31 Temmuz 2017 Pazartesi

Ne olursan ol…

İster devlet adamı, ister iktidar, ister zengin, ister çulsuz, ister ilim veya bilim adamı, ister cahil, ister serseri, ister iş adamı, ister işçi; her kim olursa olsun bir kuldur.

Dolayısıyla karşısındakinin yaratıcı bir kurtarıcı değil de kendi gibi bir yaratık yani hilkatteki bir eş olduğu, hataları ve sevaplarıyla hiçbir yaptırımının bulunmadığı; fayda veya zarar verebilecek, iyilik veya kötülükte bulunabilecek bir gücü, rızık verebilecek veya musibetten kurtarabilecek bir kudreti olmadığı, yalnızca her beşer gibi bir araç veya gereç olduğu bilincine varıldığı ve normale dönülebildiği an; huzur, güven ve adalete kavuşulabileceği kaçınılmazdır.

Şan, şöhret, iktidar, ilim, bilim, teknoloji ve zenginlik temelde bir ayrıcalık olabilseydi, bütün bu geçici üstünlüklerden yoksun dağdaki çoban misali çulsuzlar kahramanlığa yükselmez; hatta şehid düşerek cennetle müjdelenmezdi. Ya da eğitimsiz, anormal, biçare, yetim veya yoksul insanlar, inanılmaz keşifler ve başarılar gerçekleştirerek veya dev şirketlere sahip olarak tarihe geçmezlerdi.

Değersel önemi olan fiziki referanslar değil, ruhsal etkileşimlerdir. Yaratıcı, Kur’an’da, yalnızca şehitlerin hesaba çekilmeyeceğini, Allah’ın yanında sevinçli ve rızıklara mahzar olduklarını vurgulanmıştır. Ayrıca, onların birer ölü değil diri, her türlü elem ve kederden de uzak olduklarını açık ve net bir ifadeyle buyurmuştur. Ayrıca, ülkeleri yani vatan toprakları için canlarını feda edenlerde aynı şekilde taltif edilerek ilgili devletler tarafından kahraman ilân edilip ödüllendirilmiyorlar mı?

Kim, kimin adına ve hesabına mücadele ederse, mükâfatını ondan almaktadır!

Eğer geçici ilim, rütbe ve para, bir iktidar ve ayrıcalıklı görülüp ondan bir menfaat gözetilebilir düşünülüyorsa; yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük zengini Karun’un hazineleriyle, dahilerin ilimleriyle ve dünyaya hükmeden imparatorların güçleriyle nasıl yerle bir oldukları, bilgi ve ordularının dahi kendilerini kurtaramadığını hatırlamak gerekir.

Kendi gücü ve zenginliğini muhafaza edemeyenin başka birine fayda verebilmesi mantıklı mıdır? Ancak bu gerçeğin farkında olmayanlar, egemen gördükleri kulsal akılların ardına takılarak mükâfat alabileceklerini, sonsuz bir huzur ve saadete kavuşabileceklerini ve tüm sorunlarını çözebileceklerini zannetmeleri, kafatasçıların temel yanılgılarıdır.

Kulsal bir iktidarı güç ve kudret sanarak dilenilenin yapılabileceği düşünülüyorsa, bunun asla mümkün olmadığı hem dün hem bugün kanıtlanmış, yarın da farksız olmayacaktır. İktidarların gerek siyasi ve askeri, gerek sosyal ve ekonomi, gerek ilmi ve bilimi, gerekse kültür ve sanatta geçmiştekilerin yanında vızıltı kalabilecek kadar zayıf oldukları tartışılmaz bir gerçektir. Tarihe ve eselerlerine biçilemeyen fiyat apaçık bir kanıt olmakla beraber, onca teknolojinin gelişmesine rağmen ne tekerrürü inşa edilebilmekte ne de kuvvetleri oluşturulabilinmektedir.

Bu fani dünyadan öyle Karunlar, Firavunlar, İmparatorlar, Krallar, Sultanlar ve
Komutanlar gelip geçti ki, o güçleriyle değil başkalarını, kendilerini dahi kurtaramayıp nasıl buharlaşarak uçup gittikleri, geride bıraktıkları paha biçilmez eserlerinden, fikirlerinden, güçlerinden, zaferlerinden ve tarihsel biyografilerinden anlaşılmaktadır.

Dost olunması, sevgi ve saygı gösterilmesi, arkadaşlık yapılması gereken kimseler ancak iman sahibi erdemli, faziletli, dürüst, adil, sözü ve eylemi bir olan insanlar olmalıdırlar ki, idarecilikler, ilimleri, bilgileri, zenginlikleri tanrısal nitelikte etkilememeli, ancak bir araç olarak istifade ettirmelidir.

Allah’ın elçileri Peygamberlerin dahi iradesel bağlamda fayda, zarar, hidayet, şifa ve rızık verebilecek kurtarıcı bir hâkimiyette bulunmadıkları ve olabilecek musibetleri de diledikleri gibi engelleyemedikleri asla unutulmamalıdır. Şeytanın da istediğini saptırabilme ve zarar verebilme yetkisinin olmadığı malumdur.  

Ruhların etki altında kalmaları ve sübjektif düşünmeleri, Mutlak İrade’nin bir neticesidir. Yoksa ilişkide olunan kişi veya çevrelerin güdümlemelerinden değildir. Her olay bir sebebe dayandığından, sadece birbirlerini tetikleyen ve oluşumları meydana getiren birer araç ve mazerettirler.

Bilgelerin bile muhakeme edemeyerek objektif bir yargılamada bulunamamaları, gerçeği kavrayabilecek bir iradeyi gösterememeleri, delilleri görmeyerek ruhsal ve fiziksel oluşumları idrak edemeyip bir süreklilik ve bütünlük içinde değerlendirememeleri, inanıp güvendiği kişinin yalan ve yanlışlarını körü körüne kabullenmeleri özgür olamayışlarındandır.

Minnet, şükran, dilek ve teslimiyet ya Allah’a; ya da benliğe, şeytana, putlara, insanlara, cisimlere veya hayvanlara olmaktadır. İnsanın, tıpkı hayat kurtaran odundan farksız iradesiz bir cisim olduğu, ancak ruhla bütünleştiğinden bir kıymet taşıdığı gerçeği anlaşıldığında, tartışmaların sona ereceği kuvvetle ihtimaldir.

Kâinattaki şeyler farklı farklı görünüyor olsa da, bütün bu farklı görüşlerin birleşeceği ve birbirine uyacağı bir eş zamanlama vardır. Kapalı avucunuzda ışık saçan küçük bir kristal parçasını tuttuğunuzu hayal edin. Şimdi elinizi açın ve bütün evrenin dışarı boşaldığını, pırıl pırıl parladığını görün. Bunu ilk yapan Newton’du.

Dünyayı kendi içinde, "o kitap"ta ki program doğrultusunda bütün bir sistemle açıklamıştı. Bu sistem hem yalnızca birkaç denklemle tanımlanabiliyordu, hem de kendi içinde bu özetten çıkıp dünyayı her yönüyle yaratmayı mümkün kılan yasaları içeriyordu.

Madde dünyasıyla enerji dünyası, tıpkı bedenle fizik misali aralarında çılgınca genişleyen ruhsal bir köprüyle bütünleşir. Evrendeki her gezegen gibi küçük bir nesnenin, bir su damlacığının bile kütlesi ve enerjisi vardır. Bir tarafta ruhsal enerji boyutu, diğer tarafta ise kütle boyutu vardır ve bu ikisinin arasında kadersel bir köprü bulunmaktadır. Bir bölgedeki "enerji-kütle", civardaki "zaman-mekân" ile ilişkilidir. Böylece zaman ve mekân içindeki her türlü oluşum,"o kitap" ta ki yazgının güncelleşmesiyle açığa çıkmaktadır.

İyi plânlanarak kurgulanmış bir senaryonun kurallar ve prensipler desteğinde uygulamaya geçiş sürecinde ortaya çıkan aksaklıklar, iradesel çöküntünün açık ve tartışılmaz bir kanıtıdır. Lehte veya aleyhte vuku bulan sebeplerin yeni maceralara yönlenmesi ve dilenilenin dışında menfi veya müspet sonuçlar doğurması, benliksel değil ilâhsal bir sorgulamayı zorunlu kılmaktadır. Ancak ilâhsal yaklaşımlar, kafatasçı insanları küçük düşüreceğinden, metafizik diye nitelendirilen vahiysel gerçeklerden özellikle kaçınılmakta ve sorunlar fiziksel kadavra mantığıyla teorilerle çözülmeye çalışılmaktadır. Çözülemezse de yalanın ve umudun sınırı zorlanmakta, temelsiz yeni kuramlar ve yeni düşünceler ile ayakta kalınmaya çalışılmaktadır.

Olayların Mutlak İrade’yi yansıtan içeriği her ne kadar şeffaf ve anlaşılabilir bir açıklıkta ise de, benliklerin tahammülsüzlüğü aydınlığı karartmakta, politik ve bilimsel kuramlarla olmayan iradenin üstünlüğü kanıtlanmaya çalışılmaktadır.

 Felâket ve ölümlerde meydana gelen normal veya anormal sebepler dahi bu bağlamda değerlendirilmekte ve inatların ısrarla sürdürüldüğü sanal bir dünya oluşturulmaya kalkışılmaktadır. Olaylar akabinde imanlı insanların “Her şey Allah’tandır” ifadeleri dahi kafatasçı yorumcuları çılgına çevirmekte ve bilim odaklı fiziksel yapılaşmanın teorisel önemi ısrarla vurgulanmaktadır.

Aslında hiçbir gizliliğin yaşanmadığı gerçek dünyada o kadar çok örnek olmasına rağmen, hâlâ dilenilen doğrultuda kaderin değiştirilebileceğini düşünmek anlaşılabilir gibi değildir. Gerçeklerden ısrarla kaçan, nefret eden ve gizlenmeye çalışan insanoğlu, yaşam felsefesini, görüntü ve makyaj üzerine inşa ettiği eşyalara yoğunlaştırdığından, aşağılık ve bencillik kompleksinden hiçbir zaman kurtulamamıştır. Bilimsel yaratıcılık iddiaları da, bu kompleksin bir sonucudur. Onun için görsellik her şey demektir. Sağlıklarında yaptıkları kâfi gelmiyormuş gibi, öldükten sonra dahi görüntüye önem verilebilmekte, cesetler en şık ve temiz elbiselerle kuşatılıp makyajlaştırılmak suretiyle fiziksel güzellik ve güç gösterilerine devam edilebilmektedir. Ne için ve kime karşı? Ya ruh?

Her şey gibi ölümden de kaçıp kurtulabilmenin mümkün olmadığı, ancak ecel gelmediğinden ve yaşanacak belli bir süre bulunduğundan badirelerin atlatılabildiği, kadersel tedbirler aracılığı ile yaşamaya devam edildiği muhakkaktır. Herhangi bir musibetten kurtulmuş veya bir rahmete kavuşmuş olmanın avantajı geçici bir sevinç ve mutluluktan öte bir şey değildir. Neticede bugün değilse bile süratle yaklaşan yarın veya öbür gün mutlaka yıkılacak ve ölünecek olunması kaçınılmaz bir gerçektir.

Tıpkı birinden borç alıp ihtiyaçlarını karşılayacak olmanın sevincini yaşayıp borç verene de minnetlerini sunarak kendisini bir kurtarıcı misali yüceltmenin ardından borcun geriye ödeneceği gün geldiğinde sıkıntılara bürünür, kıvranılır ve müthiş bir hüzne kapılarak, alacaklı bir anda düşman görünebilmektedir. Hani kurtarıcıydı?

Doğum anındaki sevinç ve şükür gözyaşlarıyla, ölüm anındaki acı ve kahır gözyaşları ne ifade etmektedir? İşte beyin, nerede akıl?

Ecel geldikten sonra sarp ve sağlam kalelerde olunsa veya binlerce güvenlik ordusuyla kuşatılsan dahi kaçabilmeye veya kurtulabilmeye imkân tanınmamaktadır. Ölüm için hem içerden hem dışarıdan o kadar çok sebep ve araç var ki, ne kadarını ve hangilerini tedbirle savuşturabilirsin?

“Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, pislik (azabını) akıllarını kullanmayanlara verir.” Yunus 100

 “De ki: Ben kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir menfaat verme gücüne sahip değilim. Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Eceli geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.” Yunus 4

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. Hadid 22
“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Tevbe 51

“Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.“ Tegabün 11

Hiç yorum yok: