6 Mayıs 2014 Salı

Adalet yok; hukuk var! Allah yok; insan var!

Seküler hukukta egemen insan, vahyi hukukta ise egemen Allah’tır. Dolayısıyla insanın egemen olduğu hukuk siteminde adalet değil hukuki kurallar geçerli olduğundan suçun nevi yerine usul ve aklama maksatlı gizlilik gerekçeler, ayrıca suçlunun gücü, makamı ve etkisi baz alınarak yargıya gidilmektedir.

Adalet, her ne kadar kıldan ince kılıçtan keskin olması gerekirken, seküler hukuk; vicdanlara adaleti değil Allah dışı kanunları yerleştirdiğinden nefsi yargılar hüküm sürmekte,  dolayısıyla nüfuslu suçlular ile zayıfların cürümleri felaketsi bir ayırımcılığı doğurmaktadır.  Bu sebeple suç işleyen nüfuzlu ise aklanabilmesi için; ya kanunlarda joker misali saklanılan yasalar devreye sokulmakta ya yeni kanunlar düzenlenmekte ya da vicdanları deşen dayatmalarla ardı arkası kesilmeyen ve birbirlerini geçersiz kılan kararlar alınmaktadır. Yetmedi ise yeniden yargılanma gibi manipülasyonlara başvurularak beraat sağlanana dek süreç sürdürülmektedir.

Zayıfı, güçlünün kölesi haline sokan seküler hukukta kulsal bir vicdan değil nüfuzluyu dokunulmaz kılan bir anlayış mevcuttur. İslami adalet, kulluğu ve ahlakı; seküler hukuk ise nefsi ve maddeyi mukim kılar!

Eğer hukuk ve uygulayıcıları, kendilerini insana değil Allah’a adayarak verecekleri hesabın yüklemiş oldukları ağır mesuliyetin sorumluluğunu taşımış olsalardı; maddi değil manevi vicdan taşır, ölçüleri Allah’a ve hükümlerine bağlılıkta olurdu. Adaletin başı beşer korkusu değil Allah korkusu olmalıdır. Dolayısıyla yaratıcı Allah’ı dışlayan seküler hukuk teoride olduğu gibi pratikte hak ve adaleti sağlayamaz!

Unutulmamalıdır ki, kamu adına hareket eden tüm kamu görevlileri gibi yargıçları da maddi müeyyidelerle denetim altında tutmanın mümkün olamadığı tecrübe edinilen haksızlık ve adaletsizliklerle kanıtlanmaktadır. Hiçbir denetim Allah korkusundan daha tesirli değildir. Çünkü nefsi arzu, istek, hırs ve azgınlıkları yegâne hapseden Allah korkusu ve vereceği hesap duygusudur.
Savcı ve hâkimler, adaletli kararları için merkezi otoritenin korkusundan önce kendi vicdanlarını denetim otoritesi olarak görmezler ise, onlardan adalet beklenemez. Diğer yandan Allah’a iman, aşk, tazim ve korku taşımayanlarda vicdan olabilir mi? Yaratıcısı Allah’a karşı duyarlı olmayanın adalet terazisine duyarlı olabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla seküler hukukun yargıçları, vicdanlarının denetimiyle baş başa bırakılamaz!
  
Seküler rejimde başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere bakanlar ve meclis üyeleri sorgulanamaz, dokunulamaz, yargılanamaz, suçlamada bulunulamaz iken; İslami rejimde iki cihan sultanı dahi olsan bir hâkimin davetine itiraz etmeksizin riayet edilir ve aleyhte karar çıksa da boyun bükülür!

İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, fethin üzerinden yaklaşık on sene sonra cami inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Sinan Atik isimli Rum mimara teslim eder.

Fatih Sultan Mehmet, fetihten on yıl sonra da Mimar Atik Sinan’a, kubbesi Ayasofya’dan daha büyük bir cami yapması için emreder. Atik Sinan her ne kadar bu işe “Emrin başım üstüne” diyerek başlasa da, malzemeler arasında bulunan yüksek mermer sütunları kendi hesabına göre ölçüp biçip “üç arşın” kestirdikten sonra yaptığı cami Fatih’in istediği ölçüde heybetli olmaz.

Fatih Sultan Mehmet, yeni yapılan camiyi görünce “Kubbesi Ayasofya’dan daha büyük olsun...” emrine neden uyulmadığını sorar. Mimar; büyük bir depremde caminin yıkılacağından korktuğu için kubbesini Ayasofya’dan daha küçük yapmak zorunda kaldığını ve bu yüzden sütunları kestirdiğini söyler.

Fatih, mimarın hem Ayasofya’yı (emrine rağmen) özellikle kayırdığını düşündüğü için hem de kendinden izin alınmadan böyle bir işe kalkıştığı için “Mermer sütunları kesen ellerin kesilmesi” emrini verir.

Mimar Atik Sinan bunu özellikle yapmadığını “Hesaplarına göre Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük bir kubbenin, ilk depremde yıkılacağını” düşündüğünü söyler ama emir büyük yerdendir ve geri dönüşü olmadığından elleri kesilir.

Fakat çevresindekilerin de cesaretlendirmesiyle, mimar haklılığına olan güvenini daha da bir pekiştirir ve “İstanbul’u fetheden, fatihler fatihi, Padişah Fatih Sultan Mehmet”i mahkemeye verip hakkını aramak için Kadı Hızır Bey’e şikâyet eder.

Fatih mahkemeye gelir ve duruşma başlar; Fatih Sultan Mehmet çok büyük bir insan olabilir ama emrindeki birini mahkeme etmeden cezalandırmıştır. Karşı taraf savunmasını yapar, mimar gerekçelerini açıklar ve kadı kararını verir: Fatih Sultan Mehmet’i suçlu bulunur ve kendisi de mimara uyguladığı cezayla yani elleri kesilerek cezalandırılmasına hükmeder.

Bunu duyan Mimar Atik Sinan kulaklarına inanamaz ve kadıya yalvararak şikâyetini geri çeker. Kadı, bunu göz önünde bulundurarak cezayı maddi tazminata çevirir ve mimara yüklü bir miktarda para verilmesine karar verir.

Evliya Çelebi`nin aktardığına göre, karardan sonra Fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; "Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkûm etmeseydin bununla başını paramparça ederdim" der. Kadı Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir: "Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik deşik ederdim" der.


Hem seküler hukuk’u savunacaksın, hem de adalet bekleyeceksin! Ölünün kırık kolunu tedavi etmek nasıl ölüye bir fayda getirmez ise, seküler hukukun içtihatları da adaleti tesis edemez!

Hiç yorum yok: