27 Kasım 2017 Pazartesi

İnsan iradesel mi; kadersel midir?

Ne neye inandığını bilmekte; ne de inandığı ile amel edebilmektedir. Ne gerçeği yalandan ayırabilmekte; ne de ayırdığını yaşadıklarıyla örtüştürebilmektedir. Ne düşündüğünü hayatına sabit kılmakta; ne de düşünmediği bir şeyin başına gelmesini engelleyebilmektedir. Ne dilediği gibi bir ömür sürebilmekte; ne de sürdürdüğü ömrü kontrol altına alabilmektedir. Ne aldığı tedbirlerle musibet ve ölümleri durdurabilmekte; ne de aldığı hiçbir tedbir olmamasına rağmen olumsuzlukları aşabilmektedir. Ne dünyanın ebediliğine güvenmekte; ne de güvenmediği dünya için çırpınabilmektedir.

Oysa hayatı hatta kâinatı anlamak o kadar basit ki, zaten bilfiil içinde yaşanmakta; görmekte, duymakta, dokunmakta ve anlamak için her türlü fırsat sunulmaktadır. Lakin sırlar istisna kavranamayacak hiçbir şey yoktur.  

Öyleyse neden anlaşılamıyor?

Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden, sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte, etkileşmemekte ve evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda varolan ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan her türlü araç, gereç ve sebepler, fizik için gerekli olan görsel veya göksel mazeretlerdir.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda hayata geçirerek durağan maddeye fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir.

Rahmani veya şeytani her düşünce ve eylem, Mutlak İrade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak etkileşmekte ve kadersel düzen, kendi mecrasında akışına devam etmektedir.

İnsanların vahye veya fiziğe olan güvenleri iradesel değil kaderseldir. Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışındandır.

Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun yaratıcı Allah’tan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya kaybetmesine olanak olmadığını düşünür. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir.

Seküler beyin psikolojisinde ise, bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rasgelesel, yani tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul eder. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemenleşmesine neden olan özgür irade; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı olabilen mutlak bir güç olarak tanımlanır.

Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır; birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla paradoksal anlayışlar, dinler, mezhepler ve tanrılar üretilir. Aslında herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya tektir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar, bu tür anlamsız, dayanaksız ve sonuç getirmez ütopik tartışmalara itibar etmez; ancak inandıkları "o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dahilinde gereğini yaparlar.

Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da yaratıcı Allah olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken; tartışmanın hiçbir yarar getirmeyeceği de aşikârdır.

Yaratıcı Allah’a kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeye inananların fikirsel mücadeleleri, yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın düşler deryasında devam eder. İşbirliği içindeki Tanrı referanslı melez rasyonalistler (laik, sosyalist ve demokratlar) ile kökten inkâr eden ateistler, tanrısal kimliklerinden dolayı iman eden Müslümanları durmaksızın aşağılar. Fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan ve hisseden insanoğlu, nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara, dinlere, keşiflere ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor veya ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebeplerle değişebiliyor?

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle, rasyonellik, laiklik ve demokrasi adına insanı egemen kılacak anayasal düzenlemeleri meşru sayan ulus veya bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz, açık veya gizli ateisttir. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına ve dinlerine inandıklarını iddia etseler de, bağlı oldukları anlayışlar ateist köklüdür.

Ateistler, düşünsel ve fiziksel davranışları doğrultusunda elde ettikleri başarı veya kayıplara tek etkenin mantıksal "beyin ve irade"leri olduğuna kanarlar. Müminler ise, işlerini yöneten ve yönlendirenin Yaratıcı olduğuna inanmalarına karşın; kötü fiillerde Allah’ı sorumlu tutup ve birden bire ateistçe düşünerek bütün sorumluluğu Allah’a yüklerler. Elde ettiği bir kazanım karşısında Allah’a şükreden bir mümin, olumsuzluk veya kötülük akabinde lanet yağdırır.

Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, iradeyle kader, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma, beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta; zihinsel ve bedensel özgür anlayışın ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kölelik, yönetim ya da yönlendirme de sorumlu olan egemen güç ya daima Allah’tır, ya da daima insandır.

Din otoriteleri öyle bir tablo çiziyor ve yorum yapıyorlar ki, bir taraftan Allah bütün gücüyle etrafa iyilik, doğruluk, adalet ve bereket dağıtmaya çalışırken; insanoğlu hem kendine hem de başkalarına zarar vermekle meşgul olup kötülüğü hâkim kılmakta, dolayısıyla Allah’ın rahmetini lanete çevirerek Mutlak İrade’yi mağlup etmekte ve şeytanı galip getirerek O’nu acze uğratmaktadır.

Semavi referanslı hıristiyan ve yahudiler "özgür irade"yi, Müslümanlar da "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaşamla örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda bulunarak, “Mutlak İrade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar. Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: ’İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Allah mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?’ Bu yüzden İslam’ın çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene hâkim olmadığını ve yalan söylediğini düşünen ateizm, mantıklı ve tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında mantığa ulaşırlar. Her ne kadar ne olduğunu bilmeseler de! İlâhiyatçılar, bazen "İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Allah özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; insan mı, Allah mı?!?

Eğer başarabilirsen, çabuk ikna olma, nedenleri araştır ve karşındaki kim olursa olsun onu sorgulamaktan asla vazgeçme, her düşünce ve olayı mutlaka gerçeğin süzgecinden geçirmeye çalış ve o konuşana bir bak. Dedikoducu bir yalancı mı; yoksa vahiy kaynaklı bir bilgi mi?

İnsanlara, neden halk yığını demişler, düşünsenize! Elleriyle inşa ettikleri oyuncaklarını kıran, övündükleri güç ve teknolojileriyle birbirlerini katleden, aldatan, tecavüz eden, sömüren ve dolandıran aptallar olmalarından, gururlanmaktan, süslenmekten, övülmekten ve kırıp yıkmaktan başka bir şey bilememelerinden. Çünkü özgür değil köledirler.

Unutmayınız ki, yakınlarınız, sevdikleriniz, dini ve siyasi liderleriniz, tıpkı düşmanlarınız gibi size hainlik etse, davanızı çürütmeye kalksa veya sizin “gerçek” bildiklerinizi ortadan kaldırmak, gerçeği yok etmek ve sizleri Mutlak İrade’ye boyun eğmekten alıkoymak istese de, eğer başarabilirseniz, onlara asla aldırış etmeyin, hilelerine kanmayın ve ulumalarına kulak tıkayıp karşılarında dik durun. Biliniz ki, Yaratıcılarına nankörlük ve hainlik etmek, onların şeytani fıtratları ve misyonlarıdır. Eğer yapabilirseniz, siz onlara değil, yalnızca gerçeğe bakınız! Ve unutmayınız; sizlerin asıl ve temel göreviniz, beş dakika sonrası meçhul olan yaşadığınız bu yalan dünya değil, her an intikal edeceğiniz sonsuz ahiret hayatı olmalıdır. Yalanların değeri karşısında gerçeklerin değersizliği, içinde yaşanılan dünyayı zorunlu kılıyor. Ne kadar güçlü olursanız, mutlaka o kadar zafer kazanırsınız, ancak bu güç fiziki değil ruhsal olup, kazanan da, başaran da siz olmuyorsunuz.

Yaşanılan gerçek hayatta; hiç kimse düşünce ve arzularını dilediği gibi hayata geçirememekte, hata ve yanlıştan kendini alıkoyamamaktadır. Bilimsel teoriler, düşsel hurafeler ve politik vaatler zaten kendi kendini elimine etmektedir. Eğer göze görünen veya görünmeyen şeylerin kendiliğinden mi, özgür iradelerden mi, yoksa kadersel düzenin mutlak programından mı oluştuğu sorgulanabilseydi, aldatılmaktan, sömürülmekten, kula kul olmaktan ve ihanetten kurtulur, “hiçleri”, ancak o zaman hiçsel değerleriyle yargılayabilirdiniz.

Hiçbir yaratığın bir başka yaratığı yüceltemeyeceği, alçaltamayacağı ve hiçbir yere getiremeyeceği ortadayken, neden aksi düşünülebilmektedir?

Beterin daha beterinin yaşandığı kadersel evrende, sabırdan daha yüce ve erdemli hiçbir şey yoktur. Keşke “o kitap”ta hiçbir şey yazılı olmayıp, iddia edilen özgür veya cüzi iradeler olsaydı da, herkes dilediği kendi yolunu çizebilseydi.

İnsan öyle ahmaktır ki, yaratıcıları Allah yerine hilkatteki eşlerini tanıyarak onları "bilge-tanrı" yapacağına, kendini tanıyarak "bilge-kul " olamamaktadır.

Zihinsel ve duygusal oluşumların fiiliyat kazanabilmesi, ancak ruhun bedeni dürterek harekete geçirmesiyle mümkündür. Aslında akılcı teoriler, düşüncede programlandığı düzeni sekteye uğratmadan eyleme dönüştürmeli, dolayısıyla özgür iradeyi egemen kılmalıdır. Ruhsuz bir beden nasıl çürüyor ise, susuz bir toprak veya vahiysiz bir kâinatta kurak bir çöle dönüşür.

Etkileşmeyi doğuran sebepler her ne kadar fiziksel özellik taşısa da, onları doğuran, olgunlaştıran ve güden faktörün ruh olduğu muhakkaktır. Hiçbir cisim enerjisiz hareket edemez. Bedene hayatiyet ve işlev kazandıran ruh, maddeyi ve tabiatı da canlandırarak şekillendirmekte ve yaşamı kolaylaştıran bilimin üremesine etken olmaktadır. Her türlü bilgi ve olay mutlak iradenin dürtüsüyle oluşmakta ve sonrakileri etkileyerek bir bütünlük içinde gelişmesini sürdürmektedir.

Bilgi işlem ve idare merkezi olduğu iddia edilen beyin ile hareketi sağlayan özgür iradenin duyguları bastıramaması, denetleyememesi ve etki altına alamaması, özgürsel ve egemensel hesapları altüst etmiştir.

Semavi dine mensup olduğunu söyleyenlerin iradesel özgürlük adına vahye karşı bilimi, yani aklı ve fiziği üstün kılarak insanı egemen bir güce kavuşturma çabaları, maddesel fiziğin cazibesel yanılgısından ileri gelmekte; dolayısıyla şeytan gibi benliklerini yüceltmelerinden, yaratıcı Allah ile aynı tahtı paylaşmakta hiçbir sakınca görmemektedirler. Hâlbuki egemen hiçbir varlık, din ve anlayış, yönetim hakkını bir başkasıyla paylaşmaz, devretmez ve yetki vermez. Bu, egemenlik hakkının vazgeçilmez ve tartışılmaz temel bir kuralıdır. Vekâlet, ancak yönetmek ve denetlemekte aciz olanların ihtiyaç duydukları bir yetkidir. Üstelik yaratıcı Allah’ın yaratığı ile iktidarı paylaşabilmesi veya cüz’i de olsa ona bir hak tanıyabilmesi, nasıl bir mantıkla özleşebilir?

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna (inanacak) uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka (söz) de söylemezler.” En’am 116

“Gökte ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” Neml 75

(Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? Yunus 99

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların)  hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da)  dır. Hud 6

“Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler! Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından da daha sağlam idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir. Mü’min 82


“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir. A’raf 146

Hiç yorum yok: