3 Temmuz 2017 Pazartesi

Ruh hastalığı yoktur!

Ancak beden hastalığı vardır; dolayısıyla ruh bilimi de tamamen bir yalan ve şarlatanlıktır.

Zaten seküler psikanalizin teorisyenleri Sigöond Freud ve Carl Gustav Jung’ın biyografileri,  bilimselleştirilen teoriyle nasıl çelişki ve tutarsızlık içinde olduklarını kanıtlamaktadır.    

20. Yüzyıla kadar Batı’da hor ve sapıkça görülen psikanaliz, Sigmund Freud ve Carl G. Jung’un dayanaksız hipotezleriyle neden bilimselleştirildi biliyor musunuz; ruh bilgisi ve çözümü karşısında çaresiz kalan insanın bilim adına gözlemleme ve örneklendirme metoduyla yaratıcıyı yani Mutlak İrade’yi aşabilme manipülasyonudur.

Psikanalizde her şey öyle hayal ürünüdür ki, rastlantısal olarak nitelendirilen vakalar dahi ayniyet sağlamadığından çok farklı sonuçlar doğabilmiş ve hiçbir anlam verilememiştir.

Çünkü insan, ruh ile ilgili çok az bir bilgiye sahiptir.

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” İsra 85  

Gerçek ile sanalı ayırt edemediği sanısıyla şizofren yani ruh hastası teşhisi konulan bir kimsenin deha olabilmesi hatta Nobel ödülü alabilmesi, hangi akılsal, mantıksal, ya da bilimsel kriterle bağdaşabilir?

Ancak Allah’a iman etmiş takva sahiplerini meczup ya da başkalarının göremediğini gören insanları deli zanneden seküler-laik düşünce düzeyindeki materyalistler,  gerçeğin ve sanalın ne olduğunu bilmedikleri gibi aslında kendi kusurlarını örtbas edebilmek için farklı olanları mahkûm etmeye kalkışmaktadırlar.  

Öyle ki, ünlü matematik dahisi John ForbesNash Jr, 27 yaşında henüz bir yıllık evliyken şizofreniye yakalandığı iddiasıyla tımarhaneye kapatılır. 12 yaşındayken evde kendi kendine deneyler yapmaya başlamış Nash, tıpkı diğer birçok dahi hatta psikanalizci Jung gibi insanlarla çalışmayı değil kendi başına olmayı severdi. Bu sebeple çevresi ile tüm bağları kopuk; kendini tamamen çalışmalarına vermiş ve kimseyle arkadaşlık kurmayarak normal sanılan çevresel düzenden çok uzaktı.   

“Matematik bölümü, beni kendi bölümlerinde öğrenci olmam için davet ediyordu. Dolayısıyla matematik bölümüne geçiş yaptım. Sonunda o kadar başarılı oldum ki, bana lisans diploması yerine yüksek lisans diploması verildi. Mezun olduğumda Harvard ve Princeton’dan doktora çalışmaları yapmak üzere burslar teklif edildi.” John ForbesNash Jr.

Çünkü ne olunması kaderde yazılmışsa, o şey, seni kendine çeker. Öyle çeker ki, bunu değil bilimsel kuramlar, mantık, akıl ve irade dahi kavrayamaz. Ancak iletişimdeki farklılıklar yanılgısal teşhislere neden olur. Ki, bu da, tüm bilimsel kuralları paçavraya çevirir ve içinden çıkılamaz hale sokar.

Şu bir gerçektir ki, düşünce ile davranışları ve mantık ile duyguları denetleyen idare merkezi ruhun mutlak egemenliği karşısında çaresiz kalan bilim hipotezcileri, bilmedikleri ruhla ilgili tanımladıkları akıl hastalıkları Freud ve Jung gibi birçok psikanalizcilerin uydurmaları olup, temel dayanağı ve kanıtı olmayan absürtlerdir.

Oysa Nash, çevresinden ve ezberlerden öylesine kopuktu ki, kimsenin göremediği ama kendisinin görebildiği varlıklarla konuşabiliyor ve herkes onun paranoid şizofren bir hasta olduğu gerekçesiyle dışlıyordu. Şayet öyle olsaydı, matematik konusunda bir deha ve ekonomide geliştirdiği kuramlarla Nobel ödülü alabilir miydi?

Ya vahye muhatap olmuş ya da doğrudan Allah ile konuşmuş peygamberlerde benzeri suçlamalara maruz kalmamış mıydılar?

Ruh’tan ve ruhsal âlemden bihaber gerçek manyaklar, Nash’ın bir ruh hastası olduğunu sanıyorlardı. Üstelik ilk olarak denge teorisini o geliştirmiş, strateji oyunları, sanal uzay geometrisi, bilgisayar mimarisi ve kâinatın şekli konularında bir dizi bilimsel devrimi tetikleyerek paradigmaları altüst etmişti. Yüzyılın en derin ve en karmaşık saçmalıklarından biri olan “Kuantum Teorisi”’nin çelişkilerini de çözen o idi. Acaba, düşünce, duygu ve davranış bozuklukları gösteren bir kimse, böylesi bir dâhiliğe ulaşabilir miydi?

Nash, bir taraftan yıllarını sefil psikiyatrilere gide gele ömrünü akıl hastanelerinde geçirirken, diğer taraftan teorilerini geliştirerek bilimsel devrimlerini sürdürdü ve ödüllerle mükâfatlandırılmıştı. Hâlbuki akıl hastası olduğunu iddia edenlerin ortaya koyamadıkları eserleri ve devasa bilgileri Nash başarıyor ve ilklere imza atıyordu.

Her şeyi fizik, madde ve biyolojiden ibaret sanan gerçek şizofrenler, Nash ve onun gibileri anlayabilecek seviyede olamadıklarından, yaşadıkları tımarhanelerinden insanları ve evreni farklı görebilmekteydiler. Yaşamın ne kadar girift ve bilmecelerle dolu olduğunu, derinliğe indikçe karışan akıllarınızdan, yürütemediğiniz mantığınızdan, artan korkularınızdan ve üzüldüğünüz sathîlikten anlayabiliyorsunuz.

Günümüz insanları öylesine aptal ki, gerçek karşılarına çıkıp boğazlarına sarıldığı halde onu anlayamıyor ve yalanı kılavuz edinmeyi sürdürebiliyorlar.

Akıl ile akıl ötesi bir ayırımın fizyolojik ve biyolojik temelsel hiçbir dayanağı yoktur. Her yaratık söz veya davranışına, ruhsal program ve dürtüyle ulaşır. Tepkisel etkileşme ruhsal güdüyle yoğunluk kazanır. Onun için, insanın özü olan ruhun yapısı bilimsel kriterlerce değerlendirilemez, analiz, teşhis ve tedavi adına istenilen sınırlara hapsedilemez ve belirli kıstaslara sokulamaz.

Üstün bir zekânın çevresine uyum gösteremeyerek etkileşme sağlayamaması, duygularını kontrol edememesi, davranışlarını belirleyememesi veya toplumsal düzene adapte olamaması, beyinsel sistemin veya organik düzenin iradece sevk ve idare edici gücü bulunmayışındandır.

Aslında insanların büyük çoğunluğu sapık ve anormaldir. Ancak yaratıcısına iman ederek tumturaklı itaat eden Müslümanlar hariç! Beyinsel hücrelerin yönlendirici bir etkilerinin olmadığı, zihinsel ve duygusal oluşumları etkileyen, yöneten ve yönlendirenin ruh olduğu gerçeği, bilimsel savların dışında gelişen olaylarca kanıtlanabilmektedir.

Düşünce ve davranışları, mantıksal veya duygusal, zekâsal veya içgüdüsel diye ayırarak farklı kuvvetlermiş gibi değerlendirerek bilinçli ya da bilinçsiz tanımsal saçmalıklarda bulunup birbirine üstün kılmak veya baskı aracı kullanarak iradesel bir yaptırım gütmek, hiçbir temel dayanağı ve olasılığı olmayan teoriler ve arayışlardır. Eğer hükmeden beyinsel hücreler olsaydı, derhal müdahale edilebilir; peygamberler, Nash gibi dehalar ve her insanın durumuna inandırıcı açıklamalar getirilir ve zeki olanlar, her türlü hata, yanlış ve davranış bozukluğu olarak addedilen farklılıklardan muaf tutulabilirdi. Her şartta zekâsal mantığın duyguları kontrol altına alarak hiçbir aksaklığa mahal olmaksızın bilimsel etkileşme ile dilenilen toplumsal karakterler gerçekleştirilebilirdi.

Ama bedenin doğurduğu öldürücü hastalıklara tumturaklı çare bulamayan bilim; ruhu denetim altına alarak dilenilen bir yapıya kavuşturabilmesi imkânsızdır.

İnsanların kimi dünya güzeli, kimi hilkat garibesi, kimi sağlıklı, kimi hastalıklı, kimi zeki, kimi aptal, kimi aç ve sefalet içinde, kimi ise bolluk içinde doğarak sonradan inanılması güç kadersel değişimlere uğrayabilmektedirler. Eğer her şey fizikten ibaret olsaydı, bilim, biyolojik beyine veya yaşama müdahale ederek sorun gördüğü aksaklıkları giderir, dilenilen bir beyni ve sürekli güven ve mutluluğu olan bir hayat standardını yaratabilirdi.

Eğer sevk ve idare merkezi ruh ise, akla, duygulara, zekâya ve hafızalara nasıl müdahale edecekte, iddia ettikleri teorilerle plânladıkları portreleri yaratabilecekler? Bir tarafta inançsal ve benliksel nedenlerle insanlar birbirlerini öldürüp katlederken, diğer tarafta neden huzur ve barış hüküm sürüyor? İnsanların kimi hastalık, afet, savaş, terör, cürüm, uyuşturucu, fuhuş ve açlık belâsından inlerken; kimi neden varlık, refah ve güven içinde yaşayabiliyor? Şayet bütün bu çarpıklıkları ve dengesizlikleri egemen ve özgür olduğu iddia edilen akıl değiştiremiyor ve kaderin hükmüne boyun eğilebiliniyorsa, bilimsel ve iradesel başarıdan, özgürlükten ve egemenlikten bahsede bilinir mi?

Ruhun denetim altına alınmak istenip dilenildiği gibi yönlendirilerek hükmedilebilmesi ne demektir bilir misiniz; Allah’ı denetim altına alarak hükmedebilmektir!

Öyleyse bilim adına yalanı meşrulaştırmadaki amaç nedir; ALLAH’ın tahtına geçebilmektir.  

“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.
Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.

Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” Secde 7-8-9

Hiç yorum yok: