22 Şubat 2018 Perşembe

Ne kadar bilgili ve güçlü olursan ol…


Ulaşacağın makam, edineceğin servet ya da varacağın hedef “o kitap”ta yazılandan başkası değildir! Tıpkı ümmi veya zayıf insanlar misali!

Ne kadar tedbir alsan da; kâhin, bilge, zengin ve kuvvetli olsan da; tüm dünyayı bir araya getiren ortakların bulunsa veya koalisyonlar kursan da; sayısız ordulara ve silahlara sahip olsan da; Allah’ın yazıp takdir ettiğini asla değiştiremezsin.

Nice olaylarda olduğu üzere; kâhinler, Firavun’a, bugün doğacak bir erkek çocuğun kendisini öldürüp saltanatına son vereceği haberini verdiler. Firavun’da tedbir amaçlı ordularını seferber edip, o gün doğan tüm bebekleri öldürtmüş ve tek biri hariç hiçbir erkek çocuğu sağ bırakmamıştı. Lakin asıl öldürmesi gereken Hz. Musa ise, annesi tarafından bir sepet içine bırakılarak nehre terk edilmişti. Ne var ki, o sepet,  Firavun’un sarayının önünde durarak, eşi tarafından bulunmasıyla bizzat korktuğu cellâdı tarafından büyütülüp sonunun gelmesine mani olamamıştı.

Onun için kim ne hazırlık yaparsa yapsın, kime karşı tedbir alıp gücüne güvendiği ordularıyla savaşa kalkışırsa kalkışsın, önceden yazılmış yazgıyı ve verilmiş takdiri zerre kadar savsaklayamadığı gerçeği apaçık ortadaydı. Dolayısıyla bir musibete karşı tedbir almaya yahut kaçmaya çalışılır ama binlercesinin seni kuşatmış olmasını bilemezsin. Onun için, çoğu kez korktuğun ve sakındığın musibetle değil, sevgi ve güvenle bağlandığın şeyin helakine uğrandığı tecrübelerle sabittir.
 .
Allah, yaratıcı olması hasebiyle öyle bir kudret sahibi ve kaderleri yazan bir yücedir ki, kâinattaki sırlarını araştırıp çözmeye çalışanların asla erişemedikleri tek bilen ve hükmedendir. Ama nefsi odaklı bilimsel faraziyeler ve dinsel hurafeler gerçeğin açık perdeleri önünde gölge oluşturmalarından akıllar karışmakta; böylece şeytan misyonu sürüp gitmektedir.

Asıl mesele, yaratıcıyı değil de yaratığı baz almış yani rehber edinmiş yığınların ulumalarına kulakların tıkanmamasıdır. Birbirlerine takılan yığınların batıl yönde gitmeleri izlenilmemeli; hakkın gücünü içselleştiren gerçekler ısrarla dikte edilerek, kitlelerin yanlışlıklarını meşrulaştırıcı bir nemalanma gözetilmemelidir.

Yaşanılan hayat laboratuarınca kanıtlanmış bir gerçek, doğruların en doğrusudur. O da Kur’an’dır, diğer bir ifadeyle Allah’ın sözleridir.’Fakat insan, öğrendiği hatta yaşadığı şeyi gerçeğin eleğinden geçirip muhakeme edememesinden yanlışı yani batılı doğru sanabilmekte; dolayısıyla iyiyi yani hakkı, nefsi hezeyanlarına göre yargılamasından mahkûmiyetinden sakınamamaktadır.

Sözle Allah’a inanıp davranışlarıyla kendilerini batıla adamış öyle kimseler vardır ki, onlara ne kadar öğüt versen hatta mucizeler gösterip yanlışlarını kanıtlasan da, doğru yola çevirebilmek fevkalade zor hatta mümkün değildir. Çünkü onlar, azgınlıklarından Kur’an’ın yol göstericiliğini değil, batılın yalanlarını yol edinmişlerdir. Peki, neden? Kaderleri öyle yazıldığındandır!

Neden Allah, "Allah'a ve ahiret gününe inandık" diyenler için, “onlar inanmamışlardır” buyuruyor; merkezlerine Allah’ı, Resulünü ve Kur’an’ı değil de nefislerini yerleştirmiş olmalarındandır. Allah iradesine teslimiyet olan İslam öyle başkalaştırılmış ki, ancak kendi istek, düşünce ve çıkarlarına göre yaptıkları yorumlara iman edenler İslami, vahiy ise İslam dışı kabul edilir. Bu öyle bir savaştır ki, hem batıl topluluğuna zafer kazandırmakta hem de Müslüman toplumları parçalayıp birbirlerine hasım olmalarını sağlamaktadır.

Oysa nefis değil vahiy düstur edinilmiş olsaydı, tumturaklı bir adalet tesis edilir; zalimden korkulmaz; Allah’a ihanet edercesine ortak koşan bir insana rastlanılmaz; kötüye karşı iyiyi hâkim kılabilmek adına mücadeleye koşulur; kalplere cihad aşkı kazandırılarak iman safında yer alınabilirdi.

Ancak bedenleri yaratmadan önce ruhlarda kaderleri yazarak ‘o kitap’ta toplayan Allah, gerek yeryüzünde gerekse gökyüzünde her ne olay vuku buluyorsa dilediği gibi gerçekleştirdiğinden akıllarca araştırılan “neden” sorusu yanıtsız kalmaktadır. Her ne kadar Allah, hiçbir kuluna haksızlık yapmayıp adaletsiz davranmamış olsa da, O’nun bildiğini insan bilemeyeceğinden hesap vermesi ya da sorulması mümkün olmayan bir yaratıcı ve dilediğini dilediği gibi meydana getiren bir kudrettir.

Her şeyin Allah’ın elinde olduğu bir âlemde ölümlü insana düşen; başa gelenin Allah’tan olduğuna inanarak şükür ve sabretmektir. Ancak şükretmek ve sabretmekte Allah’ın iradesinde olduğundan kaderin ne başkalaşımı ne de ötesi mevcuttur. Dolayısıyla kaderinden başkasını yaşayamayacak olan insanın yapabileceği hiçbir şey yoktur.

Yoksa Allah’ın gerçekleri apaçık ortadayken kim karşı çıkabilir; kim direnebilir; kim inkâr edebilir; kim benlik güdebilir; kim kibirlenebilir; kim binlerce musibeti, hastalığı, sakat kalmayı, kaybetmeyi ve ölümü sahiplenebilir?

Allah hakkında ne tartışılabilir ne de soru sorulabilir! Sorgunun bir küfür ve sapıklık olduğunu biliyor musunuz?

“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, «Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım» diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13

“Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” Enbiya 23
 “Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız. “ Nahl 93

“Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur. Bakara 108

“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Tevbe 51

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. Hadid 22


“Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” Tegabün 11  

Hiç yorum yok: