10 Nisan 2012 Salı

Neden Demirel değil de Evren ve Şahinkaya?

Cumhuriyet ve demokrasi manipülasyonuyla CHP Diktatörlüğünün Türkiye Cumhuriyetini askeri bir isyanla kurmuş olmasından, özellikle CHP ve MHP’nin 12 Eylül darbesini gayrimeşru addetmeleri; partilerinin kapatılması ve bozguncu siyasetten el çektirilmelerinden başka bir şey değildir. Türkiye Cumhuriyeti, millet iradesinin hâkimiyetine değil de askerin despotizmine teslim edilmemiş miydi? Düne kadar Türkiye, Genelkurmay vesayeti altında değil miydi? Halkın seçtiği Hükümetleri güden generallere ses çıkarılmıyor da, darbe yaptıkları zaman mı suçlanıyorlar? Bugün dahi halkı acımadan tepeleyecek olan tutuklu darbecileri savunan CHP ve MHP değil midir?

CHP’nin askeri güçle yönettiği ülkeyi DP’nin kazanmasıyla hükümetten çekilmesini iktidar zanneden ahmaklar, her şart ve koşulda CHP iktidarsal varlığını seçimle engelleyebilecekleri hezeyanlarından zamanın Başbakanı Adnan Menderes mücadele etmeksizin teslim olmuş ve boynunu darağacında bulmuştu. Oysa isyan edenler Başbakan’ın emrindeki bürokratlar olup, kararlı ve cesur davranılabilseydi 27 Mayıs ihtilalı gerçekleşmez, millet adına başta provokatör İsmet İnönü olmak üzere darbeye kalkışanların tamamı Menderes yerine ipte sallanırlardı. Sonuçta idam edilen Adnan Menderes değil milletin ta kendisiydi.

Adnan Menderes cephe lideri değil salon adamıydı. Devleti yönetmeye aday her siyasetçi, eş, çocuk ve dünya heveslerinden tamamen soyutlanıp kendini halka ve adalete adayarak cephede savaşan bir asker misali vazifesini yerine getirmekle mükelleftir. Halkın yarısından fazlasının oyu ile hükümete gelmiş bir Başbakan, o desteğe rağmen isyancılara teslim olabiliyor ise; o, kendine güvenen milletine ihanet etmiş bir korkaktır. Halkını ardına takarak onurlu bir mücadeleyi başlatamamasının bedelini hem kendine hem de milletine ödetti. Kanının son damlasına kadar mücadele ederek ölmektense, korkarak idam edildiğinden asla şerefli sayılamaz!

Son dönemin Osmanlı Sultanları da baş gösteren aynı isyanlara karşı dik durmamalarından devletlerini kaybetmediler mi? Örneğin Sultan Abdülhamid, Çırağan Sarayında hiçbir şeye karışmayacağını ifade ederek sessizce yaşamını sürdürmesi konusunda pazarlık yapacağına, iktidarının gereği isyancılara karşı âliye milletin ve düzenin menfaati adına mücadele edebilseydi, ne asiler egemen olur ne de Osmanlı Devleti ziyan olurdu. Ancak vahiy karşıtı hümanist duygularının “kardeşkanı dökülmesin, askerlerim kurşun atmasın” acziyeti, dünyaya kök söktürmüş Osmanlı Hanedanlığını rezil rüsva etmesine neden olmuştu. Asinin kardeşkanını düşünmeyip kardeşine karşı düşmanca saldırabilmesine teslim olunabilir mi?

Hak düzene karşı isyan eden öz kardeşin ve baban dahi olsa, kurşun sıkılması meşrudur ve Allah’ın bir emridir. Ki, Peygamberimiz zamanında dahi hak ve adalet uğruna baba oğula, oğul babaya, kardeş kardeşe karşı savaşmamış mıydı? Osmanlı Hanedanlığının çöküşü ve akabinde batışının arkasındaki gerçek; Batının kültür ve yaşamına meylederek, saltanat hevesinin kalplerini sarmış olması, dolayısıyla vahyi ve cesaretlerini yitirmelerindendir. Dolayısıyla batılılaşmış bir Osmanlı Hanedanlığı, pespayeliğin ta kendisidir ve saygı duyulması söz konusu olamaz.

Bugün hesap sorma gerekçesiyle yargılanan 12 Eylül darbesinin ve ortaya çıkardığı felaketlerin tek sorumlusu zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’di. Sadece bürokrat olan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın sorumlu tutulması, milletin nasıl muhakemeden yoksun olduğunu kanıtlamaktadır. Öyle olmasaydı, kendilerine ihanet ederek onca zulmün müsebbibi Demirel’i tekrar Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına getirirler miydi?

İnsanlar, insan olduğunu anladığı gün muhakeme yetisine kavuşabilirler.

Millete binbir türlü vaatte bulunarak, mal, can ve güven emniyet sözü verip asayiş ve refah adına seçimleri kazanarak iktidar garantisiyle Başbakan olan Süleyman Demirel, ülkeyi kan gölüne çevirip halkı birbirine kıydırmasıyla meydana gelen kaosu önleyebilmek için bürokratları Kenan Evren ve Kuvvet Komutanlarını devreye sokmasının adı bir darbe ise, o darbeyi yapan Süleyman Demirel ve hükümetidir. Komutanlar sadece bir tetikçi misali perde arkasında kendilerine emredilen görevi yapmışlardı…

Hükümetleri ve Cumhurbaşkanlığı boyunca Genelkurmay’ın buruğundan çıkmayıp şapka ve hazır cevap şovu yapan Süleyman Demirel, masonik taktiklerle gerçeği algılatmada usta bir illüzyonist olmuş, böylece vazgeçilmezliğini sürdürerek halkı aptala çevirmişti.

12 Eylül ihtilalı, Başbakan Süleyman Demirel’in bilgisi dâhilinde olduğu, ülkeyi içinde bulunduğu hayati krizden çıkaramaması üzerine ABD ile mutabakata vararak askeri görevlendirdiği konusuna hiç değinmeyeceğim. Madem ülkeye huzur ve güven sağlayacağı vaadiyle halkın desteğini alarak Başbakan olmuş; ülkeyi karışıklığa sürüklemenin, pkk terörünü güçlendirmenin, yıkıcı ayrımcılığın ve çatışmaların, otoriteyi sağlayamayarak emrine bağlı askerin darbe yaparak halkı katlettirmesinin ve mücadelede bulunmayarak hükümetini teslim etmiş olmasının hesabını vermelidir.

Halkından oy alarak Başbakan olmuş bir siyasetçinin onuru, ya mücadele ederek gerekirse görevinin başında ölmek, ya da şerefsizce koltuğunu terk etmektir. Çünkü halk, söz konusu Başbakan’a güvenerek destek çıkmış; baskı, şiddet, işkence, korku, öldürülmek yahut zor şartlarda görevini bırakıp teslim olması için değil! İktidar olunamayacak ise, neden seçimlerle halk aldatılıp akabinde “emrimdeki asker darbe yaptı, ne yapabilirdim” açıklaması, özrünün kabahatinden daha korkunç olduğunu kanıtlamaktadır.

Böylece kendini de mağdur olanlar kervanına katarak, idamlık suçundan kurtulmuştu. Yoksa kendini halkına adamış muktedir bir Başbakanın darbe yaptırması ve iktidarını isyancılara peşkeş çekebilmesi mümkün müdür? Halkının düzenini sağlayamayarak birbirini öldürten bir hükümetin hiçbir şey olmamış gibi sorumluluğundan kaçabilmesini hangi vicdan ve hukukla bağdaşlaştırabiliriz?

Meydanlarda atıp tutarak, tanrısal vaatlerde bulunup böbürlenerek kazanılan iktidar, asıl zor zamanlarda, isyan ve işgale uğradığındaki tavrıyla orantılıdır. Şükürler olsun ki haçlı düşmanlarla bir savaşa girmemişiz. Şüphe olmasın ki Demirel, tek bir mermi atılmadan teslim bayrağını çekerdi.

Bu sebeple 12 Eylül askeri bir darbe değil, Süleyman Demirel Hükümetinin bir darbesidir.
Askerin meclis ve hükümete karşı müdahalesi demokrasi dışı darbe sayılıyor da parti, meclis ve hükümetlerin halka darbesi; nasıl demokrasi kabul edilebiliyor?

Bu dönemde her kim zarar görmüş ve acılara boğulmuş ise, yegâne sorumlusu Süleyman Demirel olup, hesap sorulması gereken tek suçludur. Dolayısıyla mağdur olanlar, 12 Eylül davasının görüldüğü mahkeme kapısına değil, Demirel’in ikamet ettiği Güniz Sokaktaki evinin kapısına dayanmalıdırlar.

Düşünüyorum da, bu kadar ahmak olmamızın nedeni, lanetten başka bir şey olmasa gerek! Demirel, milletin nasıl bir ahmak ve sürü olduğunu; “millet beni tekrar Başbakanlığa ve ardından Cumhurbaşkanlığına getirdiğinden, 12 Eylül darbecileriyle bir hesaplaşmam olmaz” açıklamasında bulunuyor. Bu durumda Evren’e ve Şahinkaya’ya öfkelenmekten ise, kendimizden utanmalı, hatta onur adına harakiri dahi yapabilmeliyiz.

Ki, 12 Eylül öncesindeki ülkenin yaşadığı karışıklık ve iç çatışmalar hafızlarda ise, Kenan Evren ve arkadaşlarının müdahalesinin meşru görülebileceği, ülkeyi mahveden sömürücü siyasi partileri ve meclisi kapatmalarının haksız bulunamayacağı vicdani bir muhasebedir. Aslında kışkırtılmış halktan solcu veya sağcıları idam etmek ya da işkence yapma yerine, başta Süleyman Demirel olmak üzere siyasi parti liderlerin tamamını idam etmeleri yerinde olacaktı. Öyle kaşarlanmışlar ki, sokaktaki vicdanlı bir aile reisi dahi onlardan dahi iyi yönetirdi. "Bir aile ile bir krallığı yönetme arasında pek büyük fark yoktur." Montaigne

Halktan oy alarak parlamentoya yerleşen o siyasi partiler, çıkarları peşinde didişeceklerine halkının kalkınması, bütünlüğü ve güvenliği için çaba sarf etselerdi, ne o kahredici cinayetler işlenir ne de askeri bir müdahale gerçekleşirdi. Onlar halkın temsilcileri değil, bilakis düşmanlarıydı.

Süleyman Demirel’in bir lanetli olduğu, hükümet olduğu her dönemdeki yolsuzluk, kayırıcılık, karışıklık ve darbelerle kanıtlıdır. Hiçbir dönemi yoktur ki, milletimiz refah yüzü görebilmiş olsun…

54. Refahyol Hükümetinde de İslam karşıtı Kemalist komutanlara ve CHP’ye arka çıkmış, dengeyi sağlamakla görevli olduğu Cumhurbaşkanlığı görevini isyancıların arzularına peşkeş çekmişti. Org. Karadayı Başkanlığındaki Genelkurmay, Müslümanlara karşı medya, yargı, üniversite ve sivil toplum örgütlerini kışkırtarak ve tehditlerde bulunarak hükümeti devirtmesi, sözde o çok demokrat Demirel’in desteğiyle gerçekleşmişti. Çünkü bozguncuk, infial, kaos, çete, terör, çatışma ve darbenin olduğu her yerde Demirel mevcuttur.

Ancak her beşer, inancı gereği misyonunu sürdürmekte, diğerleri gibi 28 Şubat’ın tek sorumlusu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Necmeddin Erbakan’dı.

Devlet ve millet aleyhindeki tüm oluşumları püskürtmekle görevli Başbakan Erbakan, ürkek ve otoritesizliğinden ötürü mağlup düşmüş, başkaldıran bürokratlarına teslim olmuştu. Öyle ki, Osman Özbek adında uluyan bir General’in ağır hakaretler yağdırıp meydan okumasına sessiz kalmış, görevinden el çektirme bir yana, hakkında ne bir soruşturma ne de bir yargıya gitme cesaretinde bulunabilmişti. Bürokratı tarafından yapılan hakarete sinik kalan bir Başbakan; caydırıcı olabilir, devlet ve milletini savunabilir mi?

Başbakanın emrindeki Genelkurmay Başkanı ile sorun yaşıyor olması ne demek? Ordudakiler dahil halkı temsil eden bir Başbakan’ın emrine amade olması gereken Genelkurmay’a otorite sağlayamamış olmasından daha büyük fecaat ne olabilir? Askere biat etmiş provokatör medyanın fitnesiyle Başbakan Erbakan’ın Org. Karadayı’nın önündeki kahredici duruşu ve arabasının kapısına kadar giderek yolcu edişi, hala gözlerimin önündedir. Böylesi pasif bir Başbakan’ın askere söz geçirebilmesi mümkün olabilir miydi?

Başbakan Erbakan’ın acizliğini fırsat bilen Genelkurmay, tankları sokağa dökerek eliyle hükümeti feshettirmekle kalmayıp, Müslümanlar aleyhine birçok kararlar aldırarak, seçmenlerine ihanet etmişti. Her ne kadar Tansu Çiller ile koalisyonda ise de, bir Başbakan olarak kararlığını ortaya koymalı, kabineye muktedir olması yanında bürokratları üzerinde de etkili olmalıydı.

İşte Başbakan Erdoğan; 27 Nisan Muhtırasını veren Genelkurmay’ı, “sen kimsin, haddi bil” duruşuyla hazır ola geçirmekle kalmamış, tehditlere kulaklarını tıkayarak şantaj mahiyetli istifa eden Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarına pirim vermeyip kukla olmadığını kanıtlamıştı. Cesaret ve kararlılığıyla aleyhine hazırlanan onca tertip, kumpas, komplo ve darbe planını püskürterek, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş halk iktidarını yazmıştı. Ancak Başbakan, Recep Tayip Erdoğan değil de Abdullah Gül veya Bülent Arınç olsaydı, 28 Şubat’taki davranışlarından farksız bir teslimiyetle boyun eğip, bir kez daha cuntacıları galip kılmak suretiyle halka ihanet edeceklerine şüphe duyulmamalıdır.

Hata ve yanlışlarından dolayı ne kadar eleştirsem de, Başbakan Erdoğan’ın yiğit duruşunu alkışlamaktan ve duacı olmaktan geri duramam.

Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın 27 Nisan Muhtırasının sahibi eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile Çırağan’da yaptığı çok gizli görüşmesinin şifresi de; Başbakan’ın Büyükanıt’ın yakasına yapışarak, “kendinize gelin, ben, bugüne kadar güttüğünüz sefillerden değilim. Eğer kalkınmakta olan ülkeyi mahvetme gibi bir eylem içine girerseniz, diğerleri gibi sessiz kalmam, ordu dahil tüm milleti alarma geçirir ve hepinizi yerin dibine sokarım” mealinde bir uyarıda bulunmuş olacağı ve zaman içinde halka karşı düzenledikleri planları tek tek deşifre ettiği unutulmamalıdır.

Demek ki kendini Allah’a, halka ve adalete adamış bir lider, bugüne kadar korkulan silahlı bürokratları dizginleyebilmektedir…

“Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.” Mevlana

Hiç yorum yok: