12 Nisan 2009 Pazar

Bir rüya gördüm…

Öncelikle rüyalarla ilgili yapılan yorumlar her ne kadar vahiysel ve bilimsel öğelere dayandırılsa da tamamen hilaf olduğu, Hz. Yusuf peygambere verilen rüya ile ilgili tabirlerin bir mucize ve bir peygamber olmasından ötürü seçilmişe tanınan bir ayrıcalık olduğunun altını çizmek isterim. Rüya, görsel bir düşünce, uyku halindeyken ortaya çıkan tinsel bir ürün olarak tanımlasak da, her halükarda mutlak kontrolün Yaratıcı’da olduğunu kanıtlayan ve iradeyi bertaraf eden kaderin bir başka yansımasıdır. Ancak, tıpkı düşünce ve teoriler gibi ilerisi için bir haber yahut bir yaptırımı olup olmadığı, tıpkı düşünceler misali o rüyaları aksettiren Yaratıcı Allah’ın bir takdiridir, dolaysıyla gelecekteki akıbetlerin bilinebilmesi de mümkün değildir.

Bu gece öyle bir kâbusun pençesindeydim ki; korkmamak, irkilmemek ve aklı yitirmemek elde değildi. Gökyüzünden yağan ve yeraltından çıkan yılanların arasında çığlıklar atarak kaçıp kurtulmaya çalışan insanlar, çırpınarak yılanlarca boğulmakta ve yutularak kaybolmakta, yeryüzü ve gökyüzünü tarif edilemez irilikte ve korkunç görüntülerde yılanların istila etmesiyle tek bir insan, bina ve eşya kalmayıp, denizler dahil her yeri kaplayan yılanlardan başka hiçbir şeyin var olmadığını gördüm.

Alacalı ve dikenli ejderhası bir yılanın beni yutmasıyla insanların birbirlerini öldürmelerini, en vahşi akıl almaz işkenceler yaparken acı çektiklerini, kanlar içinde vücutlarından kopan başların ürkütücü sesler çıkararak konuştuklarını, başsız bedenlerin koşuştuğunu izledim. Böylesi bir dehşete şahit olmamın ürpertisiyle kaçmak istedim ama kaçıp saklanacak hiçbir yer bulamadım. Aklıma; ne eşim, ne çocuklarım, ne kardeşlerim, ne servetim, ne de dostlarım gelmemekte, bu dehşetten nasıl kurutulabilmemin hesabını yaparak, sığınabileceğim güvenli bir yer bulabilmenin ütopik arayışıyla, kökü olmayan pis bir ağaçtan farksız durumdaydım. Çünkü dehşet her yeri sarmış ve her yaratık birbirine saldırıp parçalayarak, yeryüzünde tek bir canlı kalmaksızın yaşamı sonlandırmaya hedeflenmişlerdi. Ne gariptir ki hiç kimse ölmüyor; geriye tek bir kol, bacak veya bir beden parçası kalmış olsa bile, o canlılığından ve hareketinden hiçbir şey kaybetmiyordu.

Her canlı mutasyona uğrayarak acayip yaratıklara dönüşmüş, mezarlara dahi saldırıp açarak, ölüleri dışarı çıkarmalarıyla onları kendi gibi mahlûkatlara dönüştürmeleri de apayrı bir fecaatti. Ölülerin canavarlara dönüşerek dirilmeleri öyle korkunçtu ki, izah edebilecek kelime bulmakta yetersiz kalıyor, hâlâ hafızam ve dilim tutulmuş bir halde etkisinden kurtulamayıp, sadece hatırladıklarımı yazmaya çalışıyorum. Gerçekten bu rüyanın gerçekleşebilmesi mümkün olabilir mi?

Dünyaca ünlü Venedikli seyyah Marco Polo, 25 senelik Doğu seferinden döndüğünde, yazdığı seyahatnameye hiç kimse inanmamış, ölüm yatağındayken arkadaşları ona; bizzat görüp yazdığı felaketlerle ilgili seyahatnamesindeki olayların yalan olduğunu itiraf etmesini istemeleri üzerine; o, “Gördüklerimin yarısını yazmadım” demişti.

Dünya yaratıldığından bugüne kadar meydana gelen kısmi felaketler ve yeryüzünün tamamıyla yerle bir oluşuyla ilgili dehşetler, gelecek nesillere ibret olması hasebiyle geride kalıntılar bırakmasına rağmen, ne garaiptir ki pek çok kimse tarafından inandırıcı bulunmamış, sözde yaratıcı, güçlü, egemen ve özgür irade sahibi insanın, böylesi bir sonla karşı karşıya kalabileceğine ihtimal verilmemiştir.

Benlik, öylesine derin ve sinsi bir felakettir ki, azdıkça kötülükleri ve belaları arttırmakta, zihinsel ve duygusal faaliyetleri durdurarak muhakemeyi yitirtmekte, gerçekleştiremediği ve ulaşamayacağı düşünce ve hayalleri gerçekmiş gibi hissettirmektedir. Bu yüzden doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve Yaratıcıyı yaratılandan ayıramayarak paradoks davranışlar gösterebilmekte, inat ve ısrarla “Mutlak İrade”’ye meydan okuyup, tüm bilgi ve tecrübelerine karşın üstün gelebileceğini zannederek, sağlıklı bir akıl ve düşünebilen bir mantıkla idrak edemediklerini ortaya koymaktadırlar.

Zaman dilimlerinde meydana gelen ve bilinen silici felaketlerin korkunç sonları, nasıl olur da insan gibi güya düşünebilen ve sorgulayabilen üstün bir yaratığa ders olamamaktadır?

Cehennemin dünya uzantısı yanardağlardan fışkıran eritici alevli lâvların gökyüzüne kadar yükselmesi, küllerin yavaşça yayılıp güneşi örtüp dünyayı karanlıklara boğarak gökleri karartması, dünyanın soğuyup tükürüğün yere düşmeden havada donması, şimşeklerin çarpışması, kasırgaların insanları, hayvanları, tekneleri, ağaçları ve evleri uçurması, hortumların yerde hiçbir şey bırakmaksızın bulduğu her şeyi gökyüzüne savurarak dehşet saçması, hayali bile insanı ürküten büyük depremlerin yerleri sarsarak, canlı cansız ne var varsa her şeyi yutması… Bütün okyanuslar karaya binerek, dağları yutacak büyüklükteki dalgaların kıtalara vurarak yumruk gibi inmesi; şehirlerin sular altında kalarak insanların toplu halde boğulmaları; milyonlarca tondaki suyun gök yüzünden yağması… İşte bu, bildiğimiz ama kimilerine göre efsane sanılan o Nuh tufanı…

Suların geri çekilerek,gök yüzündeki kara lâv bulutların dağılmasıyla, Allah’a ve elçisi Nuh peygamber’e inanarak iman eden sayılı mümin ve eceli gelmemiş sayılı havyan, felaketten kurtulmanın sevinciyle dehşet içinde etraflarına baktılar ve geriye tek bir canlının kalmaması ürpertisiyle, ilahi vaatlerin doğruluğuna bilfiil şahit oldular. Hani, nerede o güvendikleri kurtarıcıları?

Nice güçlü, zengin ve kuvvetli toplulukların yerle bir olduğunu bilmiyor musunuz? Peki, onların başına gelenler, sizin başınıza gelmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Yoksa sizin kurtarıcılarınız, ilminiz, bilim ve teknolojileriniz; onlarınkinden daha mı üstün?

Semud kavmi, Ad kavmi, Ba’le Bek kavmi, Eyke halkı, Hicr halkı, Meyden halkı, Ress halkı, Tubba halkı ve Lut kavmi gibi peygamberler gönderilip bilinen, vahiy ve tarihte adlarına rastlanılmayarak bilinmeyen binlerce topluluk ve medeniyet nasıl yerle bir oldu? Troya (Truva), Herkülüm, Knossus, Sodom, Gomorah, Knidos, Pompei, Atlantis halkları ve niceleri; savaş, hastalık, deprem, kasırga, taş yağması, denizlerin alevler fışkırtması, yağan kükürtlü suların taşları dahi tutuşturması ve yanardağlarla yerle bir edilip, heykelleşmiş cesetleri ve eserleriyle kalıntılaşmadılar mı? Acaba günümüz insanları; alışılagelen ve bilinen felaketlerin yanı sıra, üzerlerine yağacak ejderhası yılanlara yem olabileceklerine ihtimal vermiyorlar mı?

Hatırlayacağınız üzere; ünlü İngiliz arkeolog Arthur Evans, Girit adasında yaptığı kazılarda büyük ve köklü bir uygarlık olan Minoan Uygarlığı’nı ortaya çıkarmış, Thera (Santorini) adasındaki yanardağın dehşetsi patlamasıyla, bu medeniyetin de tamamen yok olduğunu belgelemişti.

Roma İmparatorluğunun gözbebeği ve çağdaş kenti Pompei; dönemin en modern, en güzel, en sağlam evlerini, eşyalarını ve sanat eserlerini bünyesinde barındıran zengin sosyetenin ve kralların muhteşem şehriydi. Başta Roma İmparatorları olmak üzere, dünyanın zenginleri, aristokratları, sanatçıları ve nüfuzlu insanlarının ikamet ettiği yada tatile geldiği abidemsi Pompei, her zamanki gibi o günde güven, gösteriş ve refahının verdiği kibirle meydan okumakta; kimileri zevkinin doruğunda eğlenmekte, kimileri öyle bir hayata sahip olmanın ayrıcalıklı ebediyetini hayal etmekte, kimileri daha çekici, etkileyici ve baştan çıkarıcı olabilmek için makyajını yaparak, mücevherlerini takıp takıştırmakta, kimileri politik ve ekonomik kazançlarının hesabını yapmakta, kimileri ilerisi için planlarını gözden geçirmekte, velhasıl herkes, hiçbir şeyi elem ve keder yapmayıp korku duymayarak, olabilecek tehlikelere karşı aldıkları tedbirlerin emniyeti içinde aşırılıklarıyla heyecanlanıyorlardı.

M.Ö.79 yılının o yok edici günü, Veusvius Yanardağından yükselen dumanların korkunç lâvlar fışkırtmasıyla birkaç saat içinde o muhteşem Pompei, hiç beklenmeyen bir anda büyük bir mezarlığa dönüştü ve yaklaşık 200.000 insanın içinden tek bir canlı sağ kalmaksızın herkes kavrularak kalıplaştı ve heykel misali binlerce yıl toprak altında çürümüş cesetleriyle taşlaştı.

1711 yılında bir İtalyan köylüsünün bağda bir çukur kazdığı sırada ortaya çıkardığı bu görkemli medeniyetinin hazin sonu, kendilerinden emin, güçlü, gururlu ve şöhretli daha nice medeniyetlerin hangi derinliklerde keşfedilmeyi bekledikleri ve sırlarıyla birlikte nasıl ahirete göç ettikleri apaçık kanıtlansa da, maalesef günümüzdeki inkârcılar yine de ibret almamakta ve inatlarını sürdürebilmektedirler.

Şüphesiz canlı-cansız her şeyin ve kaderin sahibi Yaratıcı, yarattığı varlıklar üzerinde her türlü hakkı kendinde mahfuz tutmakta, bilinenin aksi bir süreci yaratmaya ve dehşetsi sona ulaştırmaya kadir olduğunu, her vesile sergilemektedir. Birbirinden farklı milyonlarca hayvan, bitki, eşya, ilim ve insanı yaratan Allah, dilediğini dilediği şekle ve biçime sokabilecek, etkileyebilecek ve yok edebilecek bir kudrete sahiptir.

Geçmiş ile ilgili bilgi veren vahye inanmayanların bilimsel verilere güvenmeleri yine de doğru yola gelmelerine yeterli kanıt olmayabilmektedir. Yapılan araştırmada; 250 milyon yıl önce hava ve suda oksijen azalmasından ve lâvlardan dolayı yaratıkların % 96’sı yok olmuştur. Dünya, buzul çağları yüzünden donmuş, sonra da kavrulmuştur. Son buzul çağı 114 bin yıl önce başlamış ve 60 bin yıl sürmüştü. 18 bin yıl önce buzulların hapsettiği sular yüzünden okyanuslar % 5 küçülmüştür. Asya’nın ucundan Amerika’ya yürüyerek geçenler olmuş, o devasa Pasifik Okyanusu, sanki yok olmuştu. Meteor (göktaşı) çarpması sonucu, 65 bin yıl önce yeryüzünde yaşayan yaratıkların % 75’i, dinozorlar dahil yok olmuştur. 12 bin yıl önce Sibirya’ya çarpan bir göktaşı ve buzulların çözülmesiyle çığlar ve seller Kuzey tüm yarımküreyi kaplamış, birçok canlı gibi orada yaşayan Mamut filleri de yok olmuştur. Yine binlerce yıl önce Atlas Okyanusundaki Atlantis kıtası depremle sulara gömülmüş ve bu uygarlıkta tamamen yok olmuştur.

Efsaneler, bilinenler, bildirilenler, iddia edilenler, keşfedilenler; ya bilinmeyenler ve gelecekte tahmin dahi edilemeyenler… Tıpkı Pompei veya diğer medeniyetler gibi, bir saniye sonrasında acı, korku ve dehşet içinde kıvranarak yok olmayacağınıza dair bir garantiniz var mı? Öyleyse kime meydan okuyor ve olmayan iradelerinizle hilkatteki eşlerinizi veya ölülerinizi kurtarıcı belleyerek, umut görebiliyorsunuz? Siz aptal mısınız?!?

Asla dokunulmaması gerek “ahlâk ve adalet” kurallarıyla oynayıp bozan insanoğlu, farkında olmadan zaten o kâbusu ruhsal yaşamakta, ancak topyekun fiziki bir felaketi henüz tecrübe etmemiş olmanın yanılgısıyla kendini aldatmaktadırlar. Kısmi felaketler her ne kadar akıllarını başlarına getirmiyorlarsa da, büyük felaketlerde öleceklerinden, muhakeme edebilecekleri bir akılları ve tövbe ederek iman edebilecekleri bir kalpleri de bulunmayacaktır.. Haddi aşarak sürekli Allahsız, dinsiz, ahiretsiz ve kadersiz bir ebedi dünyadan bahsedenler, malları, makamları ve şöhretleriyle kibir taslayanlar, aslında bitkisel bir hayat sürmektedirler. Geçmişte yaşananları ya unutarak, ya yüzleşmekten korkarak, ya da masal zannederek kendilerini avutmakta, o çok güvendikleri mantıkları, güvenlik güçleri, liderleri, devletleri, bilim veya teknolojileri sayesinde olabileceklere inanmayarak, her şeyin üstesinden gelebileceklerini umabilmektedirler. Çünkü o, “özgür irade” hipotezine inanmış bir tanrıdır ve hiçbir güç ona zarar veremez.

Düşünceler, yasalar, liderler, devletler ve eğiticiler; öncelikle “ahlâk ve adaleti” işlemeli, önce kendilerinden başlayarak hiçbir taviz vermeyerek insanlara örnek olmalıdırlar. Eğer İnsan, derinliklere götüren yolları tıkar, kalbini, kulaklarını ve gözlerini gerçeklerden kaçırır ise, zihnini meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran diğer her şeyi sahiplenir.

Kuralları ancak, “sahip” olan Yaratıcı belirlemeli, kul olan “yaratıklar” değil… Yasa yapıcı ve düzen kurucunun; kaderin sahibi sadece ve sadece Yaratıcı olabileceğini kabule yanaşmayanlar, asla insan değillerdir ve toplum helakinin temel müsebbibidirler. Geçmiştekiler de öyle düşünüyordu, ama sonuç ne oldu? Özgürlük adına kendinizi yerden yere vursanız ve absürt teoriler uydursanız da, kim olursanız olunuz, sizler birer yaratık, Yaratıcı Allah'ın kulları, yani köleleri, Hz.Muhammed'in de ümmetisiniz. Ama kafir, ama münafık, ama Müslüman olun...

Eğer laik ve demokratik anlayış; felaket ve dehşetleri engelleyemiyor, tedbirleri kâfi gelmiyor ise, benliksel diktadan öte temelde hangi sorunu çözebiliyor, yıkıma mani olabiliyor mu? Özellikle ülkemizin kurtarıcısı olarak simgeleşen Mustafa Kemal Atatürk, neden Türkiye’nin ve Türk Halkının başına gelenleri önleyemiyor ve neden zamanında binlerce insanın ölümünü, ızdıraplarını ve yoksulluğunu engelleyemedi? Eğer o ölü ise, yakında başınıza gelecek bütün felaketlerin üstesinden gelebilecek yeni bir kurtarıcınız var mı?

Diğer ülkeler gibi; Türkiye’nin de yakında yok olacağı kadersel bir gerçek ve tüm emareleri ortadayken, güvenilen liderler, laik ve Kemalist devlet, asker, polis, önünde rükua varılarak tanrı seviyesinde tazimde bulunulan anıtkabirdeki Atatürk, ABD, AB ve NATO, olabilecekleri engelleyecek ve milletimizi yok olmaktan kurtarabilecek mi?

Öyleyse akıl oyunlarıyla neyin çağdaşlığı, tartışması, pazarlığı ve savunması yapılıyor, insanlar haince ve acımasızca kandırılıyor?

“Felaketlerin başlıca kaynağı, ölçüsüz arzularımızdır.” Diogenes

Tek kurtuluş yolu; ahlâk ve adaletin olmazsa olmaz kitabı Kur’an’a ve ortaya koyduğu yasalara boyun eğerek, başta ülkem Türkiye olmak üzere tüm dünyanın Kur’an ile yasalaşmasını ve idare edilmesini öneriyorum. Yaratıcı Allah karşısında yaratık insan nasıl bir hiç ise, kendi gibi yaptığı yasalar da hiçtir; insanlığa anarşiden, bozgunculuktan, suçtan, beladan, felaketten, bencillikten, yolsuzluktan ve kötü olan ne varsa hepsinden başka bir şey veremez.

Bir saniye sonrası meçhul bir yaşamın size verdiği ile, ebedi olan ahiret hayatının verebileceği nimetleri bir düşünün… Düşünemiyor yada sorgulayamıyorsanız; af edersiniz…

Her an bekleyin…

Hiç yorum yok: