24 Ekim 2016 Pazartesi

Ancak ALLAH için savaşabilirsin!

Çünkü ALLAH için yaratılmış olduğundan başkası adına değil savaşmak, hiçbir mücadele yahut hizmette bile bulunamazsın.

Eğer mümin isen!

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111 

Peki, ALLAH için savaşmak, mücadele etmek veya hizmette bulunmak nedir diye sorulacak olursa; vahiyle indirilen Kur’an’ı Kerim ve içeriğindeki hükümlerdir.

Lakin rivayete yani söylenti ve dedikodulara dayalı dinlerin din edinilmesinden vahiy öyle dışlanılmıştır ki, küfür yani batıllık İslamlaştırılarak neredeyse her şey beşere odaklandırılıp hak ile harmanlaştırılmak suretiyle hümanizm doğrulmuştur. 
   
Her şey bir dindir! Dolayısıyla tarih boyunca yapılan savaşların temel nedeni dindir; yani rejimdir; kanunlardır; insandır; ALLAH’tır; topraktır; egemenliktir. Ancak bu din; ister semavi olsun, ister olmasın; ister seküler-laik-demokrat, ister şeriat olsun; ister insan, ister ALLAH adına olsun; ister millet, ister ümmet lehine olsun; ister hak, ister batıl olsun! Sonuçta savaşan her devlet veya millet, düşman ilân ettiği toplum üzerinde egemenlik kurmak ister.

Savaşın, tıpkı doğal afetler ve ölümler gibi hayatın vazgeçilmez bir parçası olduğu her ne kadar aşikâr ise de devletler; bir taraftan savaşın çirkinliğinden ve dehşetinden bahisle hümanist söylemlerle silahsızlanmayı, barışı ve insan yaşamına verdikleri önemi vurgular; diğer taraftan savaşabilmek için namütenahi hazırlıklar yaparak bütçelerinin büyük bir kısmını silahlanmaya harcayıp adına da ‘savunma’ koyarlar. Madem her şey halk yani insanlık için ise, kime karşı savunma?

Ne var ki, manipülasyonlarıyla dengeyi muhafaza edebilmek adına kendi kıstaslarına göre köleleştirdikleri insan haklarını gözetir ama kulluk ve ALLAH hakkına gelince terör yaygarasında bulunurlar. Dolayısıyla barışı, uzlaşmayı, huzur ve güveni ancak nefsi çıkarları güdümündeki bir egemenlik doğrultusunda isterler.

Yapılanlar ne için; kime hâkimiyet kazandırabilmek için; kimi yerip üstünlük sağlayabilmek için?

Böylesi bir ikilemi seyirci mantığıyla seyreden dünya kamuoyunun bir kısmı haksızlıklara destek verir; bir kısmı sessiz kalmayı tercih eder; bir kısmı da iman ettiği ALLAH’ı inkâr edercesine kurallarına muhalif olup seküler-laik-demokrasi’nin yanında ter alır. Ancak toplumların caydırıcı bir güç oluşturarak “kul rabli” düzenlere baskı uygulamamaları, hak ve adaletin yanında yer almamaları daha sonra aynı acılara kendileri müstahak olur.  

Her insan, çıkarı yahut inancı gereği ölmek ya da öldürmek adına savaşır. Dolayısıyla hümanizmi yani insana duyulan haklar özde değil sözdedir. Çünkü hiçbir güç ve söz kadersel sürecin önüne geçemediğinden her kul sırası geldiğinde ve fırsatını yakaladığında savaşmaya ve acılar içinde yaşamak istemeye ve öldürmeye mecburdur.

Toplumlar, her ne kadar demokrasiyle yönetildiğini iddia etse de, devlet üzerinde hiçbir yaptırımları bulunmamakta ve totaliter rejimlerde olduğu gibi devlet diktasıyla alınan kararlarda etkili olamamaktadırlar. Çünkü devletler, toplumların yani milletlerin dilekleriyle değil güdümü altında oldukları emperyalist yahut bağlı oldukları uluslararası güçlerin kural ve direktifleri altındadır. Bu, Mutlak İrade’ye karşı insanı egemen kılan ve özgürlüğü savunan toplumların çarptırıldığı öyle bir lanettir ki, kulluğa karşı gelenin nasıl özgürlük manipülasyonuyla köleliğe razı gelinebildiği bir süreçtir. Geçekte özgür bir iradeye sahip olamayıp kulluğa mahkûm insanoğlunun demokrasi gibi bir yalana kanabilmesi kadersel mühürden başka bir şey değildir.

Savaş, tıpkı afetler gibi yaşamın kaçınılmaz bir olgusu olduğuna göre, doğru saflarda yer almak ve öldükten sonraki ebedi hayatı da garantilemek kaçınılmaz olmalıdır. Benlikleri adına savaş kararı verenler ‘Allah’ olmadıklarına göre kimdirler? Kararların hangi temel hükümler çerçevesinde ve neye göre alındığını bilmek, ölüme giden her insanın vazgeçilmez hakkıdır. Nefsi düzenleri hâkim kılabilmek, ırkları güçlendirebilmek ve hak olmayan dinleri (rejimleri) yayabilmek adına yapılan savaşların ALLAH nezdinde hiçbir değeri ve getirisi yoktur.

Hâlbuki ne için mücadele veriliyor ya da savaşılıyorsa, o meşru, helâl yahut mükâfata değer olmalıdır. Eğer mükâfat dünya ile sınırlıysa, öldükten sonraki hayat için vaat edilen nedir? Çünkü yenilecek olan hayvanın başı dahi Allah adına kesilmiyorsa, o hayvanın eti haram sayılmaktadır.

İnsanları; hükümetler, iktidarlar veya devletler yaratmadığına göre, ölmeleri veya öldürmeleri hakkında karar verme yetkileri de yoktur. Bu sebeple insan ancak Rabbi adına savaşmalı, O’nun için ölmeli veya öldürmelidir. Dolayısıyla vatan-millet-devlet-bayrak ve dünya menfaatini kapsayan herhangi bir şey için can vermek gayrimeşrudur ama ALLAH’ın düzeni için bütünleşmişler ise meşrudur!

“Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” A’raf 3

“Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.” Al-i İmran 19 

“Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. “ Al-i İmran 85

“Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.” Bakara 244


Hiç yorum yok: