17 Mayıs 2014 Cumartesi

Bilmiyorlar ama bilge kesiliyorlar!

Neden?

Bir bilginin en ucuz ve adi yolu ezbersel ve teorisel eğitimle elde edilendir. Öğrenilmesi gereken gerek dinsel gerek bilimsel gerek sosyal gerekse siyasal gerçeklerin okullarda öğretilememesinin nedeni; bilgilerin pratiğe uygulanmaması yani tecrübe edindirilmemesi, okullarda çok acı çektirilmemesi ve bizzat yaşatılarak derinlere indirgenememesindendir. Böylece insanların okulda aldıkları eğitimle hayatta karşılaştıkları gerçeklerin zıtlığından ne öğrendiklerine iman edebilmekte ne de bir arpa boy yol kat edebilmektedirler. Kozmik ürünler, süslemeler, göz boyamalar ve karşılığı olmayan abartılar dışında!

Allah, diniyle ilgili kendisine nasıl ümmi bir elçi seçerek milyarları rehber edindirmiş ise; keşifler gerçekleştiren insanları da okula gitmemiş, aptal gerekçesiyle okuldan kovulmuş, yoksul, kimsesiz ve çağdaşlarınca horlanan kimselerden seçmiştir.

Allah, Resulüne vahyi, zihnine ve kalbine ezbersi sokarak öğretmedi, önce yaşatarak tecrübe edindirdi, sonra vahyi göndererek bilgiyle bütünleştirdi. Böylece önce tadılarak elde edilen bilgi, ruhun ve bedenin derinliklerine işlemesinden şüphe ve tereddütsüz bir iman doğurtur. Dolayısıyla hayatta yaşanılmamış bir bilgi, ancak merkebin sırtında ciltlerce kitap taşımasından farksızdır.

“Akıl mı Kader mi” adlı kitabımda anlattığım ve başımdan geçen olayların sadece % 30’na değindiğim tecrübeler sonrası öyle bunalmış ve intihara kalkışacak bir psikolojiye bürünerek darmadağın olmuştum ki, hiçbir öğüt fayda vermiyor, zenginliğim para etmiyor, dengem düzeltilemiyor, -60 ile +60 arasında gidip gelmem durdurulamıyor, öldürücü sıkıntılarıma çare bulamıyordum. Ne zaman işten elimi ayağımı çekerek Kur’an’ı incelemeye başladım; Kur’an’ı Kerim’in sanki bana indiğini hissederek, ne yaşamışsam hepsinin karşılığını ve niçinlerini bulabilmemin mutluluğuyla heyecanlanarak yeniden doğmuştum.

Sorun var, maddi çözümlerle gidermeye çalışıyorsun ama önüne öyle ruhi çözümsüzlükler çıkıyor ki, ya giderecek ya da intihar ederek sözde sorunlarına son vereceğini düşünüyorsun.

Maalesef günümüzde ahkâm kesen din ve bilim adamları, okuldan eve, evden okula gidip gelmelerinden elde edindikleri bilgilerle her ne kadar sayısız unvan almış olsalar da, hayatın giriftli tecrübelerini edinmemelerinden bilgileriyle iman edememekte, artıklarla beslenerek ezberleriyle itibar kazanmaktadırlar. Birçok din adamı ya da ilahiyatçı var ama inandıklarını iddia ettikleri yaratıcı ve hükümlerine iman yok; birçok namlı bilim adamı var ama bilgileriyle gerçekleştirdikleri tek bir keşifleri yok! Dolayısıyla o din ve bilim adamları imza ya da fotoğraflarından başka ne verebilirler ki!

Bir olayla ilgili fotoğrafta; fotoğrafı çekilen, fotoğrafı çeken ve fotoğrafa bakan vardır. Eğer fotoğrafı çekilen değil de çeken ya da bakan isen; ne anlar ne kavrar ne heyecanlanır ne de hissedebilirsin!

Cuma günü Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Soma olayıyla ilgili verdiği hutbede; “kader ve ecel, insanoğlunun ihmal ve sorumluluğunu asla ortadan kaldırmaz; takdir, insanoğlunun tedbir sorumluluğunu kaldırmaz.” Muğlâk ve akıl karıştırıcı bir ifade! Kader ve ecel, ihmal ve sorumluluğunu mu ortadan kaldırıyor ki, sanki suçluyu kayıracağı ya da cezalandırılmayacağı düşüncesiyle ahkâm kesebiliyor? Kader ve ecel ile ihmal ve sorumluluk bambaşka kavramlar ve yaptırımlar değil midir? Peki, insanoğlunun tedbir sorumluluğundaki güdü iradesel mi kadersel midir? Eğer Allah, insanoğlunun tedbir almasını dilememişse, o insanın iradesiyle tedbir alabilmesi mümkün müdür? İnsanoğlunun ihmal ve sorumluluğu ve hükmedileceği ceza da kaderin bir gereği değil midir?
İradenin anlamı dilek değil midir? Eğer Allah, İnsan Süresi 30.Ayette; “Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” buyuruyorsa, özgür yahut cüz’i iradeye nasıl sahip olunabilir? Neden inanılan ayetlere iman edilemiyor; yukarıda ifade ettiğim gibi idrak edebilecek yaşanılmış bir hayat tecrübesi bulunamamasından!  Çünkü fotoğraf çektirmemiş ki, bilgiyle yaşadığı tecrübeyi kıyaslayabilisin!
Talebelerinden biri, Konfüçyüs’e; “Ölüm nedir?” diye sorduğunda, “Hayat hakkında ne biliyorsun ki sana ölümden bahsedeyim.” der.

Yaratıcı’ya kayıtsız-şartsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeye inananların fikirsel mücadeleleri, yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtların niçinleri dikkate alınmaksızın düşünceler deryasında devam eder.  Hıristiyan ve Yahudiler tıpkı ateistler ya da deistler gibi "özgür irade"yi; Müslüman kimliklerde "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle kâinatsal düzenle ve vahiyle örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda bulunurlar. Ateistler, haklı olarak şu soruyu sorarlar: “İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Allah mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?” Bu yüzden vahiysel dinin çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene hâkim olmadığını ve yalan söylediği hezeyanında bulunan ateizm, mantıklı ve tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında kendilerince mantığa ulaşırlar. İlâhiyatçılar, olaylara göre "İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Allah özgürdür, Mutlak İrade sahibidir ve her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; insan mı, Allah mı?

Allah’a iman ettiklerini iddia eden Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi ilâhiyatçıların, özgür irade, cüz’i irade ve külli irade anlayışları, ne dünyanın gerçekleriyle, ne “o kitap” ile ne de vahiy ile bütünleşmektedir. Değiştirilmiş ve lağvedilmiş olmalarından dolay İncil ve Tevrat’la örtüşüp örtüşmemesi her ne kadar bir önem arz etmiyor ise de, ateistler gibi mutlak özgür bir iradeyi savunmalarından ötürü semavi olmadıkları, insanı yeryüzünde egemen kılarak tanrılaştıran itikatlarından gökle yeri ayırıp Yaratıcı ile aralarına sınır koymalarından batıl oldukları aşikârdır.
  
Hâlbuki mutlak irade gerçeği apaçık ortadayken, kader sanki bir gizemmiş gibi tarih boyunca araştırılmasının, tartışılmasının ve anlaşılmaması için akıllar ve kalplerin iğfal edilmesinin nedeni, insanın kullaşmasını engelleyebilmek içindir. Zaten inandıkları dinlerinde bile ihtilafa düşerek parçalara ayrılan, kulları ilâhlaştıran kendileri değil midir?

Gerek ruhsal gerekse fiziki deliller son derece açık ve anlaşılabilir olmasına rağmen, bizzat yaşadıkları olayları yorumlayamayanların gerçekle yalanı ayırt edemeyerek muhakeme edememelerinin nedeni; bilgilerinin amelsiz ve tecrübesiz olmalarındandır.  

Yaratıcı ile yaratığın çatışmasına neden olabilecek bir irade paylaşımının söz konusu olamayacağı, düzenin hâkim tek güç tarafından yönetme ve yönlendirme mecburiyeti bulunduğu ve Mutlak İrade’nin her ne şartta olursa olsun kendini acze uğratabilecek bir yetkiyi cüz’i de olsa hiçbir yaratığa devredebilmesinin mümkün olamayacağı, egemenlik hakkının “olmazsa olmaz” temel altın kuralıdır. İslam referanslı ilâhiyatçıların fikir ve fetvalarının Kur’an hükümleriyle ve yaşamın gerçekleriyle çelişmesi, acaba “Kur’an dışında başka bir delilleri ve yaşadıkları farklı bir dünyaları mı var” sorusunu gündeme getirmektedir.

Dolayısıyla Hıristiyan ve Yahudiler ‘özgür irade’; İslami kimlikler ise cüz’i irade var diyerek Mutlak İrade yani  ‘Külli İrade’ye de inanırlar. Özgür İrade savunucuları Allah’ın tahtına doğrudan ortak oluyor, Cüz’i İradeciler de Allah’a diyorlar ki, ‘biraz çekil de bizde tahta oturalım.’ Diğer bir ifadeyle Külli İrade’ye çomak sokmaya çalışıyorlar. Peki Külli İrade, kendisine çomak sokturarak kurduğu çarksal düzenini sekteye uğratır ya da müdahale ettirir mi? Sonuç itibariyle kayıtsız-şartsız Allah’a teslim olan İslam’ı değil, cüz’i iradenin de egemen olduğu laik güdümlü bir İslam anlayışı doğurtulmaktadır!   


“De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Hucurat 16

Hiç yorum yok: