır.

Artık yıllardır aynı gazeli okuyan ezberci kavram cambazlarından bıkılmış, bireyi öne çıkaracak somut adımlar atılarak, devlet idaresi doğrudan, sahibi olan halka devredilmelidir. İdeolojik yargıca iptali aşikâr olan gerek türban yasağı ve gerekse eğitimdeki eşitsizlik ile ilgili bölücü ve bunaltıcı birçok sorunu mecliste çözmek yerine doğrudan referanduma götürülseydi; şüphesiz kökten bir sonuca ulaşılacak, dolayısıyla gündemi işgal eden beyhude tartışmalar ve gerginlikler uzamayacak, toplumun aşağılanan ve dışlanan bireyleri de gözyaşlarına ya da göçebeliğe mahkûm edilmeyecekti.

Ayrıca “türban” ile ilgili AK Parti Hükümetinin sözde MHP desteğiyle çıkardığı yasanın, CHP’nin Anayasa Mahkemesine itirazlıyla nasıl kökten çözümsüzlüğe ulaştığı ve sırf referanduma gidilmemesi için MHP’nin CHP ile yaptığı gizli pazarlığı hatırlatmak isterim. Eğer AK Parti böylesine kalleşsi bir riyakârlık içinde değil ise, yine referandumun önünü kesebilmek adına yapmayı düşündükleri “Anayasa Değişikliği” girişimlerinin de aynı tezgâhla meclisten geçirilip, akabinde Anayasa Mahkemesine yapılacak itirazla reddedileceği akıllardan çıkmamalıdır.

AK Parti’nin söz ve davranışlarından anladığım kadarıyla çözüm isteyen ama statükocularca izin verilmeyen mağdur ve çaresiz rolü oynamak istediğidir. Ancak referandum gibi sonucu tartışılmaz ve hiçbir yargıca bozulamaz bir yolun yok sayılmasını hiç kimseye izah edebilmesi mümkün değildir.

Meclis ve cumhurbaşkanının çıkarılan kanunlarda mutlak yaptırımlarının bulunmadığı ve son kararı yüksek yargının verdiği gerçeğini çok iyi bildikleri halde taktiksel kandırmalara devam eder, referanduma giderek son noktayı koymak yerine tiyatro sahnesinden farksız meclis ve salt yetkisi olmayan cumhurbaşkanlığı onayı gibi orta bir oyunu sürdürür, çözümü referandumda değil de iptali kesin mecliste aramaya kalkışırlarsa; bilsinler ki perde arkası pazarlıkların, artık uyanmaya başlayan halkın dikkatinden kaçmayacağıdır.

Örneğin; millete ihanet belgesi olan “irticayla mücadele eylem planı” ile ilgili Alb. Dursun Çiçek’e baştan beri sahip çıkarak, belgeyi çöpsel bir kâğıt parçasına benzetip yargılanmasını sabote eden Genelkurmay’ın Jandarma kriminal laboratuarlarında imzasının gerçek olduğu belgelendikten sonra Askeri Savcılığın tutuklanmasını isteyip Askeri Mahkemenin reddetmesi nasıl hiçbir samimiyet içermiyorsa, hükümetin de referanduma yanaşmayıp meclisten sonra dolaylı yollardan Anayasa Mahkemesini adres göstermesi, aynı samimiyetsizliğin bir göstergesidir.

Yedi düvele kök söktürmüş milletimin hiçbir ferdi güdülmeye izin vermez ve hilkatte bir eşi olanın hegemonyalığını sindirmez!

Yeter ki neyin ne olduğunu dikkatlice irdelesin ve maskelerin altında saklanan kalleşsi riyakârları hiçbir etki altında kalmaksızın teşhis edebilsin…

Tek çözüm referandum…


Hiç yorum yok: