9 Haziran 2012 Cumartesi

Haddi aşıyorsunuz Başbakan!


Her ne kadar yaptığınız iyi işler inkâr edilemeyip milletin sevgi ve güvenine mazhar olduysanız da, kendinizi hata ve yanlıştan münezzeh gören davranışlarınızla Özel Yetkili Mahkemelere karşı koyduğunuz tavır ve terör ile ilgili sözlerinizle fiiliyatlarınızdaki tenakuz asla kabul edilebilir değildir.
Haksızlık ve adaletsizlik karşısında dikleşemeyip dik duran insan, ancak pazarlık gücünü arttırır.  Ne var ki şeytana karşı tüm pazarlık kapıları kapalıdır…

11.02.2012 tarihli “Yargıya müdahale ihanettir” başlıklı yazımda gerek Cumhurbaşkanı, gerek Başbakan, gerekse hükümet ve TBMM’ne yaptığım uyarılarla, teröre karşı diklenmesi gereken yetkililerin siyasi getirim adına gösterdikleri tolerans ve işbirliğinin çok daha vahim sonuçlar doğuracağı tehlikesini ortaya koymuş, dolayısıyla savcı ve hâkimlerin yetkilerini kısıtlayıcı adımlar atılmaya başlanarak ürkütücü geçmişe dönüleceği vahametinin milleti endişeye sürükleyeceği üzerinde durmuştum.
  
Şüphesiz Yaratıcı Allah’tan daha çok hiçbir beşer, insana daha yakın, affedici, barışçı, uzlaşmacı, hak gözetici ve merhamet edici değildir. Lakin Allah, şeytanın adımlarını takip eden suçlulardan anan ve baban aleyhine dahi olsa asla taviz verilmemesini ve iflahları mümkün olmadığından koyduğu hükümler çerçevesinde cezalandırılmalarını emrettiği halde; Başbakan Erdoğan, suçluların tutuklanmalarına, tutuklu kalma sürelerine ve bürokratlarının sorgulanmalarına karşı çıkarak savcı ve hâkimlere cephe alması, teröristlerin tepkilerinden farksız bir şikâyettir.

En azgın suçluları dize getirerek halkın hak ve adaletini muhafaza altına alabilmek için tehditlere aldırış etmeyen mahkemeleri, TBMM aracılığıyla derdest etme girişiminden daha korkunç bir musibet olamaz. Başbakanın PKK gibi cehennemsi bir belayla yaptığı yanlış işbirliğini örtbas edebilmek maksadıyla savcı ve hâkimlerin yetkilerini kısıtlamaya gitmesi, şüphesiz bir felakettir. Nasıl olur da uzun ve sabırlı bir mücadele sonrası yargıyla milleti bütünleştiren ve suçluları toplumdan izole edici reformları hiçe sayarcasına yıkmaya çalışmaktadır?

Sanıldığı gibi birkaç MİT’çinin sorgulanacak olmasından dolayı böylesi bir felakete kalkışılamayacağı, bu dönüşün altında daha etkin bir baskının güttüğü korkunun olabileceği kuşkusunu taşıyorum. Ayrıca Ak Partide ırki bağlılıktan ötürü azımsanmayacak sayıda gizli PKK’lıların yağamasalar da gürledikleri göz ardı edilmemeli, olmayan bir Kürt sorununun ısrarla öne çıkarılmasının PKK’yı işaret ettiği tartışılmazdır. Dolayısıyla oy hesapları, Türkiye’yi zifiri bir karanlığa götürmektedir.

Oysa her gün şahit olduğumuz örtülü Müslüman kadınlara karşı sürdürülen haçlı saldırıların hiçbiri, kökeninden dolayı bir Kürt’e yapılmamaktadır. Herhangi bir Kürt’ün kökeninden ötürü baskı ve dışlamaya muhatap olduğuna dair tek bir kanıt yoktur. Dolayısıyla PKK ya da BDP’yi Kürt mücadelesiyle özdeşleştirme ihaneti, güçlenip kök salmalarının yegâne sebebidir. Yoksa Kürt kökenli vatandaşlarımızın Müslüman kadınlarımıza uygulanan zulümler karşısında kendilerine karşı haksızlık yapıldığı iddiasında bulunabilmeleri vicdanla bağdaşmaz. Ki, PKK’lı Kürtler, zaten bağımsız bir devlet olma yolunda isyansı katliamlarını sürdürmektedirler.

   Başbakanın yetkili kıldığı Hakan Fidan ve birkaç MİT’çinin PKK, BDP ve KCK gibi değişik adlar taşıyan şeytanla gizli sürdürdükleri işbirliklerinin deşifre edilmesi, her ne kadar Başbakanı hukuk ve millet karşısında zor durumda bıraktıysa da, şeytanı durdurabilme taktiğinin yanlışlığını ya cesurca üstlenmeli, ya da cephedeki askerlerin şehit olmaları misali Hakan Fidan ve adamları suçu sahiplenerek, kendisine kalkan olmalıdırlar. Ancak anlaşıldığına göre; 75 milyona karşı savunulan bürokratlar Başbakana şantaj yapmış olmalı ki, sonunda talimatı veren benim diyerek, asla dokunulmaması ve ruhtan farksız önem teşkil eden Özel Yetkili Mahkemeleri gözden çıkarabilmiştir.

“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, ayetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.” Al-i İmran 118

Öyle ki, söz konusu azılı teröristler zincire vuruldukları zindanlardan hala tehditlerine devam etmekte ve dışarıdaki militanlarını kanlı bir isyana hazırlayarak tahliyelerini beklemektedirler. Uslanmaz lanetlileri diyalog ve müzakereyle yola getirebilmenin imkânsızlığını; neden Başbakan idrak edemiyor?
  
Çoklu terörle mücadele eden bir ülke olmamıza rağmen, sanki Avrupa ülkeleri gibi devlet ve millet bütünlüğüne karşı silahlı isyanlar yokmuşçasına yasalarımızı AİHM’nin kriterlerine uydurmamız, apaçık bir helaktir. Eğer elde Türkiye gibi bir ülke kalırsa, AB’ne de girersiniz. Her tarafından açılan deliklerle batması muhtemel bir gemiyi sağlam bir gemiymiş gibi Avrupalı gemilerle yarıştırmak ne kadar gerçekçidir?

Her kim şeytan ve dostlarıyla işbirliğine girmiş ise, bedel ödemeden iplerinden kurtulabilmeleri mümkün değildir. Bu sebeple şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı; “YAPMA”’dır.
Allah’ın saptırdığını hidayet erdirebileceğini düşünen Başbakan Erdoğan, yaptırdığı yanlışın hesabını sormak isteyen yargıyı etkisiz kılacak yasalara kalkışması, milletin güvenliği ve istikbalini yok edici bir gaflettir.

Azılı düşman PKK sorununu Kürt sorunu olarak legalleştirip terörü meşrulaştırma gafletinde bulunan hükümet, muhalefet (MHP hariç) ve medya, yanlışlarını yasalarla oynayarak aşmaya çalışsalar da, hesap vermekten kaçabilmeleri mümkün değildir. Çünkü Allah, gizli kalınmış olanın da açığa çıkmış olanında hesabını mutlaka sorduracak ve soracaktır.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin koalisyon ortakları Bülent Ecevit ve Mesut Yılmaz’ın tuzağına düşerek Apo’nun idamını kaldırması misali Başbakan Erdoğan’da aynı tuzağın pençesindedir. Devlet Bahçeli’nin dinsiz ve insafsız PKK terörüne karşı zerre taviz vermeyerek işbirlikçilerine karşı dikleşmesi takdire şayandır. Ancak Engin Alan adındaki teröristi vekil yaptırma ihaneti ve sahiplenmeye devam etmesi, üzerinde kara bir leke olarak kalmaya devam etmektedir.
    
Başbakan Erdoğan, elini Özel Yetkili Mahkemelerin üzerinden derhal çekmeli, yeni bir düzenlemeye gidecek ise, yetkilerini daha da arttırmalıdır. Adaletin olmadığı bir düzende diktatörlük egemen olacağından, suçlu olan Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı da olsa mahkemenin karşısına çıkabilmelidir.

“Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır.” Hz. Muhammed (S.A.V)

İstanbul ile birlikte nice ülkeler ve krallıklar fethederek zalimleri püskürtüp dünyaya hükmeden Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, bir Rum mimarın şikâyeti üzerine hakkında isnat edilen suçla ilgili yargının gönderdiği celbe; acaba Başbakan Erdoğan gibi, “MİT Müsteşarımızın Başbakanın iznine tabi olmasına rağmen, bazı gazetelerde çıkan haberler sebebiyle çağrılmasıyla başlayan bir süreç. Bu kabul edilemez. Yargı yasayı bir kenara koyup yürütme alanına da girme gibi bir adımı atmış oldu. Hangi şartlarda MİT Müsteşarını çağırabileceğiniz belli... Bu çizmeyi aşan bir şey oldu. Eğer alacaksanız o zaman beni alın. Çünkü talimatı veren benim” meydan okuyuşuyla Kadı’nın başını vurmuş muydu?

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan üç sene sonra bugünkü Fatih semtine parası cebinden bir cami yaptırmaya karar verir.
Bizanslı Rum bir Mimarı görevlendirerek; Kubbe yüksekliğinin, yeni camiye çevrilmiş olan Ayasofya’dan daha fazla olması talimatını verir. Böylece Kubbeyi tutacak Bazalt sütunlarını da çok uzaklardan getirtir.
Rum mimar kendi dini uğruna bir bahane ile bu uzun sütunların boyunu Ayasofya’dan küçük kalacak şekilde kestirir.
Bunu tespit eden Fatih, Mimarı kusur ve ihmalden değil, ihanetten suçlayarak bir elini kestirir.
Mimar, evimin rızkını temin etmekten aciz kaldığı gerekçesiyle Fatih Sultan Mehmed’i mahkemeye vererek davacı olur.
Kadı; iki cihan sultanı Fatih’i mahkemeye celp eder. Vezir ve Sadrazam dâhil herkes şaşırmasına rağmen kimse itiraz edemez. Fatih, celbe uyup mahkemeye gelerek Kadı karşısında divana oturmaya yeltenince; Kadı “Beyim ayağa kalkın” der. Dünyayı titreten Fatih Sultan Mehmed, karşı koymaksızın itaat eder.
Kadı der ki: Sen bu adamın elini Padişahlık yetkine dayanarak kestiremezsin. Çünki yetkin yok. Buna hukuk karar vermeliydi. Bunun karşılığı, senin de elin kesilecek.
Mimar korkar ve üzülür. Onun davası ekmek davasıdır. Bunun üzerine Kadıya yalvarmaya başlar. Kadı, Rum mimara, bunu ancak senin razı olman durdurur der. Mimar Rum’dur ve Hıristiyan’dır. Kadı ve Fatih ise Türk ve Müslüman’dır. Mimar davadan vazgeçer. O zaman Kadı, Fatih’i, ömür boyu bu Rum Mimar ve ailesinin geçimlerini cebinden sağlamaya mahkûm eder.
Bu adalet şaheseri karşısında, Rum Mimar oracıkta Müslüman olur. Adını da Sinan olarak değiştirir. Sene 1457.

O yargıya kimse karışmadı, karışamadı, müdahale etmedi. İşte bu adaletten dolayı Osmanlı Türk devleti üç kıtada yüzyıllarca hüküm sürdü.

Evet, Sayın Başbakan! Demek ki yargı, iktidara hesap sorabilecek bir güçtedir. Eğer kendinizi Fatih Sultan Mehmed Hazretlerinden daha üstün ve dokunulmaz görmüyorsanız, yargıya teslim olunuz ve çıkarmayı düşündüğünüz hileli yasalarla adaleti doğramayınız. Padişah olmasına rağmen adalet karşısında dokunulmaz olmayan Fatih Sultan Mehmed ile kendinizi, vekillerinizi ve bürokratlarınızı bir kıyaslayınız!
MİT müsteşarıyla ilgili ifade ettiğiniz savcılık celbinin şartları yasalar doğrultusunda gerçekleşmemiş olsaydı, ne müsteşarınızın yargılanmasını Başbakanın iznine bağlayan düzenlemeye gider, ne de kökten önüne kesebilmek için Özel Yetkili Mahkemelerin yetki alanlarını kısıtlayıcı yasaya ihtiyaç duyardınız. Ayrıca suç işlediği halde, ifadenizle sizi veya cumhurbaşkanını alamayan yargı, adil bir hükümden uzaktır.

Benliğiniz ve ihtirasınızdan sıyrıldığınız an, çizmeyi aşanın yargı değil, bilakis kendiniz olduğunu kavrayacaksınız…

Bir toplumu çöküşten kurtaran ve yücelten ekonomi değil adalettir…

Hiç yorum yok: