26 Kasım 2010 Cuma

Türkiye'de mi cehennem kapısı?

Yaratıcı Allah, bu dünya hayatının aldatma metaından başka bir şey olmadığını birçok hükmünde emrettiği ve somut hayat tecrübelerinde tattırdığı halde insanoğlunun, hele de sözde inanmış kesimin şehvet, makam, çıkar, iktidar ve para tutkusu topyekûn rüsvaylıklarına neden olmuş; haktan, adaletten, dürüstlükten ve merhametten uzaklaşarak, inanışlarını meşrulaştıran hurafeleri yol edinmek suretiyle imanın özünü katletmişlerdir.

Kendisi için apaçık doğru yol belli iken değersiz ve geçici dünya menfaatlerine karşı duyulan tazim, doğrudan veya dolaylı gerekçelerle vahye ve peygambere karşı çıkmalarına, ayetleri eğip bükmelerine, yorumlarla bozmalarına ve müminlerin yolundan başka yol edinerek o yönde kalmalarına sebep olmuş, böylece cehennem cennet sanılarak yarışa girilmiştir.

Yaratıcı’ya kayıtsız boyun eğme benliklere ağır geldiğinden hem Allah hem de ‘ben’ diyerek düzenin mutlak hâkimiyeti karşısında ortak olmaya yeltenilmiş, ancak bir saniye sonrası meçhul hayat dilekler doğrultusunda garanti altına alınamayarak para, bilim, teknoloji ve iktidarla hezimete uğranılması önlenememiştir. İktidarı gökyüzünden yeryüzüne indiren seküler düşüncenin Türkiye bayraktarı Atatürk’ün ölümüne bir kulaç kala son meclis konuşmasında; ”Bizim devlet idaresindeki ana programımız CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” vurgusuyla Allah, Resulü ve Kur’an’a nasıl savaş açtığı ve dinsiz bir devlet kurarak günümüze dek uzanan vahiy düşmanlığı temelinin kendisi tarafından atıldığı ve böylece kurtarıcılık payesine ulaştığı itiraflarıyla anlaşılmaktadır.

Atatürk’ün kurtarıcı önderliği sanıldığı gibi vatan ya da halk değil, ki öyle olsaydı ölümünü engellerdi; esas kasıt, kanlı devrimlerle Allah egemenliğinden insan egemenliğine geçişle ilgilidir.
Kozmetik gelişim, makyajsı bir gurura neden olsa da hiçbir zaman Allah’ı aciz bırakamamışlar, ne kadar çabalasalar da düzenin kadersel hükmü benliklerce aşılamamıştır. İrade savaşında yaratığın Yaratıcı ile baş edebilmesi her ne kadar imkânsız ise de benlik bu gerçeği gölgelemekte, Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırması misali öfkelerinden çerçöp olmaktan öte gidememektedirler.

Gerek özgür gerekse cüz’i iradeyi savunarak “Mutlak İrade”ye teslim olmayanlar asla mümin değillerdir. İslam, “Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyet” anlamı ifade etmesine rağmen; Hıristiyan ve Yahudilerin ateistçe düşünerek ‘özgür irade’ savını sözde İslam’ı kabul etmişler, ‘cüz’i irade’ iddiasıyla azıcıkta olsa iktidara ortak kılmaya yöneltmekte, böylece İslam’dan çıkmalarına sebebiyet vermektedir.

İslam’i toplumların neden rezil oldukları, bağımsızlığa ulaşamadıkları, galip gelemedikleri, düşmanlarının köleliğine lâyık oldukları, zincirlere vuruldukları, işgal edilerek yurtlarından çıkarıldıkları, kalplerinin ferahlamadıkları, neden Allah’ın yardım ve desteğini hak edemediklerinin cevabı; gerçekten iman etmiş olmamalarıdır. Yaratıcı’dan daha çok yaratıklardan korkan, buyruklarına aldırış etmeyen, vaadini önemsemeyen, iradesine güvenmeyen, yasalarını hiçe sayan, ortak olmaya çalışan ve yaratık akılları ‘Etkin Akıl’dan daha üstün, güçlü, çağdaş ve bilgili tutan bir güruhun mümin olabilmesi mümkün müdür?

Kime itaat edilmesi, kime güvenilip saygı duyulması ve kime dayanılıp korkulması konusunda çelişkili davrananlardan daha ahmak kim olabilir? Gücü ne olursa olsun yaratık mı, yoksa Yaratıcı mı boyun eğmeye daha lâyıktır sorusu netleşmediği müddetçe gerçeğe kavuşabilmek imkânsızdır. Sözde Allah, eylemde ‘ben’ diyenler apaçık bir ortaklık içindedirler.

Türkiye’deki İslam anlayışı Sih dininden farksızdır. Sihler, İslam ile Hindu unsurlarını uzlaştırarak Sihizm dinini doğurmaları gibi Türkiye’de de İslam ile laiklik uzlaştırılmaya çalışılarak “laik-İslam” gibi ucube bir din türetilmiştir. Siyaset ya da devlette Atatürk, camide Allah! Sihizm de Allah’ın varlığı, insanlığın kardeşliği, kast (sınıf) sisteminin reddi ve puta tapıcılığın faydasızlığını prensibe bağlanmış ama Türkiye’deki Atatürk putuna ve mozolesine tapınmak olmazsa olmaz bir inanç hali aldığından Sihler’den de daha büyük bir isyan içinde bocalanılmaktadır.

Sihizm’in; İslam’ın Hindistan’a girmesiyle Hinduizm’le İslam arasında uzlaştırmacı bir “Orta Yol” olabilmek amacıyla hareketlenmesi misali Türkiye’de de laik devletle Müslüman Halk arasında uzlaştırmacı rol üstlenerek İslam’ı ve laikliği sentezleyen bir Diyanet kurulmuş, İslam’ı yorumlayan bir otorite olarak namaz, oruç, hac, zekât dışında Allah’ın tüm buyruklarını yani hukukunu “din ile siyaset yahut devlet ayırımı” gibi sapkın bir gerekçeyle tarumar etmiştir. Laikliğin oturmasıyla onurlanan bir diyanetin İslam’i olabilmesi akli midir? Eğer İslam; namaz, oruç, hac ve zekâttan ibaret olsaydı, binlerce haram ve helalleri belirten ve anayasa olarak tüm insanlığa indirilen sosyal, siyasi, askeri ve ekonomik kurallara ne gerek olurdu? Allah ve Resulünün hükümlerini kişisel, siyasal ve devletsel mazeretlerle seçme hakkını mümkün bulanlar ancak münafıktırlar. Allah, Ahzab Süresi 36. Ayette “her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık sapıklığa düşmüş olur” uyarısına göre; laik devlet güdümündeki diyanet, ilahiyatçılar ve politikacılar; dinen sapık değiller de nedirler?

Dinleri felsefi bir monoteizm’de uzlaştırmaya gayret eden ve İslam’i kesimin bayraktarlığını yapan reformist Fetullah Gülen gibi diyalogcular da Allah’ın hükmüne göre sapıkların ta kendileridirler.

Madem, Sihleri örnek alarak Türkiye’deki İslam anlayışının nasıl berbat bir hal aldığından bahsettim, öyleyse türbana da değinmeden geçemeyeceğim.

Sih dininde doğuştan itibaren saçı uzatıp hiçbir zaman kesmemek, gerek erkek gerekse kadının saç örten türbanın dini bir emir olduğu, sanırım birçoğunuzun malumudur. Öyle ki hayatlarına mal olsa bile ne saçlarını kestirirler ne de saçlarını sarıp örttükleri türbanlarını çıkarırlar. Türkiye’de ise kamuda ya da üniversitelerde aç, sokakta ört. Lakin sokakta örten bir kamu çalışanın bile derhal hakkında soruşturma açılıp işinden uzaklaştırılması göz önüne alınırsa, sokakta dahi dini bir özgürlüğün olmadığı anlaşılmaktadır.

Türbanlı Sihlerin dünyanın hemen her yerinde, bürokraside dahi çalışmaları yasaklanamaz. Örneğin 1990 da İngiltere de yaşayan bir Sihli, motor sürerken kask takma mecburiyetinin kendisine uygulanmaması için dava açmış, inancı gereği bu davayı kazanmıştı. Ama konu; Müslümanların Anayasa Mahkemesi ve AİHM’deki türban davaları olunca, ne inanç ne hak ne de hukuk önemsenir. Onlara göre İslam adına kullanılan türban bir insan hakkı değildir ve Müslümanlar teröristtir.

Türkiye’deki laik rejimin diktatörlüğü İslam’i emirlerin uygulanmasına müsaade etmemekte, belli başlı ibadetlerin dışındakine zorbalıkla karşılık vermektedir. Vahyin buyruğu gereği Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenin “kâfir” ilan edildiği bir dinde Müslüman kalabilmek mümkün mü? Dinsiz bir devletin ya da vatanın ruhsuz bir bedenden farkı var mı?

Madem Allah’ın dinini egemen kılamıyoruz, peki, ne yapmalıyız sorusunun cevabı:

“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: “Ne işde idiniz!” dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde çaresizdik” diye cevap verdiler. Melekler de: “Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.” Nisa 97

Hiç yorum yok: