25 Nisan 2010 Pazar

Önyargılı mühürlülerle uzlaşabilinir mi?

Einstein der ki “Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki peşin hükmü söküp atmak, atomu parçalamaktan daha zordur.”

İnsani düşünce, duygu ve muhakeme yetisini bitirip tüketen önyargı, sanıldığından çok daha korkunç virüssü bir egoistlik olup; tarafsızlığın, barışın, doğrunun, iyiliğin ve fedakârlığın yegâne düşmanıdır. Farklı düşünce, inanç, ırk ve ideolojilerin insani haklar temelinde uzlaşabilmesi, ancak yıkıcı benliği tanrılaştıran önyargıdan kopmalarıyla mümkündür. Dürüst ve adil olmayı asla sindiremeyen, derin inanç taşımayıp sadece kendi çıkarlarını gözetenlerin baskıcı kıskançlıkları ve ulaşmaya çalıştıkları tanrısal hedefleri her ne kadar akla, mantığa ve vicdana aykırılık teşkil etse de, kadersel mührün tartışılmaz bir gerçeğini kanıtladıkları ortadadır.

Üstün ve hür sandıkları akıllarıyla özgür iradeye sahip olduğunu zanneden özellikle eğitimli insanların düşünce, duygu ve makamlarıyla ortaya koyduğu yargılar, nasıl bencil birer sefil oldukları ve kendilerinden başka hiç kimseye yaşam ve iktidar hakkı tanımak istemedikleri, amaç ve davranışlarından anlaşılmaktadır. Aslında onlarla işbirliğine girişip uzlaşmak bir yana, müzakere bile beyhudedir. Çünkü isteseler de söz dinlemez ve doğruda buluşmaya yanaşmazlar. Bütün bu delillere rağmen yine de ibret alınamamakta, dolayısıyla yanlışsal felaketin peşinde koşulabilmektedir.

“Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?” Casiye. 23

Sözleri ile zihin ve kalplerinde sakladıkları niyetler restler de açığa çıkmakta, kökü olmayan pis bir ağaç misali yalpalanarak devrildikleri halde kölesel taraftarlarınca ayağa kaldırılabilinmektedirler. Toplumsal bir barış, eşitlik, hak ve adalet karşıtı benliklilerin yaldızlı sözleri, muhakeme edebilen idrak sahibi insanları değil aptal ve yığın olmakla aşağıladıkları tutsak köleleri etkilemekte, böylece odunsu varlıkların umut tacirlikleri devam edebilmektedir.

Milletimizi şoka sokan acımasız ve hain sakandalar, ideolojik ve ırkçı bölünmeler her gün yeni boyutlarla gelişmelerini sürdürürken, hala Anayasa Mahkemesi, HSYK, Parti Kapatma ve Askeri Yargı’da yapılmayı düşünülen Anayasa Değişikliğine karşı çıkılması; gerek CHP gerek MHP gerekse BDP’nin halkın eşitliğine, birlik ve beraberliğine ne denli hasım olduklarını belgelemekte, dolayısıyla yalnızca milletimizi değil tüm kardeş, komşu ve dost ülke insanlarını da güçsüzleştirip emperyalizmin esareti altına sokabilmektedir. Türkiye Halkı geçmişindeki bütünlüğe ulaşmamasına müteakiben ne Filistin’de ne Irak’ta ne Kafkasya’da ne de Afganistan’da akan kanlar durdurulabilir, eşkıyaların hüküm sürdüğü dünyada ne huzur ve güvene ne bağımsızlığa ne de refah bir hayata kavuşulabilir.

Türkiye’de güçlü bir bütünlük tesis edilmez, hak ve adalet sağlanmaz ise; bölgede ve dünyada caydırıcı bir söz sahipliği mümkün olamaz, bir avuç İsrail’in hegemonyasından kurtulunamaz. Hem bölgedeki barış, hem ekonomik kalkınma, hem bağımsızlık, hem de refah ve güvenli bir hayat, ancak Türkiye’deki istikrara odaklıdır. Ancak ülkemizdeki kutuplaşma ve fitne öyle cehennemsi ki, her an bir iç savaşın doğabilmesi vahiy ve fizik kanunlarının kaçınılmaz bir gereğidir.

İdeolojik ve ırkçı bir devlet ile farklı inanç ve etnik köklü milletin birbirini yok etmeye yemin etmişçesine iktidar savaşı verdiği bir ülkede işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, ayırımcılık, adaletsizlik ve gaddarca işlenen suçlar önlenebilinir mi? Önce eşit bir hukuk ve adalet, birlik ve beraberlik, sevgi ve saygı, tahammül ve sabır, yardım ve dayanışma dirlik kazandırıp motivasyonu körükleyeceğinden, aşılması zor görülen tüm sorunlar kolayca giderilir. Önce adalet, tekrar adalet, bir daha adalet…

İnsani değerler yerde sürünürken, adalet ayaklar altına alınmışken, putperestlik ve din-dışı ideolojiler çağdaşlık makyajıyla tavan yapmışken, insanlar inanç ve ırklarından dolayı aşağılanırken, suçlar meşrulaştırılmışken; anayasa değişikliğine tepki gösteren statükocu Baykal ve Bahçeli, nasıl oluyor da işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk argümanlarını işleyebiliyorlar? Allah aşkına! Bu sefil oportünistçilerin kısmi de olsa halkın egemenliğini ve eşit adaleti sağlayacak değişikliği engelleyebilme çabalarına kanabilecek kadar aptal mıyız?

Parti üyeleri arasında insan gibi muhakeme edebilen ve hissedebilen insanlar yok mu ki, kendilerini ve halkını amansız diktatörlerin hışmından kurtarabilecek değişiklik aleyhine ahkâm kesebilen işbirlikçi liderlerine destek sağlayabiliyorlar?

Her şeyi en iyi bilen bilge tavırlarıyla Anayasa Değişiklik paketini ya meclisteki entrikalarla geciktirmekte ya da AYM tehdidiyle iptal edilebilmesi için gizli pazarlık ve faaliyetlere koyulabilmektedirler. Eğer halkın iradesine güvenip saygı duysalardı, halkın kararını engelleyici bir girişimde bulunmaz, şartsız ve oyunsuz teslim olurlardı. Ne var ki tüm bu gelişmelere rağmen güvenmedikleri halktan oy alabilmekte, harami ve ihanetsel temsilciliklerini sürdürebilmektedirler. Onların güvenmediği halkın onlara oy verebilmesini de takdirlerinize bırakıyorum. Referanduma hayır, seçime evet!

Söz konusu anayasa değişikliğiyle ilgili maddeleri Ak Parti Hükümetinin hazırlamasına karşı çıkan sefillere sorum odur ki; madem halkın seçtiği meşru bir hükümetin anayasa düzenlemesini sindiremeyerek bu kadar tepki gösteriyorlar; neden devletimiz Osmanlının anayasasını reddedip, 538 ve 544 yıllarındaki Justinyen Yasalarını, Roma Hukukunu, Fransız ve İsviçre Kanunlarını kutsal bir rehber edindiler? Ayrıca, Yaratıcı Allah’ın yasalarını çağdışı ve gerici addedip, neden daha önceki Justinyen Yasalarını ilerici, aydınlatıcı, düzen ve adalet sağlayıcı bir hukuk yaptılar? Ne var ki aydınlıktan korkanlar, karanlıktan korkan çocuklardan çok daha zavallıdırlar.

Dün gece meclisi izlediğimde; muhalefetin gerekçelerine ve manipülasyonsal argümanlarına öyle hayret ettim ki, onları seçenin bu millet olamayacağı sorgusu içinde düşünürken, hatırıma uyuşturucudan yakalanan sözde gönüllerin kralı ve ülkemizin sanat elçisi Tarkan hayranlarının “Türkiye seninle gurur duyuyor” gösterileri geldi.

Uyuşturucu kullandığı ve pazarladığı deşifre olan bir suçludan hayranları gurur duyabiliyorsa; neden Deniz Baykal, Devlet Bahçeli ve Abdullah Öcalan’dan gurur duyulmasın ve kurtarıcı bellenmesin?

Müslüman kimlik ve düşüncesinden dolayı hükümete karşı düzenledikleri ihanetsel sözde cumhuriyet mitinglerinin tertipsel bayraktarları CHP, MHP ve PKK; sanırım yine bir araya gelerek Anayasa Değişikliğine karşı miting düzenler, hapisteki Ergenekon, Kafes, Balyoz gibi darbeci terörist taşeronlarının bıraktıkları yerden devam ederler. Totaliter devlete egemen CHP ve MHP, anıtkabire yürüyüş düzenleyip şikâyetlerini Atatürk’e dile getirirlerken, PKK’lı BDP’de Apo’nun huzuruna çıkıp tekmil getirirler.

O gün ADD’li, ÇYDD’li PKK’lı ve kurtçu ülkücü yığınların mitinglerdeki “Namaz kılan gençler istemiyoruz, Türkiye laiktir (dinsizdir ) laik (dinsiz) kalacak, İslâm’a geçit yok” sloganları, referandum kaygılarından dolayı anayasa değişikliğiyle ilgili düzenleyecekleri mitinglerde söylenmeyeceklerini düşünüyorum. Silahlı darbeyle başaramadıklarını yargı darbesiyle aşabilecekleri hesabını yapan Tapınak Şövalyeleri, bakalım Anayasa Mahkemesiyle referandumu engelleyebilecekler mi?

Herkes ikrar etmelidir ki ülkede tek bir diktatörlük vardır, o da Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin diktatörlüğüdür. Muhalefet, silahlı ve cübbeli oligarşi ve yandaş terör gruplarının mücadeleleri de söz konusu insafsız diktatörlüğün yıkılacak ve halkın yetkili kılınacak olmasıdır.
Artık alışılagelen “İrtica geliyor, din eğitimi yapılıyor, laiklik elden gidiyor, Cumhuriyet tehlikede, Cumhuriyetin anlayışıyla oynuyorlar, Atatürk ilke ve inkılâplarını tahrip ediyorlar” propagandasının yerini dini açılımlar almış, vahiy, vicdan ve adalet düşmanı ve halk cellâdı Deniz Baykal, Kutlu Doğum Haftasını kutlayarak inanmadığı ve hakaret ettiği Hz. Muhammed (SAV)’e saygılarını sunabilmiştir. Ne gariptir ki gerek yüksek yargı gerekse Genelkurmay da bu söylemleri kullanmaktan özenle kaçınmaktadır.

“Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” düşüncesinin ucube aydınları, üstün yaratılmış insanı alçak yaratıklara dönüştürerek, doğrudan ve bağımsızlıktan uzaklaştırmış, yalana, isyana, teröre ve kötüye ulaştırabilmişlerdir. Böylece sinsi Baykal, Bahçeli ve Öcalan’a duyulan ilgili ve kayıtsız teslimiyet, maalesef ayrılığı ve lâneti daha da derinleştirmiştir.

Müslüman milletimizi kuşatıp işgal edenlerle adil bir uzlaşmaya gidebilmenin imkânsızlığı, dün olmadığı gibi bugünde, gelecekte de söz konusu değildir. Çünkü hak ile batıl ya da doğru ile yanlış bir arada barınamaz, kuduruk statükonun herhangi bir yetkiyi halka devretmesi umulamaz. Nefsi çıkarlardan arınmamış bir önyargıdan iyilik değil ancak kötülük yahut barış değil savaş beklenir…

Sekülerizm veya Nihilizm felsefesi güdenlerden insani bir vicdan, barışçıl bir uzlaşma, adil bir paylaşım ve tarafsız bir adaletin mukim kılınabilmesi söz konusu değildir.

Ha onlarla uzlaştınız, ha şeytanla…

Yaratıcısına asi bir kimse, kendi kendinin ışığı olamadığından şeytanın karanlığını ışık zanneder. Ancak gerçeği ışık edinenler hem bu dünyada hem de ahrette kurtulanlardır.

Meclisteki tartışmaları dahi maskelerinin altındaki çirkinliklerini aydınlatmaya yeterlidir…

Hiç yorum yok: