25 Ağustos 2017 Cuma

Hem şeriata karşı çık…

Hem de adalet iste!

Hukuk’un olup da adaletin olmadığı bir düzen; ruhsuz beden misali ölüdür. Seküler-laik bir hukuk, yürüyemeyen bir engellinin ayakkabıları gibidir!

Seküler-laik ve demokratik bir hukukta hâkimiyet her daim insan da, vahyi hukuk yani şeriatta ise Allah’tadır. Dolayısıyla insanın egemen olduğu hukuk siteminde adalet değil hukuki kurallar geçerli olduğundan nefse dayalı yargı hüküm sürmektedir.

Allah kurallarının hükmetmediği bir hukukta şeytani kurallar galebe çalar. Batıllığı doğuran şeytan olduğu için hakkı reddeden bir hukuk, hiçbir şart ve koşulda vicdanı huzur ve güvene kavuşturacak bir adaleti tesis edemez.

Vahiy dışı seküler-laik hukuk, kendini doğrudan beşere adadığından iddia ettiği vicdan, ruhi değil bedenidir. Her ne kadar bedenin yani maddenin bir vicdanı olamasa da, tıpkı bilim-kurgu filmlerinde yapıldığı gibi teorilerle öyle bir vicdan inşa edilmiş ki, pratikte ne hak ne de adalet sağlanabilmektedir.

Oysa adaletin başı beşer sevgisi ya da korkusu değil, Allah sevgisi ve korkusu olmalıdır.
  
İslami şeriata dayalı hukuk Allah’a aşk ve tazimi, seküler hukuk ise nefsi mukim kılar. Dolayısıyla nefsi egemen kılan bir hukuk düzenin adalet anlayışı doğrudan kendi istek ve arzularıyla orantılıdır. Yakın zamandaki chp genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşü en somut kanıttır. 

Özgürlük ve demokrasi manipülasyonuyla insanlar öylesine kula kul olma haline getirilmişlerdir ki, seküler-laik hukuk gereği diriyken beşere, ölüyken Allah’a hâkimiyet tanınarak adalet lağvedilmiştir. Lakin insan, yaşadıklarını bir otokritik yapıp içinde olduğu hayat laboratuarını irdeleyebilseydi, Allah’ın mı yoksa beşerin mi muktedir bir yönetici olduğunu idrak edebilecekti.

Pranganın hangi maddeden üretildiğine bakarak rıza gösterebilen zayıf insanın neden yaratıcısı Allah’ın hukukunu değil de hilkatteki eşinin seküler-laik hukukunu seçebildiği anlaşılabilmektedir. Ama altın prangaların, demir prangalardan çok daha kötü olduklarını idrak edebilselerdi, asla seküler-laik hukuka razı olmaz; dolayısıyla kula kulluk yapmazlardı.

Hiçbir denetim Allah korkusundan daha tesirli değildir. Çünkü nefsi istek, hırs, ihtiras ve azgınlıkları yegâne hapseden Allah korkusu ve verilecek hesap tedirginliğidir. Dolayısıyla yaratıcı Allah’a iman, aşk, tazim ve korku duymayanlarda vicdan bulunmamaktadır. Bu sebeple yaratıcısı Allah’a karşı duyarlı olmayanın adalet terazisine duyarlı olabilmesi asla mümkün değildir. Seküler-laik hukukun yargısı her ne kadar vicdani bir hassasiyet taşıdığını iddia etse de, Allahsız yani şeriatsız bir vicdanın olabilmesi fıtraten imkânsızdır.  

Seküler-laik düşünce öyle bir İslam anlayışı onaylatmış ki, İslam’ı reddeden yahut alanını kısıtlayan düzenini kabul ettirerek, Müslümanları dinleri İslam’a düşman kıldırmış. Yoksa Müslüman’ın, yaratıcısı Allah’ın hukuk düzeni olan şeriata karşı çıkabilmesi mümkün müdür? Kur’an’ın hükümlerine itaatsizliği mümkün müdür? İslam’ı değil dinsizliği isteyebilmesi mümkün müdür? Yaratıcı Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyetinden korkulabilinir mi? Allah ve Resulü’nün haksızlık ve adaletsizlik yapabileceği düşünülerek beşerin üstünlüğü amaç edinebilinir mi?

Hem seküler- laik hukuk’u savunacaksın, hem de adalet bekleyeceksin! Ölünün kırık kolunu tedavi etmek nasıl ölüye bir fayda getirmez ise, seküler-laik hukukta asla adaleti inşa edemez.

Yaratıcısı Allah’a değil de yarattığı kuluna tevekkül ederek boyun eğebilenin insan olamayacağı seküler-laik düzende hak ve adalet haramdır. Çünkü yaratıcısına karşı hak ve adaleti önemsemeyerek nankörlük ve hainlikte sınır tanımayan insan, nefsine sıra geldiğinde kılıçtan keskin bir psikolojiyle yapılan haksızlık ve adaletsizliklerden dolayı hesap sorup öyle isyan eder ki, sanki tanrı Allah değil de kendisiymiş gibi kader biçer.

Madem yaratıcının şeriat düzenine meydan okuyarak hükümlerine göre değil de nefsi doğrultudaki seküler-laik bir düzeni meşru buluyorsun; neden haksızlık ve adaletsizliklerden şikâyet ediyorsun?

Arkadaş! Yaratıcı’nın egemen kılınmadığı seküler-laik bir düzende;hak ve adaletin, vicdanın, siyasetin, Allah’a kulluğun, korkusunun, insanlık ölçüsünün ve imanın var olabilmesi mümkün müdür?

Ya kulluğu yani şeriatı reddettiği halde sözde ‘kul hakkı’ edebiyatı yapanlara ne demeli! Düşünülebiliniyor mu; hem şeriata karşı çıkacak hem de kul hakkını savunacak! Acaba kul hakkından maksatları, beşeriyeti Allah’tan daha üstün görmek midir?

Hani Makedonya Kralı İskender’e, ‘Bir dileğin var mı” sorusuna karşılık “gölge etme başka ihsan istemem” diyen Yunanlı filozof Diogenes, gündüz vakti eline bir fener alarak pespayelikten ve erdemsizlikten köhnemiş Atina sokaklarında “bir adam arıyorum” tellâllığı yaparak insan araması misali; acaba Allah’a kul olmuş iman sahibi bir arayışa girilse, kaç kişi bulunabilir?

Artık adaletsiz bir hukuk, ölümden farksız hale gelmiş bir mezarlıktır. Dolayısıyla ruhsuz bir bedenle övünmek ne ise, adaletsiz bir hukukla övünmek de odur!

Diriyken şeriattan kaçanlar, öldükten sonra kaçabilecekler mi?

 “Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.“ Casiye 18


(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Halbuki hepsi bize döneceklerdir. Enbiya 93

Hiç yorum yok: