17 Ağustos 2013 Cumartesi

Türkiye’nin Sisi’leri Başbuğ ve Doğan darbe gerçekleştirselerdi;

Müslüman halkımızın, Mısır’lı kardeşlerimizin akıbetinden farklı bir sonuçla karşılaşmayacağı, “acımadan tepeleyin”  başlığıyla kanıtlıdır.

Peki, Müslüman milletimiz ihvan gibi tepki göstererek işgalci orduya direnmek suretiyle şahadete koşar mıydı?

28 Şubat’taki tankların sesi ve İslam düşmanı darbecilerin böğürtülerinden korkularak çekilen teslim bayrağını referans alırsak, tabii ki “hayır”. Ancak 1997 yılından bu yana kimlik Müslümanlığından kurtulup vahyi Müslümanlıkla bilinçlenmiş olmamız, dünyanın birçok yerine cihad için giden mücahidlerimizden anlaşılmaktadır.

O dönemin utanç tablosunu yaşatan merhum Necmeddin Erbakan, maalesef kalbi dünya nimetlerine ve gösterişine aç olmasından ne teşkilatına ne de Müslümanlara dik bir duruş sergiletemedi. Hak diye iddia ettiği davası uğruna hayatını feda edebilecek ve cefa çekebilecek cesarette bir lider olamadığından sahnelerde gürlediği gibi Müslüman bir lidere yaraşır bir duruş gerçekleştiremedi. Rüzgârı etkiliydi ama imanla bütünleşmediğinden yelken misali Türkiye’ye yol aldıramadı.

Oysa Mursi, haçlı Batı ve İsrail’in doğrudan desteklediği darbeyle bilfiil karşılaştığı halde merhum Erbakan’a yapılan tehdit, şantaj ve pazarlıklara arkasını dönerek, “ya zafer ya ölüm” şuuruyla ömür boyu zindana yahut idam edilebilecek endişesine kapılmadan halkına direnin çağrısı yapabilmişti. Çünkü sonunda çürüyecek olan bedenini, iktidarlığını ve devlet başkanlığını ahiret için satmış, asıl mükâfatın ahirette olduğu imanını ortaya koymuştu.

İnanç ile iman, tıpkı ruh ile beden gibi farklı kuvvetlerdir. Nasıl ki ruh olmadan beden atıl ise, iman olmadan da inanç bitkisel hayat gibidir.
    
Şüphesiz liderin sürükleyici bir gücü vardır. Lakin o güç kararsız, korkak, paranoya ve teorik ise, ancak var olan yanlışı derinleştirerek kronikleştirir ve insanların umut ettiği siyasi devrimleri uygulayamaz. Liderin bilgisi akademik değil hayatın gerçekleri olmalıdır. Bu sebeple akademisyenlerden lider değil, siyaset adamı dahi olmaz. Çünkü onlar hesap adamı ve teorisyen olup, her türlü riske karşı ürkektirler. İş hayatında da öyledirler. Keşifler gerçekleştirebilir, fabrikalar kurabilir, projeler yapabilir, teknik her türlü donanıma sahip olabilirler ama iş adamı olamaz ve bir limon dahi satamazlar.

Gerek dinli gerekse dinsiz günümüz insanlarının liderlerine olan kayıtsız-şartsız aşk ve tazimleri hatalarını görmemelerine, böylece şımararak kendilerini Kaf dağında sanmalarına neden olmaktadır. İnsanların lideri için değil hak ve adalet için canlarını vermeye hazır oldukları gün, idrakin sağlandığı ve kurtuluşa kavuşulacağı andır. Liderin nefsi, sevenlerini öyle iğfal etmiştir ki, hem dini hem siyasi ihanetsi yanlışlarını kanıtlasanız da, sanki hatadan münezzeh tanrılarmış gibi can havliyle savunur, sözlerini Allah ayetlerinden üstün tutarlar. Lideri eleştirmenin Tanrı’yı eleştirmekle eşdeğer tutulduğu bir düşünce ikliminde doğruda buluşmak imkânsızdır. Dolayısıyla yaşamın sırlarını bilen ancak dinin ve siyasetin sırlarını bilebilir; bilmeyenin dini ve siyasi lider olabilmesi mümkün müdür?

Hz. Ömer (r.a), halka hitap ettiği bir gün, eğer yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu. Halktan biri hemen ayağa kalkarak, “Ya Ömer, seni kılıcımızla doğrulturuz” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, adamın cesaretini sınamak için, “Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun?” diye sordu ve o adamda gözünü kırpmadan, “Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum” demesine pek sevinmişti. Halka dönerek, “Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var” demişti. Ki, Hz. Ömer (r.a), İslam devletinin halifesi olarak hem dini hem de siyasi bir liderdi.

Mursi’nin firavuncularca tutuklanması akabinde salıverilmesi için girişilen pazarlıkta İhvan-ı Müslim, “Bizim için Mursi’nin et ve kemikten müteşekkil bedeninin bir değeri yok! Hak ve adalete maddi hiçbir şeyi peşkeş çekmeyiz. Milyonlarımızı tutuklasanız veya öldürseniz de davamızdan asla geri dönmeyecek ve boyun eğmeyeceğiz. Allah’ın bize verecekleri sizinkilerden kat kat fazladır.” itikatları, Müslümanlığın ve insanlığın özetiydi.

Bakın şu sözde Müslüman’ın düşüncelerine; acaba akademik bir teorisyen olmasından mı saçmalıyor? Ne de olsa hesap adamı!

Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kamalak, sözlerine Mısır’daki Müslümanların şahadete koşan imanlı ve şerefli direnişlerini görmemezlikten gelerek darbe yapan şeytanları kınamakla başlayıp,"Asıl hedef Türkiye'dir. Gerekli tedbirler alınmazsa yarın benzer olaylar Türkiye'de olacak” açıklamaları, kime iman ettiğini ve kimden korktuğunu sorgulatıyor.
Öncelikle hedef Türkiye ise ne olmuş? Zalimlerin hedefi Türkiye olabilir, acaba takdir edici Allah’ın da hedefi Türkiye midir? Türkiye’nin savaşa girecek olmasından duyduğu bu korkunun sebebi dünyada ebedi kalabileceği düşüncesi mi? Gerek Allah’ın Resulü gerek Sahabe gerekse bu Müslüman milletin ecdadı yüzlerce yıl savaşmadı mı ve milyonlarca şehid vermedi mi? Sözde iman ettiği Kur’an, haksızlığa, zulme, batıllığa ve fitneye karşı savaşı emretmiyor mu? Şehid olmak şerefsizlik veya küfür müdür? O kadar tedbir alıp 28 Şubat’ın uluyan generallerine el pençe durdukları halde iktidardan uzaklaştırılarak hor ve hakir bırakılmadılar mı? Eli kanlı ve sadist firavunlara karşı kendini şahadete adayarak zerre kadar tereddüt duymayan Mursi, tedbir amaçlı canını kurtarabilmek için baş mı eğmeliydi? Müslüman halkına direniş çağrısı yapıp binlerce kişinin şehid edilmesine ve tutuklanmasına sebep olması hata mıydı? Yazıklar olsun! En acısı ise bir kısım Müslüman topluma liderlik yapmış olması…    
Şüphesiz herkesin bir planı ve tuzağı olduğu gibi yaratıcı Allah’ın da bir planı ve tuzağı vardır. Hesap yapmak kulun işi değildir. Allah her türlü hesabı yapmış ki, hükümlerine kesinkes itaatini emretmiştir. Allah’ın yazdığından bir başkasının başa gelebilmesinin mümkün olmadığı ayetle sabit olup; acaba Kamalak’ın ifade ettiği tedbir, Allah’ın yazgısını önleyebilecek mi?

Tehlikeden kaçamayan, onun karşısında cesaretle durmayı bilmelidir. La Fontaine
 
Mustafa Kamalak sözde Müslüman olabilir ama özde Müslüman değildir ve şirk içindedir. Liderlerin en bedbahtı; savaştan kaçan, direnişten ürken, haksızlığı kınamakla geçiren ve korkusunu teorik tedbirlerle kamufle edendir. Bilinmelidir ki hak ve adalet, onu savunma cesaretini taşıyanların hakkıdır.

 “De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.”  Tevbe 51


“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175

Hiç yorum yok: