2 Nisan 2009 Perşembe

Bir Köle ve Bir Fahişe

Seçimlerdeki tablo öylesine ürkütücü ve umutları yok edici ki, referansları fevkalade berbat olan CHP, MHP, DTP ve SP kurtarıcı addedilerek felâketsel o geçmişe doğru bir talep belirmesi, şüphesiz kadersel lânetten başka bir şey değildir. Kıyası dahi muhakeme etmekten kifayetsiz toplumumuzun kamikaze kararları, nedenlere gerekli cevaptır. AKP’den duyulan rahatsızlıkları ve şikayetleri, bednamların giderebileceğini düşünerek, sanılan ışığın aslında cehennemin ateşi olabileceği gerçeği, ne acıdır ki kütüklerce fark edilememekte ve edilemeyecektir de…

Çünkü lanet, vurulmuş mührün açılmasına fırsat vermemektedir. Aksi, ancak cesaret vaadeden içlerinden birine yoğunlaşılıp adam edilmeye çalışılabilirdi. Tıpkı Tarık Bin Ziyad'ın askerlerini, İmparatorice Theodara'nın İmparator Justinianos'u motive etmesi misali...

Kolay olan şikayet ve isyan etmektense, neden meşakkatli olan yardım ve desteği seçelim ki...

Günümüzün peşlerine düşülerek tanrılaştırılan habis ve sefil liderlerin sanal gösterileri toplumları öylesine kör ve sağır etmektedir ki; geçmişin onurlu, dirayetli, kararlı ve cesur önderlerin haksızlığa, onura ve adalete karşı verdikleri ölümüne mücadelelerle halklarına ve insanoğluna tattırdıkları değer, şeref ve zaferler referans alınmamakta, dolayısıyla hak etmeyenlere tapılırcasına gösterilen olağanüstü güven ve itibar, her türlü kötülüğü yaygınlaştırmakta, sömürü ve adaletsizlikleri meşrulaştırmaktadır.

Her ne kadar imani kıyas mevzubahis değilse de, geçmişi bir köle olan Endülüs Fatihi Tarık Bin Ziyad ile bir fahişe olan Bizans İmparatoriçesi Theodora’nın birbirlerinden farklı kadersel çizgileri, liderliğin şan, soy, para, mektep ve şakşakçı yığınlarla değil, acı, inanç, iman ve yürekle elde edilebilineceğini ortaya koymaktadırlar. Tarihi bir inceleyin de; doğuştan, ölüme mahkûm olunduğu gerçeğini kabul etmeyerek bedel ödemekten kaçınan günün pespaye materyalistlerin nasıl birer hiç olduklarını anlayın.

Tarık Bin Ziyad, Kuzey Afrika ülkelerinden Fas’ta ki Berberiler kavminden olup, bir kölenin oğluydu. Adı bir boğaza (Cebelitarık) ve dağa (Tarık Dağı) verilen Bin Ziyad, dokuz bin kişilik ordusuyla bugünkü Cebelitarık boğazını geçerek İspanya topraklarına girmiş ve 800 yıl sürecek Endülüs İslâm devletinin temellerini atmıştı. Dünyayı kasıp kavuran şeytanlara meydan okuyan bir avuç ordusunu gemilere bindirerek Güney İspanya sahillerine çıkaran Tarık Bin Ziyad, karşısında 100 bin kişilik azılı barbar Gotlara karşı müthiş bir savaşa girişmişti. O dönemde, o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan ve Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkarak Roma’yı yağmalayan Batı Gotlar (Vizigotlar) adlı vahşi bir krallık hüküm sürmekteydi. Tıpkı günümüzün ABD ve İsrail’i misali! Gotlar da onlar gibi insanlığı mahvetmekteydi. Ancak günümüzde, geçmişin imanlı ve erdemli cesur Fatihleri ve erdemli orduları bulunmadığı, toplumlar da insanlıklarından çıktığı için, modern barbarların egemenlikleri sürebilmektedir.

Tarık Bin Ziyad, düşman askerlerinin gücü ve sayısal çokluğu karşısında askerlerinin endişeye kapılıp geri çekilebilir kuşkusuyla tüm gemilerini yaktı. Düşman hem çok güçlü, hem çok kalabalık, hem de her türlü lojistik ve askeri desteği alabilecekleri ve de kolaylıkla savunabilecekleri kendi topraklarındaydı.

Tarık, askerlerine şöyle seslendi:
"Askerlerim! Görüyorsunuz ki, arkanız deniz, önünüz düşman ve kaçacak hiçbir yeriniz yok. Artık bizim için geri dönüş yoktur. Direnmekten başka hiçbir şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Vallahi sabır ve sebattan başka yapacağınız bir şey de yok. Vekil ve destek olarak Allah size yeter. Yine iyi biliniz ki, eğer şu zorluklara biraz sabrederseniz daha müreffeh bir hayata kavuşursunuz. En ucuz malın can olduğu bu pazara sadece sizi sürmüyor, önce bizzat kendi canımdan başlıyorum. Ben düşmana hücum ediyorum, sizde arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem, zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın."

Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine, yeryüzünün gelmiş geçmiş nadir cesur liderlerinden biri olan Tarık, tekrar askerlerine dönerek:
“Kahramanlar, nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Şehitlikten daha üstün bir şeref ve izzet var mı? Unuttunuz mu önünüz düşman arkanız denizdir: Bana bakınız ve ben ne yaparsam sizde onu yapınız.” diyerek, Yüce Yaratıcısına sığınıp ölümüne bir hamleyle düşmana atılıp, barbar sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında rahat ve zaferinden emin bir vakurla oturan Kral Rodrik’i karşısında bulan Tarık, derhal hasmı olan kralı tek bir vuruş darbesiyle öldürdü. Yenilmez ve yıkılmaz tanrı belledikleri o muhteşem krallarının kanlar içindeki cansız bedenini gören gaddar Vizigot ordusu, Allah’ın kalplerine saldığı korku ve dehşetle öyle etkilendiler ki, paniğe kapılarak kaçışmaya başlayıp, darmadağın oldular.

Yaratıcısının lütfüne ulaşarak imanı sayesinde kahramanlıkla payelenen ünlü komutan Tarık, düşmanını kovalayarak Vizigotların başkenti olan Toledo kentini de alarak, Avrupa’yı titreten 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yerle bir ederek, tarihin karanlık sayfalarına gömdü. Bundan sonra 800 yıl sürecek olan muhteşem İslâm uygarlığı dönemi başlamış, Hıristiyan, Yahudi ve diğer inanç ve etnik sahibi topluluklar, İslam’ın insanı yücelten, hakkı ve adaleti bahşeden düzeniyle huzur, güven ve barış içinde yaşamaya başlayarak kalkındılar. Gotlar gibi yüzlerce şeytanı yeryüzünden silerek iyiliği muhkem kılan insanlar, aslında ABD, İsrail ve benzerlerini de yok edebilecek güçtedirler. Ancak dünyada insan kalmayıp, topyekûn şeytanlaşıldığından vahşet devam etmekte, kanlı paraların keyfi sürülebilmektedir.

İman ve idealle Allah yolunda cihad ederek Endülüs’ü (İspanya) fetheden Müslümanların orada tesis ettikleri medeniyeti Fransız sosyolog Le Bon şöyle değerlendirmektedir: "Müslümanlar Endülüs’e büyük bir medeniyet mesajı ile girdiler. En az bir asır ölü araziyi verimli hale getirmek, harabe haldeki şehirleri imar etmek, görkemli binalar yapmak ve ticareti geliştirmek için uğraşıp durdular. Bunu başardıktan sonra da ilmî ve edebî çalışmalara, Yunanca ve Latince eserlerin tercümesine ve uzun zaman Avrupa’da kültürün kaynağı ve beşiği olacak olan üniversitelerin inşasına yöneldiler. Birkaç asır zarfında İspanya’yı ekonomik ve kültürel yönden geliştirmeyi başardılar. Onu bütün Avrupalı milletlerin çok ilerisinde bir medeniyet seviyesine ulaştırdılar. Cemiyetin ahlâki karakterleri üzerinde de son derece müessir oldular. Onlara insanlığın ve milletlerin görebileceği en kıymetli müsamaha anlayışı ile muamele ettiler. Bu yüce müsamahadan başka, örnek bir davranışla zayıflara acıyor, mağluplara şefkatle muamele ediyor ve onların problemleriyle yakından ilgileniyorlardı.”

Dâhili ve harici haçlıların ittifak içinde “İrtica ve Terör” adına İslam’a karşı hunharca sürdürdükleri baskı, şiddet ve katliamdaki amacın, kanıtlarıyla da anlaşılacağı üzere; insanlığı, ahlâkı, merhameti, hürriyeti, kalkınmayı, paylaşımı, eşitliği, barışı, hakkı ve adaleti elimine etmek ve şeytanı iktidar kılmaktır. Gerek liderlerin, gerekse toplumların iğrenççe yozlaşarak, ne düğü belirsiz süslü yaratıklara dönüşmelerinden fazilet ve erdemlik silinmiş, çağdaşlık adına materyalizm egemen kılınarak insani değerler bitirilmiştir. Bugüne kadar bencil hiçbir korkağın ve fırsatçının bir zaferi, keşfi, başarısı, ilmi ve kahramanlığı vaki olmamıştır. Lideri lider, kâşifi kâşif, milleti de millet yapan ahlâk, inanç, adalet ve cesarettir. Bu kıymetlere sahip kimseler dünyaya hükmetmiş, buluşlar gerçekleştirmiş ve lâyık oldukları yüceliğe ulaşarak gelecek kuşaklara rehber olmuşlardır. Bu liderler; başarılarını, zaferlerini ve kahramanlıklarını günümüz sahtekârları gibi yalanlar, şovlar, taklitler, riyakârlıklar, korkaklıklar, hırsızlıklar, pazarlıklar ve ihanetlerle değil, vücutlarına saplanan oklarla, süngülerle, kılıç darbeleriyle, mermilerle, toplarla, acı çekerek, işkenceler görerek, felâketler yaşayarak, mücadele ederek, zindanı veya idamı şeref addedip kötülüğe meydan okuyarak elde etmişlerdir.

Kaçmamışlar kovalamışlar, satmamışlar fethetmişler, korkmamışlar savaşmışlar, susmamışlar haykırmışlar, sömürmemişler yardım etmişler, yağmalamamışlar imarlaştırmışlar, zulmetmemişler müsamaha göstermişler, izlememişler müdahale etmişler, karşılarındakinin gücü ve sayısı ne olursa olsun insanlıktan asla taviz vermeyerek çıkar uğruna haksızlıkları seyretmemişler, sahiplenmemişler ve adalet adına gerekeni yapmanın sorumluluğuyla örnek olmuşlardır.

Örneğin Tarık Bin Ziyad’ın çok zor şartlar altında denizler aşarak ta Afrika’dan Avrupa’ya gerçekleştirdiği çıkartma, Batılıların açık itiraflarıyla da Avrupa’yı şeytan iktidarlardan ve barbarlıktan kurtararak medenileştirmek, insanlaştırmak, hakkın ve adaletin ne olduğunu sözle değil, bilfiil tatbik ederek yerleştirebilmek içindi. Ancak batılıların fıtratsal lanetleri onları adam etmemiş ve kuduran benliklerini dizginleyememiştir. İnsani hiçbir değer ve vicdan taşımayan ABD ve haçlı ittifakı; sömürebilmek maksadıyla saldırdıkları toplumları taş üstünde taş kalmaksızın ve tek bir canlı bırakmaksızın katletmekte, kendi düşünce ve inançta olmayanlara soykırımı bir hak telakki etmektedirler. Tarihin hiçbir dönemimde böylesi bir şeytanlığı hayata geçirmiş tek bir İslam devletine rastlanılmadığı gibi, zulmettikleri kendi halklarını dahi Müslümanlar kurtararak nefes aldırmış ve seferler sırf bu amaçla yapılmıştır.

Savunma paranoyasıyla aşağılayıcı politikalar güden içe kapanık ürkek ülkeler, güçlü ve koruyucu sandıkları şer yabancılara sığınarak ayakta kalabileceklerini düşünürler, kendilerini tehdit eden ve insanlarını öldüren terörist grupları bile sindirip bertaraf edememenin acziyeti içinde yardım dilenirler. Oysa kaçışın asla bir güven değil bilakis bir bitiş ve yıkım olduğu tarihsel tecrübelerle sabittir. Tıpkı Türkiye gibi, ABD’nin, hatta Kuzey Kuzey Kürt iktidarının önünde diz çökerek, “Ne olur bize yardım edin, PKK’dan bizi kurtarın” yakarışları, o devleti devlet, askeri asker, milleti millet olmaktan çıkarır ve halkını da yerin dibine sokturur.

Öyle şiir, marş ve nutuklarla, laiklik ve Atatürkçülükle, bayrak büyüklükleriyle ve fiiliyatta caydırıcılığı olmayan balondan farksız gövde gösterileriyle hayatta kalınabileceğini, tehlikelerden sakınılabileceğini ve varlığın sürdürebileceğini düşünen ahmaklar yüzünden mücadelesiz teslim oluyor ve şeytana galebe çaldırılmıyor muyuz?

Hayatta öyle değerler vardır ki her neye mal olursa olsun asla dokundurulmamalıdır. İmanı ve cesareti olmayan bir insan, ne deha, ne bilge, ne adil, ne kahraman, ne de lider olabilir. Her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış liderleri olmayan toplumlar, zillet içinde yaşamaya, müstemleke olmaya, yenilmeye, hor ve hakir kalmaya mecburdurlar. Zaten liderler, toplumların aynası değiller midir? Bu sebeple fırsatçı veya zalim hükümetleri iktidara taşıyan toplumlar, onlar kadar sorumludur ve her türlü cezayı hak etmektedirler.

Bugünün sözde mazileri temiz, soylu referansları güçlü, akademik kariyerleri ve unvanları şaşalı, ancak bedel ödemekten korkarak hakkı ve adaleti ayakta tutmaktan yoksun hamiyetsiz liderleriyle, dünün geçmişi fahişe, ancak inancı ve cesaretiyle halkına ve iktidarına siper olan korkusuz imparatoriçesini bir kıyaslayalım.

Bizans İmparatoriçesi Theodora, yabani hayvan bakımı ile uğraşan Kıbrıslı bir babanın üç kızından biri ve yoksul bir ailenin çocuğuydu. Babası küçük yaşta ölmüş ve annesi başka birisi ile evlenmişti. Üvey baba işsizdi ve çocuklar küçük yaşta para kazanmak zorunda bırakılmıştı. Anne, fakirlikten aralarında Theodora da olmak üzere kızlarını sokaklarda dilendiriyordu. Daha sonra Theodora, bir tiyatroda pandomima yaparak, soytarı rollerine çıkmaya başladı. İlerleyen zaman içinde güzelleşmiş ve güzelliği dillerde dolaşmaya başlayınca cinselliğini kullanarak fahişeliğe başlamıştı. Zamanla adi yaşamından sıkılıp, kendince mutlu bir yuva kurabilmek maksadıyla gittiği İskenderiye’de uygunsuz davranışları nedeniyle, herkes tarafından dışlanarak ve horlanarak yoksul ve yüzüstü bırakılmıştı. Tekrar memleketine döndüğünde kendini değiştirebilmek için çaba sarf etmekte ve çekidüzen vermeye çalışmaktaydı. Kaderin değiştirilemez ve engellenemez yazgısıyla İmparator Justinianos, Theodora’yı görüp bir anda delicesine aşık olmuş ve ondan başka hiçbir kadına ilgi göstermeyerek, kalbi onun ateşiyle kavrulmaya başlamıştı.

O dönemlerde yasalar üst düzey yetkililerin geçmişi uygunsuz fahişe kadınlarla evlenmelerini kesinlikle yasaklamaktaydı. Ancak Theodora’sız yaşayamayacağını anlayan Justinianos, bir yasa çıkararak söz konusu yasağı kaldırdı ve onunla evlendi.

Evlenmeden önceki fahişeliğine karşın Theodora, tahta geçer geçmez kaderin programı doğrultusunda ani bir dönüşümle bir İmparatoriçenin görev bilincine çabucak varmış ve kendisinden hiç beklenmeyen davranışlar sergilemeye başlamıştı. Kötü yollara düşen kadınlar için bir sarayı manastır haline getirmiş, sokaklardan toplattığı beş yüz kadının ücretsiz olarak burada hayatlarını doğru bir biçimde sürdürmelerini sağlamış, hastane, kilise ve dini yapılara büyük parasal yardımlarda bulunmuştu. Evliliğinden kısa bir süre sonra İstanbul’da M.S. 532 yılı Ocak ayında "Nika" (zafer) adında İmparatorluğu yerle bir edecek büyük bir isyan patlamış, arasında hastaneler, imparatorluk sarayı ve Ayasofya’nın da bulunduğu güzel yapılar alevler içinde bırakılmış, hapishaneler boşaltılarak azgın suçlular dışarı salıverilmiş, hatta idamlık bir suçlu, İmparator bile ilan edilmişti. Sözde soylu ve eğitimli İmparator Justinianos, paniğe kapılıp öldürülme ve servetini kaybetme korkusuyla çarçabuk kaçmayı düşünürken, fahişe diye aşağılanan eğitimsiz Theodora ise, ölümüne mücadele ederek isyanı bastırma taraftarıydı.

İmparatora şöyle dedi. "Başka hiçbir ümit kalmasa bile ben yine kaçmaktan nefret ederim. Hepimiz doğuştan ölüme mahkûm bulunuyoruz. Ne var ki başlarında taç taşıyanlar, saygınlıklarını ve güçlülüklerini yitirdikten sonra yaşamamalıdır. Tek bir gün bile, kimsenin beni taçsız ve erguvansız olarak görmemesi için Tanrı’ya yalvarıyorum. Beni kraliçe adıyla selamlamanın sona erdiği gün yaşam ışığım sönmüş olmalıdır. İmparator! Kaçmaya karar verdiyseniz, hazineler sizindir. İşte deniz, işte gemileriniz! Ama can kaygısının sizi sefalet içinde bir yaşama ve aşağılık koşullarda bir ölüme uğratmasından korkunuz."

Theodora’nın, her nerede ve hangi şartlarda olursa olsun ölümden kurtulunamayacağı bilinciyle bedel ödemeye hazır korkusuz ve kararlı çıkışı, Justinianos’a cesaret vermiş ve askerleri komuta ettirerek, tarihin en korkunç ve yıkıcı isyanını bastırmasına ve tahtın güvence altına alınmasına neden olmuştu. Yaşamı boyunca İmparator Justinianos’un yanında yer almış olan Theodora, evliliğinin yirmidördüncü yılında kanserden ölmüştü. En soylu kadınlarla evlenebilecek olan İmparator, eskiden fahişe olan ama evlendikten sonra erdemli yaşayan bu ilkeli ve cesur kadının ardından kanlı gözyaşları dökmüştü.

Bu sebeple, kişinin iyi veya kötü geçmişi değil, o anı önemsenmeli, benlikçi ve kompleksli referanslar yanıltmamalıdır. Kadersel yazgının akışı içinde baş gösteren keskin dönüşler, maalesef büyük bir çoğunluk tarafından anlaşılmamakta, güven duyulmamaktadır. Şeytanın, lanetlenmeden önceki cennetteki varlığı nasıl rehber alınabilecek bir ölçü değil ise, iyi veya kötülükle şöhretleşmiş olanlara da önyargıyla bakılmamalıdır. Namuslusunun en namussuz, inançlının en münafık, dürüstünün en sahtekâr, eğiticinin en cahil, merhametlinin en gaddar, güvenilenin en hain olduğu öyle bir kadersel evrede yaşıyoruz ki, kimin gerçekte kim olduğu ürpertici olaylarla fark edilebiliyor, ama yine de ders alınamayarak ilahsal mührün kilidinden kurtulamayıp, başkalaşımı çözemiyoruz.

Yaratıcı’ya karşı benliğini yücelten yaratıkların doğruyu ve iyiyi lağvetmelerinden lânetlenen insanoğlu, her türlü belâya müstahak olmakta, güç, tecrübe ve bilgileriyle sürünebilmektedirler. Hakkın, adaletin ve merhametin olmadığı bir dünyada taşların yerine oturabilmesi, kabaran öfkenin sönebilmesi, biriken enerjinin açığa çıkabilmesi ve evrenin sakinleşebilmesi için felâketler oluşmakta, kötülükler hiç kimsenin yakasını bırakmamaktadır. Allah’a karşı aklı ve kadere karşı iradeyi üstün tutmaya çalışanların olaylardaki çıkmazlığı ve çaresizliği, yine de inat ve ısrarlarından vazgeçmelerine yeterli olmamakta, kötülük daha da derinleşerek ve yaygınlaşarak insanoğlunun tamamını sarmaktadır.

Geçmiş örnekler apaçık ortadayken; lider diye bağırlara basılıp başa taç edinen insafsız yalancılar gömülmedikçe, iyilik, barış, huzur ve güvene kavuşabilmek mümkün olmayacaktır. İnsanlar kendilerini ne kadar saf, masum, temiz ve günahsız addetseler ve hiçbir kötülüğe karışmamış olsalar da, dayanıp ardına takılarak yetki verdikleri liderler, hak ettiklerini bulmalarına yeterli nedendir.

Unutulmamalıdır ki insanlığın yüzkarası onursuzlar, kendileri olmak yerine, hep menfaatlerinin ve yabancıların bir parçası olmak isterler, cesarete değil korkaklığa, vahye değil fiziğe, ruha değil maddeye, Yaratıcı’ya değil yaratığa, erdemliğe değil, görselliğe güven duyarlar. Ölmek veya kaybetmek duygusuyla özdeşleşmiş kibirli yaratıklar, alçak bir süslü hayat sürmeye mahkûmdurlar. İşte liderler, işte toplumlar! Öyleyse neden şikâyet ediyorlar?

“De ki: Kim sapıklıkta ise, çok merhametli olan Allah ona mühlet verir. Nihayet kendilerine vadolunan şeyi, ya azabı veya kıyameti gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve topluluğu daha zayıf olanın kim olduğunu çok geçmeden görecekler.” Meryem. 75

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki biz onlardan öncekilerini de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”
Ankebut. 2

“Siz ne yeryüzünde ne de gökte Allah’ı aciz bırakamazsınız. Allah’tan başka bir dost ve yardımcıda bulamazsınız.” Ankebut. 22

“Sen ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.” Furkan. 58

“Andolsun ki biz Kur’an’da insanlar için her çeşit misale yer vermişizdir. İşte hakkı tanımayanların kalplerini Allah böylece mühürler.”
Rum. 58-59

Hiç yorum yok: