14 Mart 2012 Çarşamba

Barış ve uzlaşının düşmanı “nefsi doğru”lardır…

Her nefsin kendi doğrusu; kötü ve yanlışı yayarak meşrulaştırmakta, hür düşünce, davranış ve ifade çerçevesinde mutlak doğru, ne sosyal ne din ne de siyasi hayatta yaşam bulabilmektedir.

Doğru-yanlış, iyi-kötü arasındaki muhakemede nefsin galebe çalması; benlik merkezli insanların tanrılaşma güdüsünden doğmakta, dolaysısıyla Yaratıcı karşısında yaratık bir kul olma gerçeği benliği aşağıladığından batıl odaklı düşünceler rağbet görmektedirler.

İlahi değil de benlik mihraklı doğru ya da yanlış anlayışlar müminleri de etkilemekte, farkında olmadan dolaylı ateistlere dönüşmektedirler.

Bir şeyin iyi veya kötü olduğu kararına, onu yaratan varlık belirler. Pozitif bilim, “akıl tanrıdır” felsefesiyle ne kadar üste çıkmaya çabalasa da, karmaşık ve yaşamla örtüşmeyen teorilerinin içinde boğulmakta ve dilediği nefsi düzeni egemen kılabilmek için dini ve ahlaki tüm prensipleri tarumar etmektedir. İnsanın, kendi gibi yaratılmış olan olay veya düşünceler konusunda Yaratıcı yerine geçerek yargıya gitme inadı, nefsine teslim olmasıdır. Ki, bu yüzden nefse hoş gelip tatmine neden olan yanlış ve kötü ne var ise, o nefis için iyi ve doğrudur.

Neyin doğru veya yanlış, iyi veya kötü olduğu seçimi nefislerce onandığından, suç kavramı ilahi kurallara göre değil benliği yücelten hezeyanlara göre belirlenmektedir. Dolayısıyla gerek kişiler, gerek partiler, gerek toplumlar, gerek milletler arası ilişkilerde ki barış ve uzlaşma; tamamen geçici çıkarlara dayandığından kalıcı ve samimi bir bütünlük sağlanamamakta, dolayısıyla yanlışı doğrulaştıran oportünizm insanlığı mahvetmektedir.

Yanlışa karşı mücadeleyi engelleyen menfaat, doğruyu kıymakta; böylece kötü ve yanlış hâkim olmaktadır.

Toplumdaki suçları üreten nefsi doğrulardır. Suçlularda nefisleri doğrultusunda yargıya gitmelerinden yanlış olan fiilleri, diğerleri gibi kendilerince doğru kabul edilmektedir. Yanlış üzerine inşa edilmiş bir düşünce düzeyinde başka bir yanlışın yerilmesi ne kadar doğrudur? Dolayısıyla nefisler arası meydana gelen çatışmalar felaketleri tetiklemektedir.

Seküler temelde ortaya konan sosyolojik teorilerin tamamı ütopiktir. Çünkü sosyolojik teorilerin tamamı benliksel çözüme odaklandığından, önemsediği dış faktörlerin etkisinde durarak, iddiada bulunduğu kuramı gereği o dış faktörleri oluşturanında insan olduğu gerçeğini, işine gelmediğinden görmemezlikten gelir. Sığ, maddi ve yüzeysel yaklaşımıyla içine girmekten kaçındığı yaradılış fıtratı ve ruhun derinliğine inmediğinden, Yaratıcı’ya olan iman ve inancı reddeden temel teorisiyle Yaratıcı’nın bağlayıcı kurallarını işlememekte, dolayısıyla çaldığı gibi oynayarak aklını karıştırdığı toplumları aldatmaktadır. “Teori hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.“ S.Freud

Hata ve yanlıştan münezzeh olmayan insanoğlunun kaçınılmaz suç riski, öncesinde kendini yaratan Allah’a karşı itaat ve sadakatiyle başlar. Kendini yaratan Allah’a böbürlenerek isyan edip hükümlerine boyun eğmeyen, hatta inkâr edip kendini üstün tutarak tanrılaşan bir insanın iyisi veya doğrusu olamaz. O daim kötü ve yanlıştadır. Bazı davranışları yararlı görünse de, Yaratıcısına ihanet ettiği gibi etki nispetinde de yakınlarına, ülkesine ve insanlığa da hainlik yapacağı mutlaktır. “Nice kötü insanlar vardır ki hiç iyi yanları olmasa daha az tehlikeli olurlardı.” La Rochefoucauld

İyi ile kötü, doğru ile yanlışı Yaratıcı’sının koyduğu kurallara göre değil de benliği doğrultusunda belirleyen bir anlayışla ne barış ne de uzlaşı sağlanabilir. Doğru veya yanlışı belirleyen Yaratıcı’nın kuralları nefse ağır gelmesinden, benliği özgürleştirici doğru veya yanlışlar türemekte, böylece her düzen, kendini imha eden suçluların tehditleriyle huzur ve güveni tesis edememektedir. Çünkü düzen kurucular da suçludur ve yönettikleri toplumlara kötü örnek olmaktadırlar.

Dinli bir topluma dinsiz hiçbir şey dayatılamayacağı gibi, dinsiz bir topluma da dini bir şey dayatılamaz. Zaman içinde dinin ya da dinsizliğin ağır basması kitleleri etkilese de, sonunda herkes aslına rücu etmekte, sonunda fizik kanunlarındaki basıncın yoğunlaşması misali patlama kaçınılmaz olmaktadır.

Sanki insan, ne olduğunu anlamadan iradesince insan olmuş bir başıboşluktaymış gibi, fertsel yahut toplumsal tek standart olan mutlak doğru ve yanlışları nefislerince reddetmenin bedeli ödenmektedir.

Kendini yaratarak aydınlığa, barışa ve adalete kavuşabilmesi için kıstaslar vahyeden Allah’ı inkâr eden ateistler ile Allah’ı kabul edip peygamberlerini ve dinini reddeden deistler, iman etmiş her müminin tartışmasız düşmanıdırlar. Yaratıcısı Allah’ına düşman olandan daha hain, nankör, zalim ve suçlu kim olabilir?

Hz. Musa devrinde meydana gelmiş bir kıssayı anlatacağım:

İsrailoğullarından evli ve çocuklu bir kadın, nefsinin azgınlığına karşı koyamayarak zina yapar. Bir müddet sonra hamile kalır. Evli oluşundan hamile kalışı sorun teşkil etmeyip günü geldiğinde veledizinasını doğurur. Bebeğinin doğuşuyla başlayan dayanılmaz sıkıntılarını lanet telakki edip, onu boğarak öldürür. Cesedini bir sirke bidonuna koyup eritir ve o sirkeyi ahaliye dağıtır.

Aradan günler geçtikçe ruhu ve bedeninde derin yaralar açmaya başlayan sıkıntılarıyla bir türlü baş edemez.

Ne yapacağını bilemez halde dolaşırken Hz. Musa ile karşılaşır. Der ki; “Ya Musa! Ben çok büyük bir günah işledim. Tanrı beni affeder mi?” Hz. Musa der ki; “Söyle ya kadın, işlediğin günah nedir?”

Ancak kadın, anlatmaya cesaret edemeden Hz. Musa’nın yanından kaçarak uzaklaşır.
Ertesi gün tekrar Hz. Musa’nın karşısını çıkarak, aynı soruları sorar ama açıklayamadan dönüp gider.

Bu durum birkaç kez tekrarlandıktan sonra daha fazla tahammül edemeyip Hz. Musa’ya anlatmaya başlar. “Ya Musa! Ben evliyim, yabancı bir erkekle zina yaptım ve bir çocuğum oldu. Dayanılmaz sıkıntılarım başlayınca bebeğimi boğarak öldürüp cesedini bir sirke bidonunda eriterek ahaliye içirdim” demesiyle Hz. Musa kükreyerek; “Ya kadın! Sen lanetli büyük bir günahkârsın. Senin bastığın toprağa dahi basılmaz. Sen böylesi korkunç bir günahınla nasıl olur da Allah’tan af dileyebilirsin? Yıkıl karşımdan” dediği sırada Allah, Hz. Musa’ya seslendi…

Malum olunduğu üzere Allah, Hz. Musa ile aracı olmaksızın doğrudan konuşurdu.

Yaratıcı Allah, Hz. Musa’ya “Ya Musa! Af dilemek için gelen bir kulumu nasıl geri çevirirsin. O pişman olup tövbe için yakarıyor. Onun bütün günahlarını affettim. Ancak bana secde etmeyen o kullarım bilmelidirler ki, onlar bu kadından çok daha büyük günahkârdırlar. Bana karşı benlik gütmelerinin hesabı çok çetin olacak ve şeytandan farksız ebedi bir azapla yüzleşeceklerdir.”

Dolayısıyla Allah’ı inkâr eden ve buyruklarına boyun eğmeyerek böbürlenenler bir yana, secde etmeyenlerin dahi dost edinilemeyeceği, sevgi ve saygıda bulunulamayacağı, iyi ve doğru insan gözüyle bakılamayacağı aşikârdır. Ne sözüne ne şahitliğine ne de yöneticiliğine itibar edinilmelidir…

Allah’ın helal saydığını haram, haram saydığını helal diyebilen bir mahlûk, insan sayılabilir mi? Onun doğru veya yanlış dediği söze güvenebilinir mi? İyi veya kötü tespitine inanılabilinir mi? Yaratıcı’sına asi bir eş veya yöneticinin başkasına faydalı olabileceği düşünülür mü? Adil ve merhametli davranacağı umut doğurabilir mi?

Gazali’nin; "Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder" sözü misali; bedeni insan sanıp içindeki ruha inmeyen insan, kendini tanrı zanneder…

Hiç yorum yok: