15 Kasım 2010 Pazartesi

NEYİN PEŞİNDELER?

Tecrübe, yediğin kazıkların bileşkesidir. Eğer bir insan, hele de ülke siyasetinde bulunan biri, geçmişten ders çıkaramıyor, emperyalist acımasız barbarların aşikâr amaçlarını umursamayarak sadece anlık çıkarına öncelik verip istikbali önemsemiyorsa; o insanlığını yitirmiş muhakemesiz, vicdansız ve duygusuz bir metadır.

ABD ve İngiltere’nin başını çektiği haçlı işgal güçlerini Irak’a sokturup milyonlarca kardeşimizin ölümüne, çocuk-kadın demeden katledilmelerine, ırzlarına geçilerek namuslarının kirletilmelerine, işkenceler altında inlemelerine, kıyametsi zulümlere, vatanlarını terk etmelerine ve komşusunun parçalanmasına kadar akla gelebilecek her türlü vahşiliğin taşeronluğunu Batı ile bütünleşebilmek adına yapan Ak Parti Hükümeti’nin artık yanlıştan geri durarak İsrail lehine tüm Müslüman Halkların ebedi esaretine neden olabilecek “Füze Kalkan Projesi”’ne karşı çıkmalı, insanlık ve adalet adına bedeli ne olursa olsun baskı ve tehditleri püskürtmelidir.

Haydi, Allah’ın Nisa 139, Al’i İmran 28 ve Hucurat 10 da ki buyruklarını vahyi reddeden inanışlarından dolayı dikkate almasalar da, insanlıklarını da mı tükettiler?

NATO savunma konsepti bağlamı gibi müstemlekesel bir gerekçe; hiçbir bağlayıcılığı ve yaptırımı olmayan göstermelik şartlarla bölgeyi barbarlara teslim etmek apaçık bir canavarlıktır. Bugüne kadar NATO bizim için kılını kıpırdattı mı? İsrail, açık sularda gemimize saldırıp dokuz vatandaşımızı katlederek açıkça meydan okuduğu halde, daimi üyesi olduğumuz NATO karşı koydu mu?

Bölgeyi tamamen egemenliği altına almak isteyen ABD-İsrail işgalcileri, İran ve Suriye’nin boyun eğmemelerinden yıllarca sürdürdükleri savaş hazırlıklarını zayiatsız atlatabilmek ve müttefikleri Avrupa’nın da zarar görmemesi için Türkiye’yi kardeş ve komşu katili yapacak öyle bir taktik geliştirdiler ki, güya savunma amaçlı füze savunma sistemiyle saldıracakları İran ve Suriye’nin müdafaalarını etkisizleştirmek adına şeytani hilelerinde her zamanki gibi Türkiye’yi kullanmak istemektedirler. Aslında bölgenin tam ortasında bulunan fitne başı İsrail’i korumak ve kollayabilmek nedeniyle söz konusu füze rampası konumlandırılmaktadır. Bölgede kardeş ve dost olduğumuz ne İran ne de Suriye’nin ülkemiz aleyhine asla bir tehdit oluşturmadıkları gibi daha Asya’daki hiçbir ülkeyle de sorunumuzun bulunmadığı aşikârken; Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül neyin peşindedirler? Sokaktaki insanlar bu gerçeği biliyor da, her türlü istihbarat gücünü elinde bulunduran hükümet mi bilmiyor? Neden Yunanistan’a değil de Türkiye’ye? Stratejileri terörist İsrail’in saha güvenliğini sağlamak değil de nedir?

Türkiye kamuoyunun baskısından dolayı bazı ülkelerin de füze savunma sistemine katılması apaçık bir manipülasyon değil mi?

Eğer amaçları ABD ve İsrail’e Müslüman halkları katlettirmek ve toprakları işgal ettirerek egemen kılmak ise, kötülüğün elçisi şeytandan ne farkları kalır? En büyük tehdidin ABD ve İsrail’in olduğu bir dünyada başka birinin tehdidi mümkün olabilir mi? Ancak namus, vicdan ve adaletin olmadığı bir ekonomi ve Batı müttefikliği, aynen fahişe bir kadının gayrimeşru gebeliğinden farksızdır.

Önce sırt sıvazlayıp iltifat ve ödüllerle kabartırlar, sonra ödenmesi imkânsız faturalarla çerçöp bırakırlar…

Aşağılık komplekse sahip olmalarından Batılıları öyle arşa yerleştirdiler ki, İngiliz Kraliçesinin ülkemizi ziyareti esnasında tanrıça gelmişçesine ne yapacaklarını bilemez bir panikle Abdullah Gül, hayatında ilk defa karşı olduğu smokini giymiş, eşi de Kraliçe karşısında eğilerek “Kraliçe geldiğinde, aile yakınımız ziyaret etmiş gibi oldu. Akraba gelmiş gibiydi” sözleriyle kayıtsız tazimini dile getirmişti.

Cumhurbaşkanı Gül; Türkiye, Afganistan, Türkistan, K.Kıbrıs, Kafkasya, Filistin, Ortadoğu, İslam âlemi veya dünyanın her bir yerindeki etnik ve dini çatışmalar veya açlığı ortadan kaldırabilmek adına ve barış için ne yaptı ki İngilizlerin düşünce kuruluşu Chatham House tarafından yılın devlet adamı seçilip, ödülü Kraliçe tarafından takdim edildi ve daha öncesinde 9.Mart.2009 da Kraliçe tarafından “Büyük Şövalye Nişanı” ile kutsandı. Diyeceksiniz ki söz konusu ülkelerin bağımsızlığı, dünyadaki ekonomik sorunlara, küresel barışa ve İslam âleminin yaftalandığı terörist suçlamalarına karşı kararlı bir duruş sergileseydi değil ödül, mutlaka taşlanırdı. Gül, kendisine ödül verilmesinin asıl nedenini; “Bu ödül Türkiye’nin İslam dünyasına ilham vermesinin ödülüdür” diyerek, mazlum ve kuşatma altındaki Müslümanları nasıl haçlılara peşkeş çekmek istediğini dolaylı bir vurguyla itiraf etmiştir.

Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü adını taşıyan ve kökleri 1900 başlarına dayanan Chatham House; İsrail devletinin kuruluşuna öncülük eden, Osmanlı ile Orta Doğu’yu ilk parçalayan Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr antlaşmasını yapan geçmişin “Yuvarlak Masacılar” olarak bilinen Müslüman ve Osmanlı düşmanı bir kuruluştur.

İngilizlerin Müslüman ülkelere verdikleri ödüller itibar değil bir zillettir. Tarih boyunca Türkler ve Müslüman toplumlara düşmanlıklarıyla kadimleşen İngiliz siyaseti, ülkemizi işgalleri sırasında hezimete uğramalarının hemen akabinde Atatürk’e en büyük nişanları olan “dizbağı nişanı” vermelerinin perde arkasını Atatürk, “İngilizler beni sever” açıklamasıyla geçiştirmişti. Nasıl olur da ebedi bir düşmanın sevgi ve nişanına layık görüldü? Her ne kadar Osmanlı Devletini yıkmasından dolayı bu nişanla ödüllendirildiği bilinse de üzerine gitmeye cesaret edilememiştir.
Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan olduğu dönemde taahhütleriyle ABD’yi kışkırtıp “Kuzey Kapısı”’nın açılmasıyla ilgili nasıl hükümet onayı çıkartarak Irak’ı cehenneme çevirttiyse, bugün de füze kalkan projesini onaylamasıyla bir kez daha insanlığa cehennemsi bir darbe indirmek üzeredir.

Türkiye’nin füze savunma sistemine ait donanıma ev sahipliği yapmasındaki amaç İsrail’e kalkan, İran ve Suriye’yi savunmasız bırakarak yerlebir ettirmektir. Acaba İran ve Suriye ile yakınlaşma ve sözde dostane işbirliğinin arkasında ABD mi var? Asıl hedefin İran ve Suriye olduğu aleniyken, çapulcu Ermenistan’dan başka bölgede kaygı duyulabilecek başka açık bir düşmanımız bulunmazken; bu kabul niye?

Hükümetin İran ve Suriye yakınlaşmasını Genelkurmay, 2. Başkanı Aslan Güney vasıtasıyla rahatsızlığını dile getirerek İsrail’e sahip çıkması ve füze kalkanının yerleştirilmesinden yana tavır almasıyla hükümet ve cumhurbaşkanının demagojik açıklamaları arasında ne fark var? Böylesi hayati bir konuda; neden Başbakan Erdoğan geri planda durarak Lizbon’daki müzakerelere katılıp Türkiye’yi temsil etmiyor da Gül üstleniyor? Yoksa yaklaşan seçimlerde hesap verememekten mi, iyi-kötü polis taktiğiyle İran ve Suriye’nin cephe almasını önlemek için mi? Ancak Ermenistan’la sınır işbirliğiyle ilgili yaptıkları anlaşmada Azerbaycan’ın nasıl tepki verdiğini, soydaşlık ve kardeşlik birlikteliğine nasıl sonlandırdığını hatırlatmak isterim. Öyle işkembeden çıkma sözler ve cambazlıklarla idrak sahibi toplumları aldatabilmeleri söz konusu değildir. Unutmasınlar ki karşılarında bir-iki şovla etkiledikleri Türkiye Halkı bulunmamaktadır.

Sadece kendileri akıllı ve uyanık da halk mı aptal? Türkiye’nin sözde “şartlı evet” onayıyla ilgili kabul gören taleplerine hayvanlar bile güler. ABD güdümündeki NATO üyeliği tıpkı cansız bir mankenden farksız olup hiçbir yaptırım ve yönlendirme yetkisi bulunmamaktadır. İncirlik üssünü dahi Müslüman işgali, katliamı ve işkencesi için kullandırmaya tutsak bir Türkiye’nin NATO’da söz sahibi olabilmesi mümkün mü?

Peygamberimize hakaretle dini ve pkk'ya desteğiyle milli düşmanımız olan Danimarka Başbakanı Rasmussen'in Nato Genel Sekreterliğine dahi karşı duruş sergilemeyerek onay verebilen bir hükümetinin Füze Kalkan Projesinde insiyatif kullanabilmesi mümkün mü?

Terör tanımı başlığıyla NATO ülkeleri için tehdit olduğu belirtilen nasıl bir metin üzerinde uzlaşıldı ki, yıllardır terörden binlerce insanını yitirmiş ve ekonomik kayba uğramış Türkiye’ye hiçbir katkı sağlamıyor. Batı için İslam’dan başka bir tehdit ve Müslüman’dan başka da bir terörist olmadığına göre; neden tehdidin kimliği gizleniyor?

Güya Türkiye’nin itirazları sonucu herhangi bir ülke adının özellikle vurgulanmaması, kimsesizler mezarlığı ya da zindana hapsedilip idamını bekleyen kimliği saklı bir mahkûmdan farksızdır. Hedefin açıkça belirtilmesi yerine öyle sinsi bir manipülasyonu şifrelendirdiler ki, metinlerinde deklare ettikleri “kendini yönetme kabiliyeti olmayan ülkeler” tanımlaması, birçok ülke gibi çok yakın bir zamanda Türkiye’nin de nişangâh olabileceğine açık bir delildir.
Kime göre yönetme kabiliyeti? Terörist canavarlığı tartışılmaz olan İsrail, kendini yönetme kabiliyeti olmadığı halde neden gereği yapılmıyor? Kendini yönetmekten kasıt ABD emperyalizmini kabul etmek midir? Hedef doğrudan İslam Ülkeleri değil de kim ya da kimlerdir? Ne kadar da zekiler…

Takdir edilmiş ecel geldikten sonra uzatabilmek mümkün mü? Kim engelleyebilmiş ki biz aşabilelim? Sanırım Türkiye’nin de eceli gelmiş olmalı ki böylesi bir azgınlığa kalkışabilmektedir…

“De ki: “Ben kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim.” Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.” Yunus. 49

“Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.” Hicr. 5

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” Nahl. 61

Hiç yorum yok: