13 Kasım 2017 Pazartesi

Ölümü düşün!

İnsanın ruhsal gıdası, her an kavuşacağı ölüm gerçeğini hissederek yaşamaktır.

Ölüm, ahirete açılan bir kapı olması hasebiyle her türlü derde öyle devadır ki, fani olan sıkıntılara bir panzehirdir. Dolayısıyla ne korkutan ne kaygılaştıran ne de acı çektiren değil, bilakis mutluluk veren bir psikoterapidir. Ancak her ne kadar ahirete iman etmiş bir Müslüman olunması gerekli ise de, ahirete iman etmemiş olanlara da bir anahtar olabileceği bir hayat tecrübesidir ama Allah dilemediği için mümkün olamamaktadır.

Bedenin yaratılmasıyla ölümle nişanlanan insanın ölümden kaçmak isteği ve nefret duyumu aslında nişanlıya bir hakaret hatta ihanettir. Ölümle nişanlı insanın nişanını atamaması nefret değil, sevgiyi mecbur kılmalıdır. Her ne kadar yaşam, insanoğlunun en güzel ödülü sanılsa da, ölüm de en güzel ödüldür. Çünkü yaşam ile ölüm, biri dünyayı diğeri de ahireti temsil etmelerinden birbirlerini tamamlayan ruh ve beden gibidirler. Zaten bedene odaklanılıp ruhtan kaçınılması, yaşamın sevilip ölüme garez duyulmasına neden olmaktadır.

Yaradılışın koşulu olan ölüm, düşüncesiyle yaşamdaki hadsizliği öyle bloke etmektedir ki, hem yaşamdan daha iyi tat aldırmakta; hem huzur ve güvenli bir yaşam sundurmakta; hem psikolojik sorunlara çare olabilmekte; hem kıskançlığı, hasetliği, kibri ve benliği ortadan kaldırmakta; hem sabrı muhkem kılmakta; hem yalana, dolandırıcılığa. sahtekarlığa, bilumum kötü düşünce ve davranışlara son verdirmekte; hem de iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batırtmaktadır.

İnsanın, dünyada ölümden yani mezardan başka bir beşiği mi var ki, o beşiğe sırt çevirip sakınabilmesi olabilsin? Her şeyin fani yani ölüm olduğu bir dünya da, ölümden başka bir değer olamaz.

Ki, her gün gerçekleşen uykunun bir ölüm olduğu baz alındığında, diriyken ölümü düşünmenin de uyku misali nasıl dinginlik ve rahatlık verdiği fevkalade aşikardır. Dolayısıyla canlıyken nişanlı olunan ölüm ile uykudayken evli olmak yaşanılan bir hakikattir. 

İnsanların birbirlerini sürekli eleştirdiği; “neden onda var da ben de yok” hışımlıkları ancak ölüm düşüncesiyle hapsedilebilecek ve hasetlik son bulabilecektir. Çünkü her şeye sahip olanda, olmayan gibi ölecek ve dünyada sahip olunanların bir kıymeti harbiyesinin bulunmadığı idrak edilebilecektir. 
   
Makedonya Kralı İskender, bir gün zaferle döndüğü Sri Lanka üzerinden ordusuyla geçerken, halk tarafından sevinç gösterileriyle karşılanmıştı. Ancak İskender’in dikkatini bir duvarın dibinde oturmuş üstü başı yırtık bir çulsuz çekmişti. Herkes İskender’i kutlarken, o kılını kıpırdatmıyor ve alaycı bir tavırla izlemekle yetiniyordu. İskender, atını o pejmürde adamın üzerine sürdü. Dedi ki; “Ey çulsuz! Herkes ordumun zaferlerini överken, sen hiç oralı değilsin! Sen kendini ne sanıyorsun?” O çulsuz, istifini dahi bozmayarak atının üzerindeki İskender’e doğru başını kaldırdı; “Ey İskender! Daha önce buralara hükmeden senin gibi bir Kral ve benim gibi sokaklarda yaşayan ve insanların alay ettiği bir pejmürde vardı. Bir gün ikisi de öldü. Aradan bir zaman geçtikten sonra her ikisinin de mezarlarını kazarak toprak altında ne haldeler diye merak ettim. Ama hangisinin Kral, hangisinin pejmürde adam olduğunu tanıyamadım. O kadar böbürlenme, toprak altına girdiğimizde birbirimizden farkımız kalmayacaktır.”

Daha nice örneklerle dopdolu âlemde, ölümle birlikte kimin ne olduğu anlaşılamamakta, övünülen fani değerlerden birinin bile varlığı kalmamaktadır.

İster inanan; ister şüphe eden; isterse inkârda bulunan olsun; her ne düşünce ve fiiliyatta olunursa olunsun hayattaki en hakiki kanıt ölümdür. Ölümden kurtulabilmek için elinde tek bir çare ve çözümü olmayan insan, böylece bir hiçtir. Dolayısıyla kiminin sahip olduğu makamlar, servetler, bilgiler, methiyeler, ödüller, arşa çıkarılırcasına sunulan aşk ve tazimler boştur ve olmayanla hiçbir farkı yoktur. Ancak Allah nezdinde rızaya kavuşmuş olanlar istisnadır ki, halifelikle yüceltilerek diğer canlılardan üstün olanlarda bunlardır.

Gerçeği idrak edemeyen bir kimsenin uykudaki yahut mezardaki ölüden hiçbir farkı yoktur. Hatta ölüden öyle daha beterdir ki, aklı olmasına rağmen muhakemesi; kalbi olmasına rağmen vicdanı yoktur. Bu sebeple insani bir vasıf taşımadığından konuşması, gezmesi, giyinip kuşanmış olmasının aldatıcılığı ölümü içselleştirmemesinden dolayı alenidir.

Akıl baliğ olana dek her insan için dünya nasıl ütopik ise; kalpleri olduğu halde kavrayamayan; gözleri olduğu halde göremeyen ve kulakları olduğu halde işitemeyenler içinde ahiret hayatı hayalidir.

Dolayısıyla dünyanın yaratılmasındaki hayati sır ölümdedir ama peşinen dışlandığından faydalanılacak bir bilgiye ulaşılamamaktadır. Fanilikten ebediyete yani yalandan gerçeğe geçiş kapısı olan ölüm ile yeniden dirilerek, dünyadaki doğuşun benzeri gerçekleşecektir. Ancak ahiret hayatındaki diriliş ile dünyadaki diriliş arasındaki fark nedir biliyor musunuz; ahiret hayatının ebedi, dünyadakinin ise fani ve ahirette kavuşulacak kazanımın dünyadaki geçişle elde edilecek olmasıdır.

Onun için yaşamı tanımak ancak ölümü tanımakla orantılıdır!

(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16

“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.” Zümer 42


“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” Cum’a 8

Hiç yorum yok: