19 Kasım 2013 Salı

Bir tarafta müşrikler, bir tarafta münafıklar;

Bir tarafta düşmanlar, bir tarafta hainler; bir tarafta asiler, bir tarafta sapkınlar; bir tarafta zalimler, bir tarafta riyakârlar; bir tarafta sömürücüler, bir tarafta çıkarcılar; bir tarafta maskeliler, bir tarafta benciller; bir tarafta nefisler, bir tarafta uzlaşma arayışalrı gibi uzayıp giden bir karmaşa ve o karmaşadan çıkmak isteyerek düzlüğe kavuşmaya çalışan bir insanlık! Nerede erdemlik; nerede hak ve adalet!
Dikkat edilirse yanlışın yani nefsin rehber alındığı bir bocalamayla doğru ve iyiye ulaşabilmek mümkün değildir. Çünkü sürdürülen mücadele sağlam yapıda gerçekleşmediğinden hak ve adalet adına yapılmaya çalışılan her şey, bumerang misali geri dönmekte; dolayısıyla batılın tahrip edici varlığı hız kesmeden sürebilmektedir.
Sorun; karşılaşılan sorunların o sorunları ortaya çıkaran batıl düşüncelerle çözülmeye kalkışılmasıdır. Bu sebeple çözüldüğü sanılan problemlerin yeniden nüksederek daha da kronikleşmesine yol açması, tıpkı öldürücü bir hastalığın engellendiği sevinciyle birlikte yeni birçok hastalığın üremesi gibi!
“Karşılaşılan önemli yaşam sorunları, o sorunları ortaya çıkaran düşünce düzeyinde çözülemez.” Einstein

Yanlışı yanlışla çözebilme teorisi, yanlışın çözülmek istenmediğine bir kanıttır. Çünkü yaratıksal bir aklın yanlışı çözebilmek gibi bir iradesi ne dün ne bugün ne de gelecekte mümkün olmayıp, yaratıcının Etkin Aklı ve Mutlak İrade’si saf dışı bırakılmadığı müddetçe de imkânsızdır.

Siyasilerin yaşattıkları vahamet yetmiyormuş gibi ‘daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasi’ çığırtkanlıklarıyla nefisleri sınır tanımaz doruğa ulaştırıp topyekûn suça azmettirme çabaları, insanların benliklerini okşamasından dolayı gelecek felaketsi sonuçların idrakini önlemektedir.

Özgürlük, suç demektir. Çünkü özgür bir nefis toplumu değil kendini düşünür. Demokrasi de özgürlüğün siyasi bir terminolojisi olmasından arzulara ulaşabilmenin nefsi anahtarıdır. Bu sebeple terörist, dinsiz, namussuz ve isyancıların yegâne argümanı olan demokrasi, bir toplumun akıllarını karıştırıp mahvetmenin kapısıdır.
   
‘Demokrasi’ ve ‘demokratik devlet’ kavramlarının ne olduğu ve açıkça tanımlanmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Çünkü egemen ideolojinin etkisine göre biçimlenerek; kimi zaman çoğunluğun, kimi zaman azınlığın, kimi zaman da bireyin hak iddiasında bulunmasını meşrulaştırıyor ki, karmaşada böylesi çarpık bir anlayıştan çıkmaktadır. Dolayısıyla demokrasi, her ne kadar halkın özgürce aldığı kararlar olarak servis yapılsa da, demagoji yapanları ve despotların elini güçlendirmektedir. Zaten dünyada ki gelişmeler, demokrasinin, despotizmin manipüle edilmiş bir tezgâhı olduğunu kanıtlamaktadır. 

Peki, ne yapmak gerekir ve nasıl bir sistemle nefisler hapsedilip huzur ve güvene kavuşulabilir?

Kul olan bir varlığın dilediğini yapabilecek bir özgürlüğe ulaşabilmesi mümkün müdür; demokrasi düşüncesiyle dilediği bir düzeni kurabilme ve karar alma iradesine sahip midir?

Bir toplumda çoğunluk yaratıcıları olan Allah’a iman etmiş ise, inkâr edenin rejimde söz hakkı olamaz ama adalet gereği her türlü haksızlıklardan muhafaza edilirler. Eğer bir toplumda Allah’a iman edenler azınlıkta ise, o toplumun bekası için İlahi kanunlar tebliğ edilmeli ve mücadelesi sürdürülmelidir. Çünkü insan sadece kendinden değil komşusundan başlayıp dünyadan da sorumludur.

Örneğin; Dans, ilk defa Kanuni zamanında Fransa'da yapılmaya başlanmıştı. O zaman Osmanlı İmparatorluğunun sınırları Avrupa’nın ortalarında idi ve Fransa'ya dayanıyordu. Bu dans denen ahlaksızlığın yapılmaya başlandığını duyan Kanuni, zamanın Fransa Kralına bir mektup yazdı. Kanuni'nin Fransa Kralına yazdığı tarihi mektup aynen şöyleydi: 

“Ben ki, kırk sekiz krallığın hakanı Kanuni Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım rapora göre, memleketinizde dans adı altında kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle insanlar arasında fuhuş amaçlı oyunlar oynatmakta olduğunu işitmiş bulunmaktayım. Hemhudut olmaklığımız dolayısıyle, iş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali muvacehesinde Name-i Hümayunum elinize ulaştığından itibaren derhal son verilmediği takdirde, bizzat Ordu-yu Hümayunumla gelip men'e muktedirim!..”

Nasıl ki bir kişinin yanılışı aileyi etkileyip töhmet altına sokabiliyor, azınlığın yanlışı topluma tesir edebiliyor ve bir toplumun yanlışı da diğer toplumlara hatta dünyaya kıvılcım olabiliyor ise, yaratan kim ise O’nun hükümlerinin egemen olabilmesi adına insaniyet namına vahyi düzen tesis edilmelidir. Beşerin nefsine göre düzenlediği helal ve haramlara değil Allah’ın yaratıcı olması hasebiyle hükmettiği helal ve haramlara itaat etmek zorunludur.  

Aslında her insan; yaratıcı mı yoksa yaratılanın mı düzen kurmaya liyakatlidir muhasebesini yapmaya haizdir. Ne yazıktır ki nefsinin arzularına sahip çıkamayan insanın ‘benlik’ hırsı, bu kadar basit bir muhakemeyi dahi yapamamasına neden olmaktadır.        

Yaratıcı Allah’ın koyduğu hükümlere karşı çıkan bir kişi yahut toplumun asi düşünce ve davranışları ‘neden’ sorusuna açık bir yanıttır. Sürekli şikâyet, isyan, bitmek tükenmez musibet, sıkıntı, kahır, kayıp ve daha nice menfi olaylarla karşılaşan insanlar, neden özgürlüklerinin gereğini yapıp da olumsuzlukları defedemiyorlar?  Şayet özgürlük ve demokrasi, acılara son veremeyip kötülükleri aşamıyorsa yaptırımı nedir?

Ancak Allah, başa verdiği belâlarla birlikte sabır da akıttığından, iman edenler ve hükümlerine boyun eğenler ne kadar kötü durumlarda olurlarsa olsunlar, ‘beterin daha beteri’ var diyerek kesinlikle şikâyet, intihar yahut isyana kalkışmayıp, “Allah bize yeter” itikatlarıyla metanete bürünüp felaketlerin Allah’tan geldiği imanlarından dolayı mutlulukla karşılayabiliyorlar.

Şeriatın verdiği huzur, güven, mutluluk, hak ve adaleti bilmemek başka bir şey, bilinmediği halde düşmanca kin ve nefret güderek karşı çıkmak bambaşka bir şeydir. Yaratıcı Allah, yarattığı kuluna zulmeder mi yahut haksızlık ve adaletsizliği mukim kılacak hükümler getirir mi?

1990 yılında Malezya eyaletlerinden biri olan Kelantan başbakanının davetlisi olarak bir haftalığına görüşmeler yapmak üzere orada bulunmuştum. Müslüman nüfusu %45 olup, geri kalan Hindu, Budist ve Hıristiyan dinlerine sahiptiler. Lakin seçimleri İslam partisi kazandığından Kelanten, şeriatla idare ediliyordu. Çok şaşırmıştım. Nasıl oluyor da nüfusu %45 olan Müslüman olan bir eyalette şeriat hüküm sürebilirdi?

Merakla araştırmaya koyularak neredeyse her dine mensup kadın ve erkekle görüşmeler yapmam sonrası aldığım yanıtlar, kişinin dininden, ırkından yahut ideolojisinden ziyade huzur ve güveni önemsediklerini ortaya koyuyordu. Çoğu alkolün, barın, pavyonun, kumarhanenin, hırsızlığın, cinayetin, dolandırıcılığın ve kavgaların olmamasından duyduğu memnuniyeti dile getirerek; eşlerinin zamanında eve geldiklerini, sarhoşluğun, aldatıcılığın, hırsızlığın, cinayetin ve kutuplaşmaların doğurduğu kötülüklerle karşılaşmadıklarını ve şeriatın yaşam biçimlerine müdahale etmeyerek huzur ve güveni sağlamasından desteklediklerini belirtmişlerdi. Dolayısıyla şeriat nefislerde irkileme uyandırsa da pratikte mutluluğuna doyum olunamayan bir rejimdir!

Düşünün ki, Hindu’suyla, Budist’iyle, Hıristiyan’ıyla çoğunluğu elde eden bir toplum şeriattan memnun ama Müslüman olduklarını iddia edenler şeriata karşı! Acaba kötü olan şeriat mı, yoksa görünüşte insan olup da kalben sapık olanlar mı?


“Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüde mi düştüler? Yoksa Allah ve Resulünün kendilerine karşı zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, işte onlar asıl zalimlerdir.” Nur 50

Hiç yorum yok: