6 Mayıs 2018 Pazar

İnanç var ama iman yok!

İnanç ile iman; ruh ve beden misali farklı kuvvetlerdir. Çünkü ruhsuz bir beden nasıl ölü ise, imansız bir inançta ölüdür.

İnancın kanıtı imandır; diğer bir ifadeyle fiiliyattır, uygulamadır, ameldir. Dolayısıyla her ne kadar fikirler para eder olsa da, hayatlar eylemlerle yaşanır, fikirlerle değil.

Göklerde ve yerde nice deliller olmasına rağmen delillerden yüz çeviren insanların ne oldukları güttükleri inançla orantılıdır. Kokusuz güzel çiçekler misali güçlü sanılan beşerin etkileri imansız aptal yığınları doğurmakta; böylece yaşanılan doğrultuda inanılan seküler-laik bir dünya oluşmasından nefsin egemenlik iddiası sürebilmektedir.

Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması, muhakemeyi üreten akıl ile duygulara hükmeden kalbin anlaşmazlığındandır. Dolayısıyla egemenlik savaşı aslında akıl ile kalp arasında sürer.  

Bu savaş öylesi bir karmaşıklık ve tutarsızlık içinde sürer ki, inanç ile imanın birbirlerine hükmeden veya dışlayan rakiplikleri fevkalade ince ve sezilebilmesi güç bir çerçevede cereyan eder. Ancak seküler bir bilim bakışıyla çözüm dumur kalmakta ve hiçbir teoriyle ruhsal bu incelik somut olarak açıklanamamaktadır. .  

İnançsızlık veya inkâr da bir inançtır. Onu doğuran şüphedir; şüphe de zayıflık olduğundan sorunların çözülememesine yani denetim altına alınamamasına nedendir. Diğer taraftan şüphe, imanın açık bir düşmanıdır!  

İnsanoğlunun bilim adına yaptığı temel yanlış, ruhun madde ve beden üzerindeki hâkimiyetini ısrarla reddetmesidir. Beyni ve ürettiği iddia edilen aklı yaratıcı bir güçmüş gibi öne sürerek ruhtan soyutlayan pozitif bilim, duyguların da kendine özgü bir önsezi olduğu değerlendirmesiyle inanılmaz bir paradoks ve saçmalık yaşamaktadır. Onun için duygusal davranışlar aşağılanarak mantık yüceltilmekte, böylece hatasız, güçlü ve egemen olunabileceği düşünülmektedir.

İnsanların birbirleriyle olan etkileşmesini sağlayan duygular, bilgi, eylem, inanç ve imanı olgunlaştırmakta ve fiziksel hayatı yönlendirmektedir. Dolayısıyla insanların birbirine veya başka bir şeye karşı gösterdiği aşırı ilgi veya talep, duygusal tepkinin bir neticesidir. Duygusal dürtünün olmadığı bir yaşamda; ne bir inanç, ne bir düşünce, ne bir sevgi veya nefret, ne bir aile veya millet ne de fiziksel bir etkileşme mümkündür. Duygudan arınmış akılcı ve mantıkçı bir basiret var olamayacağı gibi, böyle bir ayrıcalığın ruhun var olma nedenine, özüne ve temel yapısına da aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır. Hâlbuki algılayan, kavrayan, hisseden ve bilen kalptir; aklı güden kalpten doğan hisler olduğundan akıl, tek başına yetersizdir. Tıpkı ruhsuz beden gibi!

Aslında nefislerine mağlup olmuş insanlar, birer yaratılmış kul oldukları gerçeğini kabullenip iman edebilseler, hilkatteki eşlerini iradesel bağlamda kendilerinden üstün görmez ve onlarında her yaratık gibi görevli kulsal araç oldukları bilinciyle hareket ederlerdi. Egemen ve güçlü sandıkları kimselerin gerçekte nasıl aciz olduklarına şahit olmalarına rağmen, yine de onları fayda veya zarar sağlayıcı kudretler olarak yüceltebilmektedirler. Oysa kendileri gibi onlarında etrafları görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen birçok musibetlerle çevrilmiş olup etkileri de, tıpkı denizde hayat kurtaran tahta parçasından farksızdır. Aracıya değil egemen olan Mutlak İrade’ye itibar edilmesi, iddia sahibi mantığın kaçınılmaz bir gereği olmalıdır ama nefis, bu gerçeği kör ve sağır kılmaktadır.

Bir şey olacaksa, onun olmasını hiçbir güç dilediği gibi engelleyememektedir. Olmayacaksa, yeryüzündeki aracı bütün güçler bir araya gelse yine de onu başarılamamaktadır. Tıpkı barış ve savaş, kay›p ve kazanç, yaşam ve ölüm, hastalık ve şifa, açlık ve tokluk gibi!

İnsanlar hızla akan bir ırmağın üzerindeki odunlardan faksızdır. Aklı ve kalbi olmayan odunlarla, aklı ve kalbi olan insanların arasında pek fark yoktur. Çünkü kulluklarından dolayı bağımsız ya da özgür olamadıklarından inançları da, inançsızlıkları da ve imanları da yaratıcı Allah’ın Mutlak İradesi’ne bağlıdır. Bu sebeple iradesel bir özgürlükleri ve ufku görebilme kuvvetleri bulunmadığından, tuzaklarla çevrili yaşamlarında neyin doğru-yanlış, yalan-gerçek, iyi-kötü; nerenin emniyetli veya tehlikeli olduğunu asla bilemezler. Dolayısıyla kaderin mecrasında sürüklenerek ya güvenli bir kıyıya çıkarlar ya da cehennemî sularda cebelleşerek boğulurlar.

Nasıl ki inanıldığı halde iman edilemediğinden inanç hiçbir değer taşımıyor ise, bilinenin fiiliyata geçirilememesi veya amel edilememesi de o bilginin hiçbir kıymet taşımadığını ortaya koyar.

Bir dakika sonrası meçhul bir hayatın ne değeri olabilir ki, azan benliğe yani nefse gem vurulamıyor; kabaran iştah doyurulamıyor; fırıldak gibi arayışta olan gözlere mani olunamıyor; dedikoduya meraklı kulaklar engellenemiyor; batılın cirit attığı zihinler hakka dönüştürülemiyor ve duyguların çalkantısı durdurulamadığı halde inanılıyor ama iman edilemiyor. Dolayısıyla gerçeğe bakılıyor ama görülemiyor; duyuluyor ama işitilemiyor; anlaşılıyor ama kavranamıyor. İşte sorun bu!

İnsanlar her ne kadar düşünebilme ve muhakeme edebilme yetilerine sahip olsalar da, birçok şeyin karşılığını bulamamaktadırlar. “Kim olduğu; niçin dünyaya geldiği; amacının ne olduğu; neden düşüncelerini gerçekleştiremediği; kime karşı sorumlu olduğu, mücadelesinin sırrı; hayatını kendi mi yoksa başka bir gücün mü yönlendirdiği; neden hata ve yanlış yapabildiği; inançla iman arasındaki belirsizlik; plânların fiiliyata geçirilememesi; hiç tanımadığından gördüğü yardım, ilgi ve alâkanın sebebi; duyguları doğuran ve farklı kılan etki, dost ve kardeşlerinin ihaneti, yaşam varken neden ölebildiği; iyilik varken neden kötülüğü, barış varken neden savaşı; uzlaşma varken neden kavgayı, sağlık varken neden hastalığı, sevgi
varken neden nefreti; sabır varken neden isyanı; mutluluk varken neden sıkıntıyı, zenginlik varken neden yoksulluğu, kazanç varken neden kaybı, özgürlük varken neden kulluğu; liderlik varken neden dilenciliğin tercih edilebildiği faraziyelerden öte anlaşılamamakta; dolayısıyla akılcı kuramlar ve bilimsel teorilerle yalanlara devam edilebilmektedir.

Zor olan bir meseleyi anlamak değil uygulayabilmektir. Dolayısıyla güzel ama uygulanması imkânsız sözler, içindeki ölüye faydası olmayan mezardaki çiçeklere benzer.

Geçmişte olanların gelecekte dekor değiştirilerek aynen devam etmesi, aslında her şeyin anlaşılmasına yeterli olmakta ve imanın kabulünü kolaylaşmaktadır. Ancak gereği yapılamadıktan sonra inanmış veya anlamış olmak ne ifade eder?

İnanç şüpheyi var eder ama iman yok eder!

(Resulüm) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu, görün. Onların çoğu müşrik idi.” Rum 42


 “Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler. “ Yusuf 106 

Hiç yorum yok: